26 Nisan 2011 Salı

NEPAL

Himalayalarda Akıp Giden Zaman...

02 Mayıs 2008 – Cuma – (Istanbul – Bahreyn)
Havaş’ın  11:00 servisindeyim. Araç, Yeni Sahra’dan hareket etti. İki dakikalık yere bile taksi tutmak zorunda kaldım, zira hurç ağzına kadar dolmuştu ve evdeki tartı 21’i gösteriyordu. Özellikle tartıyordum, çünkü maksimum 30 kg hakkımız vardı. Bir de ikinci 40 litrelik çantam vardı ki, o da epeyce doluydu.
Cep telefonuma Explorer’dan sürekli mesaj geliyor. “Rehberiniz Mustafa Kalaycı sizi alanda şurada bekleyecek”, “Rehberiniz....... sizi bekliyor, cep telefonu...” vs. Uzun zamandır bu kadar güzel organize bir firmayla seyahat etmemiştim. Herşey çok yolunda görünüyordu...
Biraz evvel sevdiklerimle vedalaştım telefonda. Kimi canlarımı arayamadım, onlara da kalpten mesaj yolladım. Aslında bu seyahatimi tek başıma yapmayı düşüneli epey zaman oldu. Bu yolculuğa dostlarımın ve diğer arkadaşlarımın güzel temennileri ile gidiyorum. Biraz iç geçirerek gülümseyen, imrenen bakışları üzerime alarak gidiyorum.
Geçen sene sevgili Zeynel Okur’la dağlar üzerine sohbet ederken “Tezco seneye bizim Explorer’ın Everest Base Camp turu var. Onu kaçırma, ben ön kaydımı yaptırdım” demişti. Ben de “Dur hele bir sene var, noolur, noolmaz –genelde bizim mayıs aylarında hep eğitim olur” demiştim ama yine de kaydımı yaptırmıştım. İş bu ya, bir sene sonra ben ayarlayabildim ama maalesef Zeynel katılamadı.
Dün farkettim ki iş yerindeki bilgisayarın açılış şifresi bile “Nepal”miş, gerçi dönünce değiştirmek farz oldu ya, hem deşifre edildi hem de yeni güzergahları yazmak lazım (yazdım).
Nihayet 12:30 gibi alana vardım ve Mustafa Bey’i arayıp B17’de olduğunu öğrendim. Kırmızı renkli hurçları görünce doğru yerde olduğumu anladım. Hurçlar Explorer tarafından tüm yolculara kargo ile gönderilmişti. Hurçların teslimi ve uzun polis kuyruklarından geçerek freeshop’ı dolandım. Kokulara boğulmamaya dikkat ederek bir iki bildiğim – sevdiğim kokuları sıktım (tester). Freeshop’ların önündeki banklara oturup biraz etrafı seyredeyim istedim. Bir iki dakika sonra; sırt çantalı, botlu, kargo pantalonlu bir tip yanıma gelip oturdu. Yüzüne bakıp “Explorerdan’mısınız ?” diye sordum. Adam anlamsızca yüzüme bakıp “sorry ?” deyince “pardon” deyip açamadığım diyaloğu sonlandırdım. Böylece, ekiple ilk kaynaşma denemem başarısızlıkla sonuçlandı.
Uçuşumuz 20 dakika gecikmeli yani 15:00’te kalkacakmış. Yine erkenden 205 no’lu çıkış kapısına gelmiştim. Karışık düşünceler içerisindeydim, bir taraftan beni nelerin beklediğini, neler yaşayacağımı merak ediyordum diğer taraftan da unuttuğum, atladığım birşey var mı onu düşünüyordum.
Uçaktayım nihayet ve 15:50’de Gulfair’le uçuşumuz başladı. Yaklaşık 3 saat sonra Bahreyn’de olacağız ve bir gece konaklayıp ertesi gün Bahreyn’den Katmandu’ya uçacağız. Epeyce yolumuz var.
Üçlü koltuklarda pencere kenarındaki koltuğuma oturdum. Yanımda oturanı sanki bir yerlerden hatırlıyorum ama, tam da emin değilim. Daha önceden tanışık olan iki kadın arkadaş kendi aralarında konuşurlarken, ben de dahil oldum onlara ve tanışıklığımız başlamış oldu. Yanımda oturanlardan birini 4-5 sene evvelden hatırlıyorum, bir iki kez birlikte yürümüştük. Sonunda o da beni hatırladı. Tur programı ve kendimiz hakkında epeyce sohbet ettik. Yolculuğumuzun ilk bölümü 18:50’de Bahreyn’e kadar sürdü. Bahreyn ile saat farkı yokmuş. O yüzden hala saatlerimizi değiştirmedik.
Transit yolcular olduğumuzdan Katmandu biletlerimizi göstererek alandan çıktık. Alandan bize sunulan otele gitmek üzere bir kat aşağıda toplandık ve otelin aracıyla otele vardık. Otelimiz vasat ama, 1 gecelik deyip umursamadık. Akşam 22:00’de 10.kattaki restaurantta yemeğimizi yiyip grup halinde yürüyüşe çıktık. Bahreyn; ruhsuz, beton yığınlarıyla dolu bir şehir. Sokakta kedi-köpek bile olmayan adeta minik bir Amerikan (filmlerden gördüğüm kadarıyla) şehri. Şehri bayağı bir arşınladıktan sonra otelimize geri döndük. Yürüyüş hepimize iyi gelmişti, hem akşamki yemeğimizi eritmiştik hem de uçakta hareketsiz kalan bacaklarımızı hareketlendirmiştik.
03 Mayıs 2008 – Cumartesi – (Bahreyn – Katmandu)
Sabah 07:00’de kahvaltı ve 08:15’de yine aynı araçla tekrar alana vardık. Bagaj, check-in işlemleri olmadığı için direkt polis kontrolünden geçip, çıkış kapısına doğru yöneldik. Katmandu uçağı çok büyük galiba, epeyce kalabalık burası. Üstelik koltuk numaram da 27 K, umarım yine cam kenarıdır. Bahreyn – Katmandu arası 5-6 saatmiş. 11:00 gibi uçağımız hareket etti. Uçak hem büyük hem de tıka basa dolu. H ve K numaralarında Berrin ve ben yine yanyanayız. Koltuklarımıza bırakılan kulaklık, yastık ve battaniyeler epeyce işimize yaradı. Önümüzdeki ekranların hiçbiri çalışmıyor. Sağımıza solumuza bakıyoruz, herkesinki çalışıyor sadece bizim gruptakilerin ekranları açılmıyor. “Acaba biz mi beceremiyoruz ?” diye düşündük. Banu, hemen yetkilileri çağırdı. Onlar da gelip baktılar ama maalesef bizim bölümdekiler arızalıymış. Bize “Gazete okuyun, dergi okuyun, kitap okuyun” gibi de tavsiyelerde bulundular.
Yan tarafımızdaki koltukta en az 80 yaşında kırmızı renkli elbiseli bir teyze oturuyor. Esmer, mavi gözlü, kırmızı ojeli, altın halka gibi küpeli ve hızmalı. Pembe-beyaz spor ayakkabılarına hayran kaldım. Epeyce bir süre teyzeyi izledim.
Gulfair’in yemekleri ülkelere göre değişiyor galiba. Vejeteryenler için yemeklere et katılmıyor. Arzu edenlere ayrıca et veriliyor. Herşey baharatlı ve soslu. Uçakta bile yemekler acı geldi, sonrası nasıl geçecek merak içindeyim. Iyi ki son anda 2006 Everest takımının “Hazır mısın Everest” kitabını yanıma almışım. Arada bir de onu okuyorum ya da uyuyorum.
Katmandu, 1.500.000 nüfusu ile Nepal Krallığının başkenti ve en büyük şehridir. 17:40 Nepal saatiyle (14:55 Türkiye saati)   Katmandu’ya vardık. Hava 30 C.  Aman tanrım yanıyoruz, feci sıcak. Gelmeden evvel okuduğum notlar arasında Katmandu dahil Nepal’de telefonların çekmediğiydi. Ama değişmiş galiba, bayağı da iyi çekiyor. Hakan’a ve annemlere geldiğimi bildirdim. Nepal vizeleri girişte alınıyor. Vize ücreti 30 USD ve vesikalık fotoğraf gerekiyor. Önceden hazırlamıştım hepsini. Unutanlar için de alanda fotoğraf çektirme yerleri var, hiç sorun olmuyor. Birkaç da form doldurarak 30 USD’lerimizi de ödeyip vizelerimizi aldık. Sonra da hurçlarımıza kavuşup konvoy halinde alandan çıktık. Çıktık ama dışarıda bir karşılama töreni var ki görmeye değer. Ertuğrul Melikoğlu, Tunç Fındık, Ahmet Abi ve Nepal’deki tur yetkilileri bizi çiçeklerle karşıladılar. Minik bir hoşgeldin sohbetinden sonra hurçlar küçük minibüse, bizler de büyük minibüse bindik ve keşmekeş trafiğin içine daldık. Yaklaşık yarım saatlik yolculuktan sonra Thamel bölgesi olan, şehrin göbeğindeki otelimize vardık.
Otelde de ayrı bir karşılama, meyve suları ikramlarıyla karşılandık. Hurçlarımız otelin girişine dizildi. Hepsi kırmızı siyah üzerinde kocaman “EXPLORER” yazıyor. Bir bütünlük ve karmaşa yaşanmaması için ekiplerin özellikle bu tür bir uygulamaya gitmeleri cok başarılı.
Rehberlerimizden Ertuğrul Melikoğlu lobide hurç etiketlerimizi, pasaport kılıflarımızı ve oda numaralarımızın dağıtımını yaptı. Elektrikler kesik olduğu için asansörler çalışmıyordu. Elektrik kesintisi Katmandu’da çok sık rastlanılan bir durummuş. Şehirdeki elektrik direklerini görünce bunun çok da şaşırılmayacak bir durum olduğunu anlamıştık.
Odalarımıza yerleşmemizin ardından, ilk toplantımızı yapmak üzere tüm katılımcılar ve rehberlerle birlikte lobide toplandık. Organizasyon sorumlumuz Ertuğrul Melikoğlu, Explorer’ın patronu. Dağcı, kayacı, Türkiye’de birkaç tane “ilk”lerin, özellikle “ilk solo”ların sahibi. Gerçek anlamda “Lider” özelliğini taşıyan bir insan. Devam eden günlerde ne enerjisi bitti ne de iş ciddiyetinden hiçbir ödün vermedi. Takdir ediyorum kendisini.
Neyse; toplandık lobide ve Ertuğrul bize tur süresince yapmamız ve yapmamamız gereken, nerelere nasıl gidileceğini, ne götürüleceğini, şartları, A’dan Z’ye kadar herşeyi anlattı. Hatta bize soru soracak hiçbirşey bırakmadı. Bu kadar da olmaz ki canım, herşey bu kadar mı mükemmel hazırlanır ? Tur süresince de bunlar dikkatimi çekti ama yağcılık olmasın diye sesimi çıkarmadım...
Özetle; Nepal’de kesinlikle kapalı şişe suyu tüketmemiz gerektiği, pişmemiş hiçbir sebze, kabuğunu soymadan hiçbir meyve yemememiz gerektiğini anlattı.  Tur programımızı tekrarladı. Varsa eksikliklerimizi nerelerde tamamlayacağımızı, her türlü ilaç ve muhteviyatının kendisinde ve diğer rehberlerde mevcut olduğunu söyledi.
Akşam yemeğimizi 22:00 gibi hep birlikte otelin yakınlarındaki “The North Field” restaurantta yemek üzere otelden ayrıldık. Burası, rehberlerimizden Tunç Fındık’ın önerdiği hatta Mustafa’nın dediğine göre her sabah kahvaltısını yaptığı, çok şirin bir mekan. Sanırım şehrin tüm turistleri burada yemek yiyor. Vardık mekana, önceden organizasyonumuz yapıldığı için bahçeye kocaman bir “U”masa hazırlanmış en güzelinden. Bahçedeki köşelerin birinde canlı müzik ve dans gösterisi de vardı. Tunç ve Mustafa’nın önerileri doğrultusunda siparişlerimizi verdik. Karnımız mı aç, gözümüz mü aç bilmiyorum ama, siparişlerimiz biraz fazla gelmişti. Soslu makarnalar ve pizzalarla tıka basa doymuştuk. Erkek taifesinin tamamı et siparişi vermişti. Dikkatimi çekti en az yiyen Tunç’tu. Sadece peynirli ıspanak (Hint yemeğiymiş) yedi. Midelerimiz bayram etmişti, biraz da yolculuk bittiği için huzurluyduk.
Odalarımıza geri döndüğümüzde epeyce geç olmuştu.  Yarın 06:30’da Lukla’ya uçuşumuz vardı, erken kalkmalıydık. Akşamdan tüm hazırlıklarımızı yaptık. Şehirde bırakılacak eşyalarımızı ayırdık. Yürüyüşler boyunca yanımızda olacak sırt çantamızı ve uçaktan iner inmez yürüyüşe başlayacağımız için yürüyüş malzemelerimizi akşamdan hazırlayıp kendimizi yataklara attık. Artık taakat sınırlarını aşmıştık. En azından benim için öyleydi.

04 Mayıs 2008 – Pazar (Katmandu – Lukla – Phakding)
Bu sabahki uyandırma 04:00’tü. 04:30 kahvaltı. Kahvaltımız çok ilginçti. Aslında bizim alışık olduğumuz hiçbirşey yoktu.  Etli, patatesli, domatesli yemek falan vardı. Kimsenin alası-bakası gelmedi. Onun haricinde meyve salatası ve kek türü atıştırmalıklarla karnımızı doyurduk. Sabah 05:00 gibi hepimiz lobideydik. Kahvaltılarımız bitmişti, hurçlarımızı ve diğer eşyalarımızla birlikte  lobiye indirmiştik... Yine Explorer’ın hazırladığı büyük valizlere şehirde kullanacağımız eşyalarımızı koyduk. Sırt çantalarımızı da alıp bizi alana götürecek minibüslere binmek üzere kapıya çıktık.
Bu sabah çok eğlenceli başladı günümüz, tabii şaşkınlıkla dolu bir eğlence. Kapıya çıktığımızda ilk minibüs dolmuştu. Ardından gelen daha konforlu midibüse doğru seyirttik. Ancak ayakların biri gidip, öbürü direniyor. Önce sağa yöneldik ancak sağda kapı yok. Acaba nereden açılabilir diye aval aval bakınırken tecrübelilerden biri “kapı sol tarafta” dedi. İngiliz ekolü, yerleşmiş tabii. Neyse bu şoku atlatıp yerlerimize oturduk. Arkadaşlardan biri fotoğraf makinasının kartıyla ilgili bir sorunu gidermem için fotoğraf makinasını bana verdi. Ben de kör karanlıkta onunla uğraşmaya çalışıyorum. Bu arada en öndeyiz. Direksiyon koltuğundaki (benim gözümle) sevimli Nepal’li genç -ki daha sonra adının Dorje olduğunu öğrendik- de beni izliyor. Ben yine saf saf “hareket etmek için, beni mi bekliyorsunuz ?” dedim. Meğer direksiyon da sağdaymış. Dolayısıyla solda oturan Dorje sadece merakından bakıyormuş. Biz olayı anlayıp kahkahayı patlatınca minibüsün tamamı koptu tabii ve 05:10’da otelden hareket ettik.
Nepal yoksul bir ülke. Katmandu da kendince düzenli bir şehir ama bize göre çok karışık. Keşmekeşlikle dolu bir yer. Yollar çok dar. Kaldırım yok, yayalar, bisikletler, motorlar, minibüsler ve otobüsler hepsi aynı yollardalar. Kim ne tarafa dönecek, en çok da ona şaşırıyoruz. Bizim refleksler sağa onlarınki sola, inşallah kazasız belasız döneriz.
Iç hatlar havaalanlarına vardık. Yolcuların %98’i sırt çantalı dağcılardı. Burası da inanılmaz kalabalık ama bizim Nepal’li rehberlerimiz sağolsunlar herşeyi ayarlamışlardı. Uçuş kartlarımız bile alınmıştı. Pembe ve yeşil kartlarımız dağıtıldı. Diğer gruptakilerin kartları başka renktelerdi. Sonradan anladık ki 16 kişilik uçaklara kimlerin bineceğini kolaylaştırmak için yapılan bir uygulama imiş. Karma karışık bir arama kontrolden sonra elimizdeki kartların renklerine göre minibüslere binip, minik uçaklarımızın yanına vardık. Oyuncak gibi birşey.  Heyecan içerisinde alandaki uçakları seyrediyoruz, bir taraftan da fotoğraflarını çekiyoruz. 06:30 Lukla uçağındayız. Yaklaşık 45 dk’lık bir uçuşumuz var. İki adım önümüzde kokpit, arkamızda bir hostesle Himalayara doğru uçuşumuz başlamıştı. Uçakta normal otururken birşey olmuyor da, camdan dışarı bakınca dönmeleri acayip hissediyor insan. Asıl merak ettiğim inişteki ilginç pistimiz. Daha önce hem fotoğraflarını hem de hikayesini epeyce dinlemiştim. Lukla’nın adı, dünyanın en tehlikeli pistleri arasında geçiyor.
Uçuşumuz süresince önce Katmandu ve civarını havadan gördük. Ardından ağaçlar, dağlar ve dağlar. Biz yükseldikçe dağlar da yükseliyor. Arada bir bulutlar zirveleri engelleseler de, gözümüze gönlümüze hitap edecek o kadar çok manzara vardı ki, gözlerimizin gördüğünü anlatmam mümkün değil.
Helikopterde miyiz, uçakta mıyız çok anlayamadık. Acaba yaklaştık mı diye içimden geçirdiğim bir sırada vadiye doğru alçalmaya başladık. Artık iyice heyecanlanmıştım. Ve nihayet pist göründü. Görünmesiyle inişimiz arasında o kadar kısa bir zaman oldu ki hatırlayamıyorum bile. En fazla 200 metrelik bir pist.
Ve 2840 mt.’lik Lukla’dayız. Nepal’in doğusundaki küçük bir havaalanı olan Lukla’nın bir tarafı yüksek bir dağa bakıyor.  Havalimanlarına da Everest’e ilk tırmanan kişi olan Sir Edmund Hillary’nin adını vermişler. Uçak durdu ve iki büklüm uçaktan indik. Katmandu’nun sıcağından sonra sert bir serinlikle karşılaştık. Bizim şaşkınlıkla inmemiz minicik alandan çıkmamız arasında geçen süre içinde, bizi getiren uçak doldu ve kalktı. Bizim Sarıyer – Taksim dolmuşları gibi. Hatta bunlar daha hızlılar. Fotoğraf makinamı çıkarıp çekeyim dedim ama uçak çoktan havalanmıştı. Gerçi sonraki gelenlerle epeyce çektim ya neyse.
Edindiğim bilgilere göre Lukla; birkaç bin nüfuslu küçük bir Sherpa kasabası. Sherpalar himalayaların yükseklerinde yaşayan köken olarak tam bilinmese de Moğol, Tibet karışımı bir ırk. Hepsi de çekik gözlü. Cok cana yakın ve samimi insanlar. Ayrıca cok dürüstler ve de çok şirinler.
Alanın kapısı hınca hınç dolu. Sanırsın Lukla halkı bizi karşılamaya gelmiş. Aslında bir nevi karşılama sayılır. Hepsi rehberlik, şerpalık yani iş beklentisi için kapıdalardı. Bölgenin tek geçim kaynağı dağlar ve turizm. Yapacak birşey yok.
Lukla’ya gelmek için havayolundan başka bir alternatif neredeyse yok. Karayolu olmadığından yürüyüşle 7-8 günde ancak varılabiliyormuş. Hava durumuna bağlı olarak uçaklar her zaman kalkamıyorlarmış. Eğer gözyüzü açık değilse, hiçbir şekilde pisti görme şansları olmadığından uçuşlar yapılamıyormuş. Gezi notlarından okuduklarımdan ve anlatılanlardan hatırladıklarım, bazen günlerce Lukla’da ya da Katmandu’da bekledikleri oluyormuş.
Neyse; çıktık alandan. Alanı solumuza alarak 40-50 mt yükseldik ve meşhur pistimizi yukarıdan daha iyi seyrettik. Gelen uçakların inişlerini, kalkışlarını seyredip bol bol fotoğraflarını çektik. Tam seyirlik bir durum aslında, çünkü düz yer olmadığından pist de aşağıya doğru eğimli. Biz şaşkınlıktan inişte fark edememişiz, kalkış sırasında eğim aşağıya doğru olduğundan uçak havalanmıyor aslında yol aşağıya doğru iniyor. Uçak da mecburen havalanmış oluyor.
Pisti ters “U” yaparak Lukla’nın taş ve ahşap’tan oluşan 2-3 katlı, kapıları ve pencereleri rengarenk boyalı dükkanların ve pansiyonların olduğu şirin sokağına geldik.
Rezervasyonumuz olan Lodge’lardan birine girip sabah çaylarımızı kahvelerimizi içtik. Eksikliklerimizi tamamlamak üzere sokağa çıktık. Henüz gün yeni başladığı için dükkanlar yeni açılıyordu. Para bozdurmak için bankaya gittik, ancak o da 09:00’da açılacakmış. Vakit geçirmek için, yegane sokağını epeyce bir arşınladık. Türkiye’de satın almak için dünya paralar verdiğimiz malzemeler, burada çok çok ucuza heryerde satılıyor. Genellikle taklit malzemeler ama aslını aratmayacak kalitedeler. Sadece botla gelip diğer tüm yürüyüş malzemelerini tamamlamak mümkün. Bot da var tabii ama, uzun yürüyüşler için denenmemiş, yeni ayakkabıların tercih edilmesi doğru değil. Dükkanlara dağılıp eksikliklerimizi tamamladık. Ben de baton ve bere aldım, tabii pazarlık yaparak.
Son hazırlıklarımızı yapıyoruz. En önemlisi sularımız. Lukla’ya varır varmaz 1 lt.şişe suyu 100 rupi’ye çıktı. Katmandu’da 13-15 rupi (1 $ = 67 rupi). Saat 10:00 civarı Lukla’dan 10 gün sürecek olan yürüyüşümüze başlıyoruz. Bugünden itibaren taaki Katmandu’ya kadar gördüğümüz en son araç, geldiğimiz uçaktı. Bundan sonra herşey tabanvay.
Yürüyüşümüz, 25 katılımcı ve 4 rehberle birlikte Lukla’dan başladı. İlk durağımız Lukla’dan irtifa olarak daha alçakta olan 2610 mt’deki Phakding. En kısa ve kolay yürüyüşümüz bugün. Lukla’nın çıkışında polis kontrol noktası var ve Nepal’li rehberlerimiz (şerpalarımız) bizim bütün izinlerimizi evraklarımızı daha önceden hazırladıkları için hiçbir sorunla karşılaşmadık. Hava güzel, yürüyüş için bundan iyisi olmazdı. Himalayalar biraz bizim Karadeniz’e benziyor. Yeşilin her tonu mevcut, uzun geniş patikalar, ahşap evler, gökyüzündeki sis. Hayal aleminde miyim, yürüyüş mü yapıyorum anlayamadım. Demek ki sadece kartpostallarda olmuyormuş bu güzellikler. İnsan çıplak gözle de görebiliyormuş. Arada bir yerde verdiğimiz çay molasının ardından 13:25 gibi Phakding’e vardık. Mola dahil yürüyüşümüz yaklaşık 4 saat sürdü. Çoğunlukla iniş, son yarım saatte çıkış şeklinde oldu. Yol boyunca genç-yaşlı yük taşıyanlara rastladık. Bizim sırtımızdaki yük onlarınkinin yanında yük bile sayılmazdı. Phakding’deki Lodge (pansiyon vari konaklama ve yemek yenilen yer)’a varır varmaz da yağmur başladı. Allahtan yolda yakalanmadık, gerçi yanımızda tüm malzemelerimiz vardı, sorun olmazdı ama yine de yağmursuz yürümek daha keyifli. Ve yağmur üç saat aralıksız devam etti. Umarız yarına kadar diner.
Burada 1 gece kalıp ertesi gün Namche Bazar (3440 mt)’a gideceğiz. Eşyalarımızı odalarımıza atıp tekrar aşağı restaurant kısmına indik. Yemek siparişlerimizi vereli de epey oldu ama hala ortada birşey yok. Biraz sohbet muhabbet ve bolca çay’dan sonra nihayet yemeklerimiz geldi. Önce çorbalar, ardından diğerleri geldi. Ama hiçbirimiz beğenmedik. Hem geç gelmişti, hem de hepsi çiğdi. Dağdaki konakladığımız yerler içerisindeki en kötü yerdi burasıydı. Öğlen verilen siparişlerden sonra akşam için menüyü biz belirledik bu sayede hepimiz aynı anda yemek yemiş olduk.
Yemeklerimiz genellikle çorba (patates çorbası çoğunlukla), makarna ve patates (haşlama veya kızartma) şeklindeydi. Hiç et yemedik, yemek de istemedik. Buna rağmen bir iki kişide mide-barsak şikayetleri oldu. Neyse ki katılımcılar arasında doktorlar vardı.
05 Mayıs 2008 Pazartesi – Phakding (2610 m) / Namçhe Bazar (3440 m)
Bu sabah çok güzel uyumuş, uykumuzu almış olarak uyandık. Akşamdan organize ettiğimiz hurçlarımızı aşağıya bıraktık ve 08:40 gibi yola koyulduk. Namche Bazar yakınlarında arama, kontrol yapıldığı için Tunç önden gitti. Bizler de diğer rehberlerle birlikte yola koyulduk. Kısa ama çok molalarla, uygun adımlarla 17:45’de Sherpa kaviminin başkenti olan Namche Bazar’a vardık. Yürüyüş tempomuz gayet güzeldi. Ilk defa nefes nefese kalmadan 3400 mt’e kadar tırmandım.
Yürüyüş sırasında en az 10 tane çelik asma köprüden geçtik. Köprüler en fazla iki metre genişliğinde kenarları korunaklı (neredeyse insan boyunda çelik halatlarla örülmüş). Her bir tarafında rengarenk dua bayrakları asılı köprülerle vadileri geçip, yükseldikçe adını hatırlayamayacağım zirveleri seyrettik. Ne kadarını görüp görmediğimizi net hatırlamıyorum ama güzergahımızdaki görülebilen zirveler: Kusum Kangru (6369 m), Everest (8848m), Nuptse (7861 m).
Gerek yerleşim yerlerinde gerekse yollarda heryerde stupalar var. (Stupa: Budist anlayışta kutsal sayılan mekanlara verilen isim) Buralarda da yine rengarenk dua bayrakları asılı. Dua bayrakları; dikdörtgen biçiminde 5 renkten oluşuyor. Her boyu var. İnternetten öğrendiğim kadarıyla renklerin manaları; soldan sağa beş elementi simgeleyecek şekilde sıralanıyor. Mavi (gökyüzü), beyaz (rüzgar/hava), kırmızı (ateş), yeşil (su), sarı (dünya)yı simgeliyor. Ve bu bayrakların rüzgar alan yerlere asılmasının sebeplerinden birini rehber Mustafa’dan öğrendik. Budist inancında, dualar rüzgarlar vasıtasıyla tüm evrene, ulaşabiliyor. Bu arada bayraklardan bahsetmişken, Nepal bayrağı da dünyada diktörgen olmayan birkaç bayraktan biriymiş. (İsviçre, Vatikan, Ohio) Nepal bayrağında hem güneş, hem de ay vardır. Güneş sarayı, ay ise 1951 yılına kadar ülkeyi yöneten Rana ailesini temsil ediyormuş. Gerçi biz döndükten sonra Krallıkları bitti. Bayraklarını değiştirirler mi bilemiyorum.
Yine yol boyunca yüzlerce dua yazıları vardı. Kah kayalara kah büyük - küçük taşlara yazılmış. Bunlara “Mani Taşı” deniyormuş.  Budist anıtından birisi olan mani taşı, üzerinde Budist mantra’sı “Om Mani Padme Hum*” yazıyormuş.
Namçe Bazar’a vardık ama hala tırmanıyoruz. Meğer bizim kalacağımız Khumbu Resort Namçhe’nin en yükseğindeymiş. Neredeyse 100-150 mt daha tırmandık. Kocaman basamaklarda son enerjimi de tükettim. Pencere ve kapıları yeşile boyalı üç katlı taş binanın önüne gelince yorgunluğumu unutup seyre daldım. Aşağıdaki manzara görülmeye değerdi. Kocaman bir vadi şehir...
Yerleştik şehir manzaralı odalarımıza ve yaşasın burada duş alabileceğiz !! 2 gece kalacağımız Lodge gayet güzel ve diğerlerine nazaran çok konforlu. Aaa buradan Kusum Kangru (6360) görünüyor, inanılmaz ! Kusum Kangru; sherpaların kutsal dağıymış. Dağ hakkındaki bilgileri baş şerpamız Navang’dan öğrendik. Son derece sevimli restauranta aldığımız akşam yemeğinin ardından odalarımıza çekildik.
06 Mayıs 2008 – Salı – (Namçhe Bazar -2)
Bugün normalde serbest günümüz ama dün akşam Tunç bir öneri sundu ve hepimiz kabul ettik. Bugün 4000 metreye çıkıp oradan da zirveleri görebileceğiz, hem de aklimatizasyon için faydalı olacak. Bunun için 06:30’da kalktık, 07:00’de kahvaltı ve 08:00 gibi tırmanışa başladık. Grup ikiye bölündü, öncü grup Tunç’un peşine takılıp bayağı bir hızlı çıktılar. Benim de aralarında olduğum ikinci grup, Ahmet abinin peşinden yavaş yavaş tırmanışa geçtik. Ve onlara yetişemediğimiz için molamızı da ayrı verdik. Ertuğrul “çok hızlı tırmandığımızı, daha da yavaş çıkmamız gerektiğini” söyledi. Neyse ki, yukarıdakiler biz gelene kadar mola yerlerinden ayrılmamışlardı ve 200 metre tırmanıştan sonra birlikte devam ettik. Vardık 4000 metreye. Değil zirveleri görmek, sisten 50 metre önümüzü bile göremiyorduk. Önce düzlük bir alana geldik, bu civarda pek düzlük alan olmadığından, bazen uçaklar -zor durumda kaldıklarında- buraya inebiliyorlarmış. Uzun zamandır kullanılmamış galiba. Burada hem küçük yerleşim yerleri hem de büyükçe bir köy var. Yak-nak  otlatanları, eşya taşıyan şerpaları, hele ki önümüzde kocaman bir halıyı sırtlanıp giden şerpanın hızını anlatamam.
Ve güzergahımız boyunca doğal yaşamı korumaya dair uyarılar, ikazlar var. Namçhe Bazar’a varmadan Sagarmatha Milli Parkı sınırlarında olduğumuzdan buraları epeyce korumaya alınmış. Ne güzel.
Uzakta bir köy var, vadinin ortasına düzlük alana yayılmış çok güzel bir köy. Khumjung Köyü (3790 mt). Rotamızı Khumjunga çevirdik ve biraz alçalarak görkemli dualarla bezeli kapılarından girdik. Köyün giriş yolu yaklaşık 100 metre ve yol boyunca sağlı-sollu dua taşları dizilmiş. Yolun hemen sağ yanında bir okul. Kocaman futbol sahası genişliğinde bir alan ve kenarlarına yerleştirilmiş dikdörtgen şeklinde 4-5 tane tek katlı sınıflar. Her yaştan öğrencinin ders aldığı okul. Okulun bahçesinde yaklaşık 30 tane 5-6 yaşlarında sırt çantalı çocuklar ip gibi sıraya dizilmişler ve hocaları olduğunu düşündüğümüz birisi bunlara kültür fizik tarzı birşeyler yaptırıyordu. Biraz uzaktan seyrettik, sonra şerpalarımızdan Lakpa “içeri girebileceğimizi, kendisinin de bu okuldan mezun olduğunu” söyledi. Kapıda kocaman yazılarla “Khumjung High School” yazıyor. Demir kapıdan girer girmez, okulun bahçesindeki büstten okulu kimin yaptırdığını anladık. Everest’e ilk tırmanan Sir Edmund Hillary yaptırmış.
3800 metredeki okulu basite almayın sakın, içinde “Sanat Galerisi, “Bilgisayar sınıfı” vs. herşeyi mevcut. Hatta, halihazırda ders yapılan bir iki sınıfa da şöyle bir kapısından baktık. Köyün içinden geçerek dönüş yoluna geçtik. Yağmur yağmamıştı ama hava hep kapalıydı. Öğlen 12:30 gibi Namçe Bazar’daki Khumbu Resort’umuza vardık, yemeklerimiz çoktan hazırlanmıştı. Öğlen yemeğimizin ardından kalan yarım günü değerlendirmek üzere aşağıya Pazar kısmına inmek üzere kapıya çıktık. Aslında o basamakları tekrar inip-çıkmaya üşeniyorum  ama Namçe Bazar’ı da dolaşmadan olmayacak. Kapıda Murat ve Tuğrul’a rastladık.
Biraz katılımcılardan bahsedeyim; yaklaşık 30 kişiyiz ve Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay, İzmit, Fethiye ve belki hatırlayamadığım illerden gelenler de vardır. Fethiye’den katılan arkadaşımız; aslında mantıklı birşey yapmış ve gelirken yanına hiçbirşey almamış. Daha önce Nepal’e gelen arkadaşları ona “hiiç birşey götürme hepsini oradan çok ucuza bulursun” demişler. Arkadaşlarını dinleyip gerçekten de plaja ya da gezmeye gider gibi gelmiş. Tur süresince ben dahil herkes “keşke bot falan giyinseydin, ayakların rahatsız olur”, “başka bir ayakkabın yok mu?” gibi sorular sormuştuk. Çünkü, abi abartıp bez ayakkabıyla gelmişti. Şansına biz yürürken hiç yağmur yağmadı, yağsaydı durumu daha da vahim olurmuş. Fethiye’li arkadaşımız da dediğini yaptı ve Namçhe Bazar’dan tepeden tırnağa, beresinden batonuna kadar herşeyi tas tamam aldı. Kıyafet tamam da, ayakkabıları yeni almamak gerekiyor aslında ya neyse.
Kapıda Murat ve Tuğrul’a rastladık. Tuğrul abim bütün samimiyetiyle “yaw Murat ben senin canını yerim. Sen taa 3500’lere kadar jogging kıyafetiyle geldin ha, peki bundan sonra ne yapacaksın ?” dedi. Kim bilir kaçıncı kişidir bunu soran. Murat “evet abi, şimdi halletmeye gidiyorum, ancak boş vakit olabildi. Halledeceğim hepsini” dedi ve gitti. Gerçekten de ertesi günü, iki dirhem bir çekirdek vaziyette patikalardaki yerini almıştı. Tabii yine kulağında walkman.
Grubumuz çok güzel ve çok renkliydi. Tuğrul abinin sırf bu cümlesi bile onu anlatmaya yetti. Tur süresince de bizi en çok güldürenlerdendi. Hangisini yazsam anlatsam bilemiyorum. En iyisi kendilerinden dinlemek.
Bu arada bir arkadaşımla birlikte aşağı inip pazarı dolaştık. Önce para bozdurduk, suya para dayanmıyor. Birer tane polar yelek aldık. Bizim ekip Namçe Bazar’a dağılıp dükkanları tavaf ettiler. Hatta Island Peak ekibi bayağı bir donandı. Cok sıkı alışveriş yaptılar, çoğunu satın aldılar, bir kısmını da kiraladılar.
Island Peak ekibi bizimle birlikte Kalapathar ve Everest B.C. turlarını yaptıktan sonra, bizden ayrılıp Island Peak (6189 mt)’e devam edecekler. Yani bizden 4 gün sonra dönecekler.
Dönüşte 200 rupi karşılığında duş aldım. Ohh dünya varmış. Sonra da kafeterya / restaurant bölümüne geçip biraz dinlenelim dedik. Giderken yanıma aldığım kuruyemişlerden kabak çekirdeğini de çıkardım yukarıya. Ve herkese ikram ettim. Bir de baktım ki, bizim şerpalar kabak çekirdeklerini leblebi gibi ağızlarına atıp yemeğe çalışıyorlar. Fakat suratları da pek mutlu görünmüyor. Sonra bizden Murat Selam arkadaşımız yanlarına gidip, sadece içinin yendiğini anlatınca bayağı bir eğlendik.
Akşam toplandık yine kafeteryada. Genellikle akşamları minik toplantılarımız oluyordu. Genel – günlük değerlendirmeler, bir sonraki günün planı, öneriler istekler vs. hakkında konuşuyorduk. Çoğunlukla Ertuğrul konuşuyordu, biz de dinliyorduk. Daha çok, hızlı yürümememiz gerektiği konusunda uyarılarda bulunuyordu.  “Bundan sonra ani hareketler yapmayın, bolca sıvı tüketin, adımlarınızı uzun atmayın vs” gibi önerileri ve uyarıları neredeyse her gün söylüyordu. Akşam yemeğimizin ardından odalarımıza çekildik. Yarın sabah Tengboche’ye doğru yola çıkacağımız için hurçlarımızı hazırlamamız gerekiyordu.
07 Mayıs 2008 Çarşamba – Namçhe Bazar (3440 m) / Tengboche (3860 mt)
Namche Bazar’dan yürüyüşe başladık, önce 3200’lere indik ardından 3800’e tırmandık. Yol üzerinde biryerlerde telefon çekiyordu ama maalesef benim telefonum hurçtaki polarımın cebinde kalmıştı.
Herbir adımda başka bir güzellik, her bir dönemeçte başka bir zirve görüyorduk.  Yürüyüşlerimiz sırasında yanımızdan geçip giden şerpaları ve yük taşıyan yakları izleyip, onlar rahat geçsin (bize çarpmasın) diye yoldan çıkıyorduk.
Öğlen yolumuz üzerindeki köylerden birinde yemek yedik. Artık alıştık heryerde önce süper açık çaylar, ardından yarı pişmiş çapati ekmekler. Ardından yalancı domates çorbası ve olmazsa olmaz patates...
Namçhe Bazar’dan Tengboche’ye mükemmel manzaralarla geldik. Sanki Karadeniz’deyim aman yarabbi. Devasa orman gülleri, ağaçlar.  Sislerin arasında arada bir kendini gösterip kapatan en az 6000’lik zirveler. Ah ah... Aklıma neler geldi neler. Yürürken keşke kağıt, kalem olsaydı yanımda. Masal diyarı desem çok canlı. Himalayaların ortasında pardon yükseklerde yürümek, düşünmek. Tüm bunlar ve hatta akla gelmeyecek, yazıya dökülemeyecekler için şükretmek lazım. Ben de öyle yaptım. Çok güzel bir tempoyla sürekli tırmandık. Hiçbir tırmanıştan bu kadar keyif almamıştım. Rehberlerimizden Ahmet abinin adımlarıyla ve tecrübeli Ertuğrul’un mola saatleri ile dengeli bir şekilde yükseldik. Molalar demişken yazmadan geçemeyeceğim; her molada sevgili Işıl’la gözgöze gelip, büyükçe bir kaya ya da bir kuytu köşe arıyorduk. Eee, o kadar suyun hepsi terle atılamıyordu.
Saat 17:00 gibi Tengboche’ye vardık. Girişte çok güzel bir budist manastırı vardı. Manastırın girişinde ünlü bir rahibin ayak izi olduğu söylenen kaya parçası mevcuttu. Görkemli bir kapısı, içerisinde rahipleri olan, ibadete açık bir manastır.
Tengboche’deki konaklayacağımız mekana eşyalarımı bırakıp manastırı dolaşmak için içeriye girdim. İçeride bizden Banu ve bir de rahip vardı. Banu beni gördüğüne pek sevindi ve uyardı “aman ha biraz garip bir adam” diye. Fazla muhabet etmeden bir iki fotoğraf çekip manastırdan ayrıldık.
Burada bir gece kalmamız gerekiyordu. Yarın da Dingboche’ye (4410 mt) çıkacaktık.
Kafeteryadaki minderlere oturup camdan dışarıyı seyre daldım. Sis inmiş zirveleri, gri-beyaz renklerle unutulmaz manzaraları görebiliyordum.
Notlarımı yazdığım 18:30 civarı, Ertuğrul girdi içeriye ve zirvelerin göründüğünü söyledi. Fırladık dışarı ellerimizde kameralar, fotoğraf makinalarıyla. Ağzımız bir karış açık, hangisine bakacağımızı şaşırdık. Zirvelerin karşısında ufaldıkça ufaldık.
Ben gönlümü dağlara verdim
Döküldüm yollara verdim
Uzak diyarlara, zirvelerin arasında
Kendimi buldum Himalayalarda.
Belki de, kaybetmiştim kendimi buralarda. Ne telefon, ne tv, ne haber. Araç yok, korna yok, stres yok. Geldiğimden beri dinginliklerine hayran olduğum şerpalardan bana da bulaştı herhalde...
İçerisi de hamam gibi oldu, soba deli yanıyor. Kare bir salon, ortada soba, etrafında masalar. Ve bizler de minderli sekilere sere serpe yayılmış durumdayız. Kimi uyuklamada kimi muhabbette. Bir yerlerden George Michael’ın meşhur serisi çalıyordu. Aklımdakiler, özlediklerim sıra sıra gelip geçiyordu. İnsan bu kadar yoğun hisseder mi herşeyi acaba ? Şu dağların fotoğraflarına bakınca bile etkilendiğimi düşündüm oysa uzak da olsa çıplak haliyle görünce nasıl büyülendiğimi anlatamıyorum. Kendisini görmek müthiş birşey. Göğün zirvesi ya, üstüne ne söylense ne yazılsa az.
Aman yaa, bir bu eksikti. Şimdi de “My heart will go on...” çalıyor. Gel de efkarlanma. Gerçi türkü olsa daha iyi giderdi. Mesela “Gönlüm ataşlara yandı gidiyor...”
Ben ki zamansız gezginim şu amansız dağlarda
Kalbim daha ne kadar dayanır bu doyumsuz manzaralara
Himalayaların ortasında, kafada binbir soru ama olsun
Yüreğim atıyorya coşkuyla Amadablam’ın karşısında.
Oley bee, şurada bir hafta kalsam iki şiir kitabıyla dönerim herhalde.
Seneler evvel, haftasonları başladığım günlük yürüyüşlerimin buralara kadar gelebileceğini tahayyül bile edemezdim. İlk yürüyüşlere Hakan’la birlikte başlamıştık. Önce yaylalara ardından dağlara gitmeye başlamıştık...
Neyse; yemeklerimiz de gelmeye başladı. Sarımsak kokusu sardı yine salonu. Evet sebzeli çorbamız (bol sarımsaklı) yanında karides krakerleriyle geldi. Karides krakerini de ilk defa duydum ve gördüm. Pembe renkli, patates cipsi ebatlarında ama ondan daha kalın, yine de pek yiyen olmadı. Ardından haşlanmış patates ve sade makarnalar. Sonra da nak peyniri, sos ikramları ve olmazsa olmaz “more çapati”.
Bundan (Tengboche 3860) sonraki güzergahlarımız; Pangboche (3930), Dingboche (4410), Lobuche (4910), Gorak Shep (5140), Kalapatthar (5550) ve Everest B.C.
08 Mayıs 2008 Perşembe – Tengboche (3860 mt) / Dingboche (4410 mt)
Sabah kahvaltımızı yapıp, saat 09:00 gibi hareket ettik. Yürüyüşlerimizin tamamında hem iniş hem de çıkış vardı. Tengboche’den yürüyüşümüz yaklaşık bir saati orman içinden iniş şeklindeydi. Daha sonra yükseldik. Artık yürüyüş sırasında da nerede yürüyeceğimi biliyordum. Genellikle arka ortalarda badilerimle “Ahmet, Işıl, Tuğrul”la yürüyordum. Üçü de Ankara’dandı ve üçüyle de bu gezi sayesinde tanışmıştım. Bazılarının adımları size uymaz ya yürürken, ya sık adım atarlar ya da tereddütlü basarlar. Uzun yürüyüşlerde buna dikkat ediyorum artık. Özellikle Ahmet Koçak’ın arkasında yürümeyi tercih ediyordum. Dostlukları ve paylaşımları için ne yazsam az gelir.
Öğlen yemek molası için 12:30 gibi Pangboche (3930)’ye vardık. Köyün girişinde çocuklara rastladık.
Bizim ayağımızda koca botlar, bere eldiven, polar montlar falan var. 2-4 yaş arasındaki küçücük çocuklar da çıplak ayaklarla çeşmenin etrafında suyla oynuyorlardı. En fazla 3 yaşında olan çekik gözlü şirin minik kız, hortumla elindeki plastik şişeyi doldurmaya çalışıyordu. Ondan biraz daha büyük olan sümüklü haşarı oğlan da onun suyunu dökmeye çalışıyordu. Tuğrul abi kızın yardımına koştu, suyunu doldurdu ve minik Pangboche’li kız sular içinde evinin yolunu tuttu.
Bugün öğlenimiz biraz gergin geçti. Daha evvelden rezerve ettiğimiz yere başka turist grubu aldığı için itiraz ettik. Çünkü bize yer kalmamıştı ve mekan sahipleri dışarıda oturabileceğimizi söylüyordu. Ertuğrul da “herkes terli, grubu dışarıda oturtamam, başka bir yere gidiyoruz” dedi. Ee haklıydı da. Başka bir tea house’a geçtik, yemekleri oraya getirdiler ve kriz çözülmüş oldu. 14:00 gibi molayı bitirip yolumuza devam ettik. Artık pek fazla yeşillik ve ağaç göremiyorduk. Coğrafya yine değişmişti.
Akşam 18:00 gibi Dingboche’deki Valley Wiew Lodge’a vardık. Konakladığımız yerler birbirine çok benziyorlardı. Hepsi de aynıydı. Bütün Lodge’larda servislerimizi kendi şerpalarımız yapıyorlardı. Ve bizim yemekler bittikten sonra kendi yemeklerini yiyorlardı. Kendi aramızda konuşurken “Aaa, yazık bunlar hala birşey yemediler, acaba bunlara da yemek kalıyor mu?” gibi konuşuyorduk. Sonraki günlerde bizim arkadaşlar görmüşler. Biz odalarımıza çekildikten sonra kendilerine etli-pilavlı çilingir sofraları hazırlıyorlarmış. Bunları gören arkadaşlarımızın bir anlatımları vardı ki ağızlarının kenarlarından dökülenlerle adeta minik bir göl oluşurdu.
Bu akşam yemekte peynirli börek, poğaça gibi birşey vardı ve çok güzeldi. Yine patates çorbamız vardı tabii.
Gece 02:03 ve hala uyuyamadım. Aslında biraz da zor nefes alıyorum. Kaç gündür Diamoks almayı reddediyorum. Sanırım yarın akşam başlayacağım. Üstelik de bugün yanlız kalıyorum. Oda arkadaşım son iki gündür nefes zorluğu çektiğinden (aşırı horladığından)  ben de uyuyamamıştım. Şimdi de yükseklik sorunu yüzünden uyuyamıyorum. Uyku tulumunun içinde topaç gibi bir sağa bir sola dönüp duruyorum. Arada bir de su içiyorum. Yükseğe uyumu kolaylaştıran en büyük kolaylık sıvı almak. Aslında uykum da çok ama uyuyamıyorum. Düşünceler arasında sabahı dar edeceğim galiba, keşke yanımda kitap olsaydı en azından oyalanırdım.
09 Mayıs 2008 Cuma – Dingboche (4410 mt) 2.gün
Parça parça uyuyarak sabah 06:00’yı dar ettim. Dışarı yüzümü yıkamaya çıktığımda heryer karla örtülmüştü. Gece iyi kar yağmış anlaşılan. 07:00’de kahvaltıya başladık ve 08:00’de de yakındaki bir köye tırmanış yapmak üzere yola çıktık. İlk programda bugün Gorakshep’e devam etmemiz gerekiyordu ama sonradan program değişti. Rehberlerimiz 4400’de aklimatize olmak için bir gece kalmanın daha faydalı olacağına karar verdiler. Bugün 400-500 metre yükseğe tırmanış yapıp indik. Yaklaşık çıkış-iniş süremiz 3 saat sürdü.
Bugün çok zorlandım, grubun en arkasında nefes nefese kalarak çıktım. Sanırım gece uyuyamamın da etkisi büyük. Havang yanıma gelip çantamı ona vermemi istedi, sonra da Mustafa teklif etti ama biraz daha dayanmak istedim. Şerpalarımız çok kibar ve çok yardım severler. Dağda geçen on gün boyunca ne bize ne de birbirlerine karşı bir surat asma, isyan etme, kavga gürültü hiçbirşey duymadık. Bilakis son derece neşelilerdi. Genelde bir tanesi öncü oluyordu (Genju), diğerleri de arkadan geliyorlardı. Yürüyüş süresince kikir kikir gülüşüyorlardı. Hatta Mustafa “Abi çok merak ediyorum ne konuşuyorlar diye. Ben de geyiklerine katılmak istiyorum” diyordu.
Burası da bugün bayram yeri gibi. Sanırım bütün yabancılar aklimatize için bu rotayı tırmanıyorlar. Bazılarıyla birkaç gündür karşılaşıyoruz. Sonradan öğrendiğim kadarıyla bizlere laf atıyorlarmış “çok yavaşsınız, uykunuz gelmiyor mu” diye. Bize yavaş diyenleri bir iki kilometre sonra yakalayıp geçiyorduk. Kendileri baygın olduklarından bizim onları geçtiğimizi fark edemiyorlardı. Ne demişler; “erişir menzili maksuduna aheste giden, tiz reftar olanın payine dayen dolanır”. Bu arada, bizim olduğumuz tarihlerde,  Himalayalardaki en büyük grup bizim grubumuzmuş. Ve hepimiz aynı anda yürüdüğümüz için bize isim takmışlar, daha sonra öğrendik.
Öğlen 13:00 gibi Dingboche’deki mekana döndük ve nefis çorbalarımızı içtik. Bugün dinlenmek lazım, yarın uzun bir yürüyüşümüz var. Turu yarıladık sorunsuz bir şekilde.
Biraz dinlendikten sonra canımız sıkıldı, bir grup arkadaşla birlikte Dingboche’yi biraz dolaşmak üzere dışarı çıktık. Aaa bir yerlerden müzik sesleri mi geliyor ne? Biz de daldık içeriye. Bizim rehberler burada bilardo oynuyorlardı. Koca bilardo masasını bile taşımışlar, inanılır gibi değil. Burada herşey insanların sırtında taşınıyor. Hatta köyler, kasabalar bile insanların sırtlarında yükseliyor. Bina yapmak için kullandıkları taşları bile elleriyle düzeltiyorlar. Bütün yiyecekler, içecekler, aklınıza gelebilecek herşey şerpaların ve yakların sırtlarında taşınıyor. İki kankalar birlikte Everest’e çıkan Tunç Fındık ve Mustafa Kalaycı’ydı. Ahmet ve Tuğrul da oyuna dahil oldular ve yendiler. Ardından iki kişi daha geldi ve onlar da yendiler. 1-2 saat vakit geçirdikten sonra, onlardan ayrılarak kaldığımız mekana geri döndüm.
10 Mayıs 2008 Cumartesi – Dingboche (4410 mt) / Lobuche (4910)
Bu sabah 07:00 kahvaltı, çantaların hazırlanması ve 08:30 gibi de Dingboche’den Lobuche’ye doğru yola çıktık. Öğlen için Dughla’da (4620 mt) mola verdik. Mekana girdiğimizde Ertuğrul farketmiş. Bize ayrılan masalara CAT yazmışlar. Sonradan anladık ki “caterpiller”ın kısaltması. Yani “Kırkayaklar” diyorlarmış  Biz gitmeden namımız gitmiş anlaşılan.
Tuğrul abi “FB şampiyon olursa Island Peak’e tersten çıkacağını, eğer becerebilirse çifte telli oynayarak çıkacağını beyan etmişti “. Fenerbahçe şampiyon olmayınca Tuğrul abi de zirveden vazgeçti. O gün herkes şampiyonu merak ediyordu.
Öğlen, sarımsak çorbası içtik. Patates haşlama ve sade makarna yedik tabii bolca çay içtik. Günlük 3 litre su almıştım yanıma, yukarı çıkana kadar hepsini içtim.
Yol üzerinde Everest’de ölenlerin anısına dikilmiş tapınaklar ve levhalarla karşılaştık. 15 dakikalık molamızda; hem dinlendik hem de genç yaşta dağlarda ölen yabancı dağcıların ve şerpaların kimler olduklarına baktık. Hava daha da soğudu artık.
16:00’da Lobuche’deydik. Lobuche’deki mekanımız da tıpkı diğerleri gibi ama biraz daha az konforlu. Yarın Gorak Shep ve Everest B.C’e gidiş-dönüş’lü 11 saatlik yürüyüşümüz var.
Yine yemek servislerimiz şerpalarımız tarafından yapıldı. Ardından sonu gelmez çaylarımız. Sağolsun Bibi bizi bayağı bir doyurdu. Hatta onların çayı kesmedi, Ahmet’in kuşburnu çaylarından içtik.
Şerpalardan “Bibi” günlerdir en çok sevdiğimiz, bize çok masum gelen, içlerindeki en yaşlı (53 yaşında) ve en zayıf olanı. Bibi Şerpa 4 kez Everest Ana Kamp’tan Namche Bazar’a kadar 4 saat süreyle koşmuş. İnanılır gibi değil adam bir maratoncuymuş. Takdir ettik kendisini.
Üç günlük su parası 1.150 rupi ödedim. Biraz daha ucuz olsun diye birkaç gündür suları toptan alıyoruz. 1 litre su 250 rupi’ye kadar çıktı, daha da çıkacak.
11 Mayıs 2008 Pazar - Lobuche (4910) / Gorak Shep (5140 mt)
Yine tost ve yumurtalı kahvaltımızı yaptık. Hurçlarımız hazırlandı, çantaları sırtlandık ve saat 07:30’da Gorak Shep’e doğru yola çıktık. İlk 100 metremiz oldukça dikti. En zorlu etaplarımızdandı. Zor kısmı aştıktan sonra 5000 mt.de mola verdik ve grup fotoğrafı çektirdik. Fotoğraf çektirirken “Yak cheese” dedik. Havang arkadan seslendi “Noo, Nak cheeese”. Nak dişi olanı çünkü. Bundan sonra coğrafya tamamen gri ve beyazdı. Yürürken bile montlarımız üzerimizdeydi, güneş olmasına rağmen hava oldukça sertti.
12:00’de Gorak Shep’teydik. Burası bu yükseklikteki son mekan. Ve konaklamak için bundan başka yer de yok. Kocaman bir salonu var. Yine ortada bir soba ve etrafında masalar, oturma yerleri (minderli sekiler). Bir ara “Burası düğün salonu gibi” dedim. Ertuğrul “Aman haa, sakın yüksek sesle söyleme, sonra galeyana gelip halay malay çekerler, sonra işin içinden çıkamayız. Millet telef olur” dedi. Haklıydı tabii. Bir üst kattaki odalara çıkarken bile yoruluyorduk.
Çaylarımızı içtik, çorbamızı ve haşlanmış patatesimizi yedik ardından makarnayla klasik menümüzü eksiksiz tamamlayıp 13:30’da Base Camp’e doğru yola çıktık. Aslında B.C. çok yakın ama normal patika yok. Ve hava kararmadan gidip, dönebilmek için daha hızlı hareket etmemiz gerekecekti. 6-7 kişi baştan gelmeyeceğini söyledi. Aslında akıllılık etmişler sonradan anladım.  Eğer Dingboche’de bir gün fazladan kalmasaydık / program değişmemiş olsaydı hepimiz gündüz gözüyle rahat rahat görebilecektik Base Camp’ı. Ya da 1 günümüz daha olsaydı iyi olurdu. Neyse çıktık yola, bedenler yorgun, vakit az, hava da bozuyor. 2 saatlik zorlu inişli-çıkışlı yürüyüşten sonra ben ve birkaç arkadaşım geri dönme kararı aldık. Çünkü birşey göremeyecektik ve çok yorulmuştuk. 2 şerpa ile birlikte biz (6 kişi) geri döndüğümüzde saat 17:15’ti ve son 100 metre’de karla karışık dolu yağıyordu. Bizden 1 saat sonra da Ertuğrul, biraz fenalaşmış vaziyette Murat’ı (Fethiye’li) getirdi. Onlardan sonra da kalan ekip 19:15’te geldi. Yakınına kadar varmışlar çadır kentin ama hava karardığından pek birşey görememişlerdi.
İyi ki de erken dönmüşüz, hatta hiç gitmeyip dinlenseydik daha iyi olacakmış, çünkü yarın Kalapathar tırmanışı ve devamında da dönüşümüz var.
Gorak Shep’deki mekanımız en güzellerinden. Bu kadar yüksekteki kalınacak tek yer neredeyse. Etrafında başka bir yerleşim yeri yoktu. En yakınında Everest Base Camp var. Mekanın odalara giden tüm koridorları katılımcıların anılarıyla dolu. Genellikle t-shirtlerine adlarını, ülkelerini geldikleri tarihleri falan yazıp asmışlar. Bazıları iç çamaşırlarını asmışlardı duvara. İlk bakışta çamaşır satan mağazanın vitrini gibi gelmişti, anlam verememiştik. Sonradan bize de sempatik gelmeye başladı. Öğrendiğim kadarıyla, bizim Fethiyeli’de t-shirt’ünü imzalayıp asmış duvarlardan birine.
12 Mayıs 2008 Pazartesi - Gorak Shep (5140 mt) – Kala Patthar (5550) – Dingboche (4410)
Kala Patthar Nepal dilinde “siyah kaya” anlamına geliyormuş. Burası, Everest panaromasının görüldüğü en güzel noktalardan birisi. Hatta Everest posterlerinin altında hep “Kalapathar zirvesinden görüntülenmiştir” diye yazar. Sanırım bizim bugün pek şansımız yok, hava biraz kapalı.
Dün gece yine uyuyamadım. Akşamları uyku tulumuna giriyordum, yorgun ve uykusuz olduğum için, bu gece artık uyurum diyordum ama nafile. Bir saat ya da iki saat sonra uyanıyordum. Hani, birşeye canınız çok sıkılır da fenalaşırsınız, o an orada durmak istemez uzaklaşma ihtiyacı hissedersiniz ya. Bazen öyle bir boğulma hissi peydah oluyordu. Tulumdan çıkıp oturur vaziyette duruyordum. Sonra tekrar tuluma giriyordum ama uyku muyku hak getire. Sabaha doğru biraz sızmışım. Uyanıp hurçları topladık ve 07:00’de bir kat aşağıdaki restauranta indip kahvaltımızı yaptık.
Servet ödeyerek bugünkü sularımızı aldık (1 lt su 300 rupi). Termos için sıcak su almıştım (1 lt sıcak su 100 rupi) ama onu da yanıma almayı unutmuştum.
Her zamanki gibi 08:30’da tırmanışa başladık. Biz yükseldikçe hava daha da sertleşiyordu. Siyah kaya demekte haklılarmış, o kadar beyazlığın arasında en koyu zemin burasıydı. Tempomuzu hiç bozmadan zirvenin 50 metre altına kadar geldik. Biraz dinlendik, birşeyler atıştırdık. Sağolsun Ahmet badim, sıcak suyunu benimle paylaştı. Tırmanış süresince de badilerim bana iyi baktılar.
Enerji içecekleri ve sıcak çaylarla onların sayesinde çok rahat bir tırmanış yaptım. Burası bayağı iyi esiyor. Bütün kalın giysilerimizi, berelerimizi, eldivenlerimizi vs hepsini giyindik. Fotoğraf makinalarımızı aldık ve çantalarımızı aşağı boğazda bırakıp son 50 metreyi de tırmandık. Bu kısmı biraz zorluydu, büyük kaya bloklarını aşarak yükseliyorduk.
Allahtan yağmur falan yoktu da kayalar kuruydu, yoksa halimiz nice olurdu. Gorak sheep’den ayrılışımızdan 3 saat sonra zirveye varmıştık.
Kala patthar’ın zirvesindeyken bile bir dağın zirvesinde olduğumu hissedemedim. Nasıl olsun ki ? Arkada dev gibi Pumo Ri (7165 mt) duruyor. Pumo Ri’ye “Everest’in kızkardeşi de” deniyormuş. Onun yanında Kala patthar (5550 mt) tepe gibi duruyordu. Önümüzde Everest B.C., buzul gölleri, hatta buzul çatlakları gri ve beyazın her tonu muhteşem bir görüntü oluşturuyordu. Hava biraz daha açık olsa tadından yenmeyecekti ya, yine de çok güzeldi.
Neyse; zirvede fotoğraf falan çektirdik, hatta biraz da oyalandık belki hava yüzümüze güler, açar diye ama nafile. Tam tersi, hava bozmak üzereydi ve terimiz soğumasın diye hemen aşağıya indik. Gorak Shep’deki mekana vardığımızda saat 13:00’tü.
Geldiğimden beri sadece Phakding’de doğru dürüst uyuyabilmiştim. Uykusuz olunca da insanın yürüyesi falan gelmiyor. Mustafa’nın önerisiyle bugün çanta taşımamaya karar verdim. Çok yolumuz vardı ve pek halim de yoktu. Kalapathar dönüşü çantamı  öncü şerpalarımızdan Genju almıştı. İnanılmaz insanlar, molalarda hemen koşup yanıma geliyordu su içebileyim diye.
Öğlen yemeğimizi Gorak Shep’deki mekanda yiyip 14:00 gibi dönüşe geçtik. Bugün de yolumuz uzun, hem zirve yaptık hem de 4410’daki Dingboche’ye kadar yolumuz vardı. Yani 1000 metre alçalacağız.
Dhukla’daki çay molamızın ardından Dingboche’ye devam ettik. Hava karardı ve daha bizim 2 saatlik yolumuz vardı. Rehberlerin defalarca söylemelerine rağmen herkeste fener yoktu. Bir süre sonra Ahmet abi “fenerini açmak istediğini, rahat yürüyemediğini” söyledi. Ben de aynı dertten müzdariptim. Bunun üzerine Ertuğrul “Fenerleriyle gitmek isteyenler önden gitsinler” dedi. Önde Genju, arkada Ahmet abi ve en arkada da ben, fenerlerimizi açıp rahat rahat önden yürüyüşe devam ettik. Önden gitmek daha da keyifli gelmişti. Sessiz sakin, alacakaranlıkta yürüyorduk. Arada bir Ahmet abi dönüp kontrol ediyordu beni, başıma birşey gelmesin diye. Arkamızdakilerle arayı açınca da, tepe lambalarımız vasıtasıyla işaretleşiyorduk. Böylelikle onlar bizden haber alabiliyorlardı, biz de onlardan.
Varışa 300-400 metre kala Dorje karşıladı bizi. Geç kalınca merak etmiş, yola çıkmış. Hepimize tek tek “yorgun musunuz ? çantanızı almamı ister misiniz” diye sordu. Kibar şerpalarımızın insanlıkları, topraklarındaki zirveler kadar yüce...
Dingboche’ye vardığımızda saat 20:00 idi. Sıcak çorbalarımızı içtik. Kırkıncı makarna ve patatesimizi yedik. Ertesi gün Namçhe Bazar’a inişimiz vardı.
13 Mayıs 2008 Salı – Dingboche (4410) – Namche Bazar (3440)
Bugün vedalaşma günü, Island Peak’cilerle yollarımız ayrılıyor. Sabahtan hurçlar iki gruba ayrıldı. Bizden ayrı gidecek şerpalarımızla ve arkadaşlarımızla vedalaştık. Bugün biraz hüzünlü müyüz ne ? arkadaşlarımıza da iyice alıştık. Badilerimin üçü de Island Peak ekibindendi. Meğer çok alışmışım onlara.
Bizim olayımız bitti sayılır, artık dönüş yolundayız. Aralarında Tunç ve Ertuğrul’un da olduğu 7-8 kişilik ekip yeni rotalarına doğru gidecekler ve bizler de Mustafa’nın rehberliğinde Katmandu’ya kadar gideceğiz. Şerpaları da paylaştık, Bibi Şerpa bizimleydi. Devam edeceklere başarılar diledik ve inişe başladık.
Biz yürümüyorduk adeta koşuyorduk. Gerçekten de aklimatize olmanın rahatlığıyla, oksijen arttıkça bizdeki enerji de artıyordu. Öğlen tam vaktinde Tengboche’deydik (3860). Meşhur sarımsaklı çorba, makarna ve patates üçlüsünü midelerimize indirdik. Su takviyelerimizi de ayarlayıp devam ettik. Telefonların çektiği yerdeyiz, bu sefer ayarlamıştım, telefonum yanımdaydı. Çok az çekse de Hakan’la ve annemle konuşabilmiştim. Annemi günler öncesinden tembihlemiştim, “oralarda telefon çekmiyor, en az 10 gün size ulaşamayacağım” diye. Ama sanki ben hiç öyle şeyler söylememişim gibi “kızım kaç gündür senden haber alamadık, niye aramadın ?” dedi.
Planlanan da erken bir saatte 18:30’da N.Bazar’daki sevimli pansiyonumuza varmıştık. Buranın sevdiğimiz bir yanı da duş alabiliyor olmamızdı. Sırasıyla hepimiz duşlarımızı aldık. Bizde bir parlaklık, bir paklık ki öyle böyle değil. Neredeyse birbirimizi tanıyamayacaktık.
Bol manzaralı kafeteryada oturduk muhabbet ettik, ve yemeklerimiz geldi. Patates böreği (çok güzeldi), patates kızartması, gerçekten. Ve olmazsa olmaz çaylarımız. Aslında sıcak su demek daha doğru olurdu. Kocaman termoslara bir ya da iki poşet çay atıyorlardı. Hani en açık sarı olanından ve inanılmaz tüketiyorduk. Her molada yemeklerden önce ve sonra her daim çaylarımız oluyordu. Şerpalarla en çok yaptığımız diyalog “more tea please”.
Aaaa bu gün bir sürpriz var, Elmalı tatlı yapmışlar. Sağolsunlar. Tırmanışta geldiğimizde de çikolatalı börek yapmışlardı. Hazır çikolataları (sneekars) hamurların arasına koyup kızartmışlardı. Akşamdan yiyemeyip ertesi güne saklamıştım, çok işe yaramıştı.
Bugün 4300’den 3500’e 10 saatlik güzel bir yürüyüş yapmıştık, çok mutluydum. Ilk geldiğimizde kimse denememiş galiba, burada da telefonlar çekiyor. Harika... Yukarıdan çok rahat konuşamamıştım. Akşam yeniden aradım ve az da olsa hasret giderebilmiştim.
Bugün Banu biraz rahatsızlandı. Mide-barsak sorunu yüzünden halsiz düştügü için, gelirken biraz zorlandı. Akşam kafeteryada Murat iğne yaptı. Ancak ertesi gün öğrendik ki, geceyi bayağı bir zor geçirmiş. Mustafa ve Nurcan epeyce ilgilenmişlerdi.
14 Mayıs 2008 Çarşamba –Namche Bazar (3440) / Pakhding (2610) / Lukla (2840)
Bugün de yolumuz uzun ve yürüyüşümüzün son günü. Saat 08:30’da Namçhe Bazar’dan Phakding doğru hareket ettik. Çoğunlukla inişti. Yolda bolca fotoğraf çektim, şerpaları seyrettim. Hepsi de çok zayıflar. Bir deri, bir kemik. Ama bir o kadar da mutlu görünüyorlardı. 13:30 gibi de yemek molamızı verdik. Menüyü yazmama gerek yok artık. 14:00’te de Lukla’ya doğru yola çıktık. Sürekli tırmandık. Manzaraya diyecek yoktu.
Bugün, Lukla’da şerpaların festivali olduğundan yollar fazla kalabalık değildi. Festivalin adı; Mutlu Tanrılar Festivali’ymiş. Akşam 17:00 gibi de Lukla’ya vardık. Pakhding – Lukla arası çok güzel geçti. Yanlız başıma yürüdüm. Manzaralara bakıp bakıp iç geçirdim, hayaller kurdum, sevdiklerimi andım, şükrettim, vs...
Lukla’daki mekana hepimiz toplandık, eşyalarımızı odalarımıza attık.
Banu, bugün de çok zorlandı. Phakdink’e kadar çok iyiydi ama Lukla’ya çıkışta çantasını Mustafa almış ve son olarak onlar da geldiler. Ekip tamamlanmış oldu. Hemen çaylarımız geldi, en açığından. Yemeklerimizi beklerken İzmir’li üç arkadaş çilingir sofralarını kurdular. Zeytinyağlı sarmalar, barbunya plakileri, kuruyemişler ve mutfaktan gelen patates kızartmasıyla masalar donandı. Hepimiz masaya davet edilmiştik, özlemişiz bu tadları. Günlerdir patates, makarna yemekten, renkli birşeyler görünce gözlerimiz kamaştı. Adana’lı arkadaşımız ısrarla çapati istiyordu, mutfaktakiler de inanamadılar. Genju buldu biryerlerden de getirdi. Meğer barbunyanın dibini sıyırmak içinmiş. Başka bir arkadaşımız da patates kızartması krizine girmişti. Sanırım patates bağımlılık yapıyor. Bu akşam Everest biraları pek revaçtaydı.
Yemek sonrası, odanın camlarını açıp havalandırayım diye odaya gittim ki ne göreyim; odada minik bir göl oluşmuş. Akşam üzeri yağan yağmurdan olsa gerek diye düşündüm. Rehberimiz Mustafa’ya odayı gösterdim, sağolsun hemen yeni bir oda tahsis etti. Ben eşyalarımı taşıdım ve yerleştim.
Yeni odam fena değildi ama kapı arkadan tam kilitlenmiyordu hatta kapanmıyordu. Gecenin bir yarısı odanın kapısı yarım aralandı ve ışığı açıldı. Sonra birisi “sorry” diyerek geri kapattı. Işığı açık unuttuğu için tulumdan çıkmak zorunda kaldım ve uykum kaçtığı için bu gece de uyuyamadım.

15 Mayıs 2008 Perembe – Lukla (2840) – Katmandu (1300)
Bugün Katmandu’ya uçuşumuz var. Sabah 06:00’da hazır olmalıyız. Akşam yağan yağmur bizi biraz endişelendirdi. Havanın kapalı olması durumunda uçaklar gelemiyor. Hava açık gibi sanki. Hepimiz 05:00’te kalkmıştık. Hurçlar hazırlandı, ağızları kilitlenmeden şerpalar tarafından hemen yandaki alana götürüldüler. Alanda arama-kontrol yapıldığından hiçbirimiz kilitlemedik.
Biz de siren sesini bekleyerek kahvaltımızı yaptık. Saat tam 6’da beklenen çağrı baş şerpa Navang tarafından yapıldı. Bir an önce alana gidip kontrolden geçmek gerekiyordu. Koştur koştur alana vardık. Navang uçuş kartlarımızı dağıttı. Polis aramasından da geçtik. Kimilerimiz bayağı bir arandı. Saat 06:20’de minik uçağımız gelmişti. Hepimiz çok mutluyduk, çünkü uçak gelmeyebilir diye biraz endişemiz vardı. 06:40’da uçağımız havalandığında Himalayalara şöyle bir bakıp, minnet ve sevinçle birbirimize “bunu da atlattık” bakışları attık. Yaklaşık yarım saat sonra da Katmandu’ya varmıştık.
Alanda diğer uçakla gelen arkadaşlarımızı ve hurçlarımızı bekledik. Hurçlar da gelmeye başladı, birkaç tanesinin ağzı açık görünüyor. Bir tanesi bayağı bir tarumar olmuş durumda, yaklaşınca benim hurç olduğunu anladım. Sanırım benimki arandıktan sonra iyi kapatılmamış. Neyse ki eşyalarım tamdı, kayıp varsa da hala farkında değilim :)
Katmandu’daki otelimize vardık. Erken olduğu için, odalarımız hazır değildi. Bizler de kahvaltı salonuna geçtik. Hepimiz daha önce ve sonrasında hiç yemediğimiz sebzelere sarıldık. Tabii sadece ilk gün yedik sonraki günler normale dönmüştük. Kahvaltımızı bitirip, oda anahtarlarımızı teslim aldık. Ardından daha evvelden otelde bıraktığımız temiz eşyalarımıza da kavuşup odalarımıza çekildik. On gündür üzerime yapışmış olan, toprakla bir bütün haline gelen pantalon ve botlarımdan nihayet kurtulmuştum. İlk geldiğimizde viranhane gibi gelen otelimiz, dağdan dönünce çok konforlu gelmişti.
Öğlen 12:00’de lobide toplandığımızda birbirimizle yeni tanışmış gibiydik. Herkeste bir parlama, bir temizlik inanılır gibi değildi. Mustafa rehberin öncülüğünde hep birlikte, ilk gün geldiğimiz ve sonraki günlerde de mesken bildiğimiz The North Field Rest.’a gittik. Birkaçımız hariç hepimiz et istedik. Siparişlerimiz geldiğinde hepimiz saldırıya geçtik. Yiyişimizi kameraya çeken olmuş mudur bilmiyorum. Erol Taş misali yalana yalana güzel kebaplarımızı bir güzel midelerimize indirdik. En favori yemek “fajita” idi. Fajitalar, dumanı üstünde, cızırtısı içinde, hala pişiyor vaziyette toprak çanaklarda servis ediliyor. Üstünde de folyolanmış lavaş ekmek. Tabii bununla da bitmedi, yanında fasulye-barbunya benzeri bir meze ve yoğurtla servis ediliyor. Adana’lı arkadaşlarımız kendi usullerince dürüm yapınca bizler de peşlerinden aynı şekilde dürüm yapıp, huşu içinde yedik.
Yemek sonrası Mustafa, turistik mekanı bize tanıttı. Sokak sokak, dükkanları ve neleri yapıp yapmayacağımızı anlattı. Kaldığımız Thamel adındaki bölge; alışveriş mekanları, otel-motel pansiyonların olduğu, bar ve restaurantları ile Katmandu’nun turizm merkezi.
Bugün öğleden sonramız serbestti.Tanıtım turundan sonra bir kaç arkadaşla tütsü kokan dükkanları dolaştık. Ufak tefek birşeyler aldık ve akşama sözleştiğimiz Noddle Bar’a gitmek üzere 19:00’da otelde buluştuk. Noddle Bar Katmandu’da çok populer bir mekan. Ve bizim kaldığımız Vaishali Oteli’nin hemen yakınında. Everest’e tırmanan tüm yabancılar hayatları boyunca oradan ücretsiz yemek yiyorlarmış. Mustafa henüz başvurmadığı için o da bizimle birlikte ödemesini yaptı. Duvarlar tavanlar, dağa çıkan, trekking yapan insanların imzalarıyla dolu. İmzalar da rastgele yazılıp çizilmemiş. Büyükçe bir ayak şeklinde beyaz kartonlar düşünün, kimi harita çizmiş kimi karikatür yapmış. Tarihleriyle birlikte yazıp boş buldukları alanlara asmışlar. Bizler de birkaç Türk gruplarının ya da ferdi tırmanışçıların adlarına rastladık.
Katmandu’nun güzel kebaplarına akşam da devam ettik ama mideler küçülmüş mü ne bitiremedik. Sonra da Mustafa’nın ayarladığı bir sürprizle, beyaz ayak (adım) kartonumuz geldi. Marifetli arkadaşlarımız ilk düzenlemelerini yaptılar. Üst köşeye’de boya kalemleriyle Türk Bayrağı çizildi. Ardından hepimiz adlarımızı yazdık. Island Peak ekibindekileri de ekledik. Katmandu’daki ilk günümüzü, bu ünlü turistik mekanda bitirip, yüzümüzdeki gülümsemelerle otelimize dönmüştük.
16 Mayıs 2008 Cuma –Katmandu (Bakhtapur, Bodnath Stupa, Pashupatinah)
Sabah 09:00’da lobide toplandık. Bugünkü programımızda Bakhtapur, Bodnath Stupa ve Pashupatinah var. Göreceğimiz yerler Unesco tarafından koruma altına alınan çok sayıdaki Budist ve Hindu tapınaklarından birkaçtanesi.
Otelin önünden minibüse bindik, normalde 15 dakika olan yolumuz trafik keşmekeşinden dolayı 40 dakika sürdü. Yol boyunca, araçta bizimle birlikte olan rehberimiz, gideceğimiz yerler ve Nepal hakkında bilgiler aktardı. Bakhtapur Hinduların mekanı.
Araçtan iner inmez “Zamanda yolculuk” belgeselindeymişiz hissine kapıldım. Etrafta tarifsiz bir huzur vardı. Bu huzur ve dinginlik, inançla ilgili bir durum olsa gerek. Halk, sahip olduklarıyla çok mutlu görünüyor. Sanki kimse daha fazla istemiyor ve beklemiyor. Bu, reenkarnasyona olan inançlarının kuvvetli olmasına bağlanıyormuş. Bir sonraki hayatlarında çok daha farklı bir yerde olacaklarına inanıyorlarmış. Bu inanç sadece Bakhtapur’da değil, Nepal’in genelinde var. Özellikle Nepal sınırları içinde ve yüksek alanlarda bulunan Tibet köylerinde.  
Katmandu’da fakirlik görünüyorsa da, burada gözünün içine sokuluyor. Zayıf, cılız yanık tenli yaşlı insanlarla dolu. Çoğu, bulduğu bir gölgelikte kendi yaşıtlarıyla muhabbette, ya da bir duvarın dibine yaslanıp uyuklamada. Orta yaşlı pek yok, çoğunlukla yaşlılar ve çocuklar.
Nepal’li rehberimizin (Hindu) eşliğinde, yakıcı güneş tepemizde, eski şehri dolaşmaya başladık. Bugün hava inanılmaz sıcak. Ne şapka var, ne de güneş kremi. Akşama ne hale geliriz Allah bilir.
Şehre girer girmez ilk gözümüze çarpan şey, en ilkel şekille harmanlama (sap ve samanı ayırma işlemi) yapan çiftçilerdi.
Topladıkları ekinlerini minik balyalara ayırıp, tarihi mekanların ortasına yaymışlar.
Maaile, ellerindeki birer demet kurumuş otları (hangi mahsul olduğunu anlayamadık) yere vurarak, başak kısımlarını ayıklamaya çalışıyorlardı. Hiçbir tarım makinası yok. Henüz işlerini kolaylaştıracak bir aletle tanışmamışlar. Ülkede sanayi sıfır. Yaptıkları iş biter mi yaa ? Bu ne sabırdır Allahım !... Biraz daha içlere doğru ilerliyoruz; yine yaşlı bir grup topraktan hediyelik seramik eşyalar yapıyorlardı. Birileri şekil veriyor, diğerleri kovadaki boyalara batırıp çıkarıyordu.
Bunları görür görmez, hepimiz fotoğraf makinalarına ve kameralara sarıldık. Ben de uzaktan birkaç tane fotoğraf çektim. Kibar ve misafirperver insanlar, izin isteyince de hiç geri çevirmiyorlardı.
Burası, tam bir açıkhava müzesi. Bakhtapur’da dolaşırken sanki film setinin içinde dolaşıyorduk. Eski yerleşim yeriymiş ama, sanki insanlar da eski. Sokaklar bazen iki insanın bile yan yana zor geçebileceği darlıkta. Belgesellerde ya da macera filmlerinde gördüğümüz sahneler, meğer gerçekmiş J.
Öğlen şehrin ortasındaki 3 katlı restauranta gittik. Patates kızartması (değişiklik olsun diye) ve kola siparişi verdik. Sokağı dolaşırken şapka buldum, rengarenk, eski püskü birşeydi ama aldım. Bir ara Mehmet abi (Girgin) gelip “bunu nerden buldun, bana da alalım aynısından” dedi. Zaten Katmandu’da ne zaman elimde poşet görse “ne aldın ?” diye soruyordu. Sonra da ekliyordu “biz ne alacağımızı bilemiyoruz, İzmir’e elimiz boş gitmeyelim”. Yemek sonrası saat 13:00’de toplanıp bir başka gezi noktamız olan, Budistlerin mekanı Bodnath Stupa doğru yola koyulduk.
Bodnath Stupa 14. yüzyılda inşa edildiği sanılan ve Nepal’in Tibet’li azınlığının en önemli manastırı. Stupa’nın (kubbe) tabanı dünyayı sembolize eden bir dairenin üzerinde yer alıyor ve içinde Buda’nın kemiklerinin bulunduğuna inanılıyor.
Budha’nın gözü heryerdeydi. Budist inancında Budha herkesi herşeyi görüyor. Meydanın ortasında kocaman bir beyaz stupa. Stupa’nın her tarafında dua bayrakları asılıydı. Budistlerin ellerini ve alınlarını sürdükleri belirli işaretli yerler vardı.
İlk gözümüze çarpan şey Budistlerin Hindu’lara göre daha temiz olduklarıydı. Mekanda sigara içmek bile yasaktı. Sıcaktan ve susuzluktan kurtulmak için Berrin’le bir restaurant – cafe okunu takip ederek 3.kattaki terasa çıktık. Manzara müthiş. Garsonun yardımıyla %100’lük gölgeyi sağlayıp limonlu sodamızı ve sularımızı içtik. Sonra da sessiz sedasız etrafı izledik. İbadet edenleri, fotoğraf çekenleri, şaşkın turistleri ve genç-yaşlı budist rahipleri seyrettik.
Saat 16:00’da Budistlerin mistik mekanına veda edip, 15-20 dakika sonra, bugünkü son durağımız olan Pashupatinath’a vardık.
Pashupatinath; Nepal’in en önemli Hindu tapınağı. Hindistan’ın Ganj Nehri gibi kutsal olduğuna inanılan Bagmati Nehri’nin kıyısında yer alıyor. Buraya Hindu olmayan giremiyor ancak ölülerin yakıldığı kutsal basamakları görebiliyorsunuz. Ölü yakmadan bahsetmişken; sadece Hindu’lar yakmıyorlar, Budistler de ölülerini yakıyorlarmış ama başka bir nehirde. Dünyanın diğer bölgelerinde Budistler ölüleri yakmazlarmış, buradakiler Hinduizm’den etkilendikleri için çoğu ölülerini yakıyorlarmış. Halkın %80’i Hindu. Yine internetten öğrendiğim bilgiye göre; Şubat-mart aylarında gerçekleştirilen ve yüzlerce Sadhu’nun katıldığı Shiva’nın doğum günü (Shivati), en önemli festivali’ymiş.
Psikolojik mi, yoksa gerçekten kokuyor muydu tam emin değilim ama maske taksak yeriydi. Nehrin kıyısında, halihazırda yanan ateşler vardı.
Hazırlık mıydı yoksa gerçekten yanan ölü var mıydı içinde ? Düşünmesi bile ürkütücü. Nehir demeye bin şahit ister, bataklık gibi birşey. Küresel ısınma heryeri kurutuyor. Nehrin içinde ne ararsan var. Hatta içinde dolaşıp birşeyler arayan insanlar bile vardı. Bizi en çok dehşete düşüren de, nehrin kenarındaki bir adamın dişlerini fırçalamasıydı. Hangi suyla yaptığını tam göremedik ama muhtemelen yakınında akan bir çeşme vardı. Bir de nehrin kenarına rast gele saçılmış renkli kıyafetler vardı, daha çok kadın elbisesine benziyordu. Neden bırakılmıştı, bir anlamı var mıydı anlayamadık.
Nepal’i anlatan kitaplarda ve dergilerde bolca fotoğraflarını gördüğümüz Sadu’lar yine yerlerini almışlardı. Gerçekten de tam fotoğraflıklardı. Bahşiş (para) almadan fotoğraf çektirmiyorlardı. Ben de yanımdaki bozuk paralar karşılığında birkaç poz fotoğraf çektim.
Sadu’lar dünya nimetlerinden vazgeçmiş, aydınlanma yolunda ilerleyen saygın kişiler olarak bilinir. Hindu inancında onlara bağışta bulunarak ve onlara dokunarak kutsanmış oluyorlar. Çıplak olan dervişler vücutlarına  kül sürüyorlar. Ateşin külleri ölümü, çıplak bedenleri insanın gerçek hali olan doğum anındaki halini simgeliyor. Külleri bedenlerine sürmelerinin sebebi ise aydınlanmaya giden yolda ölümü aştıklarını göstermek. Hinduizme göre, ruh ölmez ve bedenden bedene geçer. Bu ruh göçü bitmek bilmeyen acıların ifadesidir. Acı çeken ruh, bedenden bedene geçerek acıyı da sürdürmüş olur. İşte bu acıyı sona erdirmenin tek yolu aydınlanmadır. Ancak aydınlanan ruh Nirvana’ya geçebilir, acı çekmekten kurtulur ve rahata kavuşur. (Coşkun Aral – Ganj Nehri’nin hacıları serisinden alıntıdır).
Turist otobüsünü görünce klasik karşılamalar oluyor. Satış yapmaya çalışan insanlar ziyaretlerimiz süresince hatta minibüs hareket edene kadar ayrılmadılar. Akşam yemeğimizi, yine The North Field’da yedik. Bu sefer grubun yarısı vardı.
 
17 Mayıs 2008 Cumartesi – Katmandu (serbest günümüz)
Sabah kek ve meyve salatasından oluşan klasik kahvaltımızı yaptık. Saat 10:00 gibi alış-veriş yapmak üzere, hepimiz farklı farklı sokaklara dağıldık. Akşam 18:00’e kadar sokakları bir bir arşınladık. Hele ben uzaktaki bir mağazaya en az 3 kere gidip-geldim. Biraz daha ucuz, orjinal olmayan malzemelerden epeyce satın aldık.
Mustafa, Nepal Turizm Ofisi’nden verilen (TIMS – Trekkers’ Information Management System) kartlarımızı dağıttı. Kartlarda yürüyüşçülerin bilgileri (ad-soyad, ülke, pasaport numarası vs.), hangi tarihlerde hangi parkurları yürüyecekleri ve bunların izin kaşeleri – imzaları mevcut. Kapağında dağ ve 4 yürüyüşçünün fotoğrafının –iç kısımda yukarıda yazdığım bilgiler var – arka tarafında da çok şirin bir yak fotoğrafının olduğu kartlarımızı alınca cok mutlu olduk. Böyle birşey beklemiyorduk. Gruptan birisi Mustafa”ya “bunları çıkışta gösterecek miyiz ?” diye sordu. Mustafa da “evet ama arkasını” dedi. Cok komik adam.
Mustafa tanıdığım dağcılardan biraz farklı. Sempatikliğinden, ince espirili oluşundan, tur süresince bize gösterdiği sabırdan bahsetmeyeceğim. Genelde dağcılara “Şuraya nasıl çıktın ?”, ya da “Abi çıkış zor mu?”  benzeri sorular çok sorulur. Alışılagelmiş cevaplar da şu şekildedir ; “evet zor tabii, ama çok çalışmak lazım. İdman yapıyoruz, bu bir anda olacak birşey değil. Yılların deneyimi gerekiyor, herkes yapamaz tabii, önce istemek gerekir” vs. Mustafa nasıl cevap veriyor ? “Abi çok zorlandık yaa, akıllı adam işi değil bu yaptığımız”, “Bir keresinde az kalsın ölüyordum”, “Yarım saatte kramponu bağlamaya uğraştım yine beceremedim” ... İşte bunlar, çoğunun başına gelen olaylar ama genelde anlatmıyorlar. Herkes sonucu söylüyor, “Yaptım oldu” şeklinde.
Hepimiz Mustafa’yı çok sevdik. Rehberlik ona çok yakışıyor. Çok doğal, içinden geldiği gibi davranan, kibar ve yetenekli bir insan. Dilerim, zirveleri bol olsun, sağlıkla gidip gelsin. Bizlere de yine kendi tarzında anılarını anlatsın.
Nepal’deki tur firmamız, bizim için özel bir gece düzenlemişti. Nepal yemeklerinin ve Nepal’e özgü gece eğlencesinin olduğu özel bir mekana davetliydik. Akşam 18:30 gibi yürüyerek bahsi geçen mekana vardık. Girer girmek ayakkabılarımızı çıkarttık, kapıdaki görevli tarafından anlımızın ortasına kırmızı boyalar sürüldü. Ayakkabılarımız çıkınca yer sofrasına yerleşeceğimizi anladık.
İçerisi dökdörtgen şeklinde, boydan iki uzun masa ve yerlerde minderler var. Kurulduk uzun yer safrasının etrafına. Kimimiz bağdaş, kimimiz yarı bağdaş kurdu. Bazen de uzattık ama yine de çok rahat edemedik. Arada bir ortalarda dolaştık. Servis yapılan kap kaçakların tamamı hatta kadehlerimiz bile bakırdı. Neyse ilk önce Nepal’e özgü olan “Pirinç Rakısı” ikram edildi. Minik bir güyümle önce aşağıdan başlıyor hoop, yukarıya doğru guyumu kaldırarak servisler yapılıyor. Rakı kadehlerimiz de; kahve fincanının tabaklarını düşünün, onların yarısı kadar birşey. Kimisi tek yudumda içti. Tabii hemen tazeleniyor kadehler. Benim gibiler de, yalana yalana gecenin sonuna kadar ancak birini bitirebildi. Çok sert birşey !
İkramların ardı arkası kesilmedi. Pilavlar, patatesli, tavuklu sebzeli yemekler. Kendilerine özgü soslar. En çok beğendiğimiz de bizdeki mantı tarzı olan “momo”lardı. Çok lezzetli birşeydi.
Tabii bu yemeklerin tamamı acılı ve baharatlıydı. İlk gelenlerden patates kızartması da buna dahil. İkram aralarında yöresel danslar, gösteriler sergilendi. Hatta tam kalkmak üzereyken dansçı Nepal’liler gelip bizleri teker teker dansa kaldırdılar. Bir anda heryer piste döndü. Ayrılık vakti gelmişti artık, güzel mekana veda ettik. Nepal’e özgü tadlarla ve yüzümüzdeki gülümsemelerle, güle oynaya Thamel bölgesindeki Vaishali otelimize geri döndük.
Yarın sabah Katmandu’dan ayrılacağız. Akşamdan hurçları toplamak gerek. Yıllardır hayalini kurduğum gezinin sonu gelip çatmıştı işte. Sanırım tekrar geleceğim bu memlekete.
Biraz fazla alış-veriş olmuş galiba hurçta ve çantamda neredeyse hiç yer kalmadı. Nihayet toparlanabildim ve artık uyku zamanı.

18 Mayıs 2008  Pazar - Katmandu / Doha (Katar) / Bahreyn
09:00’da otelden ayrıldık. Minibüslerin birine hurçlar kondu, diğerine de bizler yerleştik ve yarım saat sonra alana vardık. Nepal’li rehberlerimizle ve Mustafa’yla vedalaşıp içeri girdik. Meşekkatli bir check-in’den sonra nihayet tüm kontrolleri geçerek 11:30’da kalkacak olan uçağımıza yerleştik. Uçak yine çok büyük ve ağzına kadar dolu. Akşam Bahreyn’de, transfer için bir gece konaklamamız gerekecek.
Saat 15:15 hala uçaktayız. Katar’ın başkenti Doha’dayız. Monarşiyle yürütülen ülkede son yıllarda gelişen yoğun inşaat sektöründe çalışanların çoğu yabancı. Bizim uçaktakilerin tamamına yakını indi. Yine internetten öğrendiğim kadarıyla; 600.000’lik nüfusun 450.000’ni yabancılar oluşturuyormuş.
Katar Emirliği, Arap Yarımadası’nın doğusunda bulunan küçük bir ülkedir. Kuzeybatı’da Bahreyn, batı ve güneyde Suudi Arabistan ve doğuda Birleşik Arap Emirlikleriyle çevrilidir. Burası dünyanın üçüncü büyük doğalgaz kaynaklarına sahipmiş. Eklemek istediğim diğer bir bilgi de; eğer Katar vatandaşı iseniz herşey bedava. Eğitim (üniversite dahil) ve sağlık hizmetleri bedava, çocuğunuz varsa devlet size maaş bağlıyor, ülke içi telefon konuşması bedava. En büyük sorunu, susuzluk. Deniz suyunu buharlaştırıp (petrol ile ısıtıp) arıtarak içme ve kullanma suyu elde ediyorlarmış. Bu çok petrol yakılmasını gerektiren pahalı bir işlemmiş, petrol bittiği an suları da bitecek. Klima her yer için büyük ihtiyaç. Devlet fakir vatandaşlarına bedava klima dağıtıyormuş, tabii elektrik de bedava.
Uçağımız önce Doha yolcularını indirdi, bizden başka birkaç turist grubu kaldı uçakta. Temizlik yapılması ve yolcuların gelmeleri bekleniyor.
16:00 gibi yolcular geldi, meyve suları ikram edildi. Sanırım uçak birazdan kalkar. Bekleme sürecinde hosteslerle bayağı bir ahbaplık yaptık. En çok da Bulgar olan renkli gözlü hostesle. Kendisi de Bulgar göçmeni olan Şükrü, hemşehirlisini bulunca kendi aralarında Bulgarca konuştular. Muhabbetimiz onların da hoşlarına gitti. Uçağın en arkasında hosteslerin mekanında muhabbet ederken “burası mutfağınız mı?” dedim. Hosteslerden biri, “evet burası, mutfağımız, şurası oturma odamız...” ve  bayağı bir geyik çevirdik. Özellikle de Gulf Air’in transfer yolcuları için sundukları otellerle ilgili muhabbet geyiğimizin ana konusuydu.
Yolcular geldiler, yerleştiler ama hala telefonla konuşuyorlar. İnanılır gibi değil. Araplar enteresan insanlar. Bizim, bu ve benzeri durumlardan sorumlu arkadaşımız Banu olaya el attı. Hosteslere durumu sordu. Onlar da uçak kalkana kadar konuşabileceklerini söylemişler. Bu da ilginç !..
Sanırım 17:00 gibi Bahreyn’de olacağız. Tüm günümüz uçakta geçecek anlaşılan. Gerçi erken gitsek de yapacak birşey yok aslında ya. Bahreyn’de ne yapılabilir ki. Hiçbirşey yok, hele ki 40 C sıcak havada. Hazır serin serin oturup bekliyoruz, bir taraftan da gelen ikramları değerlendiriyoruz. Neyse uçağımız 16:50’de Doha’dan hareket etti, yaklaşık 1 saat sonra da, sarı kumlu şehir Bahreyn’e vardık.
Transfer uçuşlarında, alana giriyorsunuz önce pasaport kontrolü, ardından uçuş kartlarınızı alıyorsunuz. Daha sonra başka bir yerden konaklayacağınız otelin adını ve evrağını alıp tekrar çıkış kontrollerinizi yaptırıyorsunuz. Çıkmadan evvel de uçtuğunuz havayolu şirketinin danışmanıyla görüşüp otelin şöförünü buluyorsunuz ve aracıyla birlikte otelinize gidiyorsunuz. 10 saatin üzerindeki beklemelerde firma size otel sunmak zorundaymış.
Bir yığın kontrol’den geçerek Bahreyn Carlton Otel’e gittik. Daha otele girer girmez single oda isteyenlerle ilgili bir tartışmaya şahit olduk. Gelişte de single konaklamamıştık ve Mustafa bize, double konaklama yapacağımızı söylemişti. Bu kadar ısrara ne gerek vardı ki ? Sonuçta yine çiftkişi kalındı, boşu boşuna tartışma yaşamış oldular. Daha odalarımıza çıkmadan giriş katındaki otelin restaurantına daldık. Allaaah, salata ! Bize sıra gelmeden bitmişti. Hemen yenilendi tabi en yeşilinden. Yemeklerimiz çok güzeldi, midemiz de gözümüz de doymuştu. Artık yatma zamanıydı ve yorgun bedenleri dinlendirmek üzere odalarımıza geçtik. Aman Allahım, sağdan-soldan, yukarıdan-aşağıdan müzik sesleri geliyordu. Kötü arap ezgileri. Ha bitti ha bitecek derken sabah 06’ya kadar devam etti. Gecenin bir yarısı resepsiyonu aradıgımda “çok normal olduğunu, sabah 05’e kadar devam edeceğini” söylediler... Yapacak birşey yoktu. Hoş, biz de güle oynaya gelmedik bu ruhsuz şehire, mecbur kaldığımız için buradaydık. Sinirlene, debelene sabahı ettik.
Bizim gidişte kaldığımız otel biraz vasattı ve gecenin bir yarısı konaklayan beyler aranıp “masaj ister misiniz, bir arzunuz var mı?” gibi sorular sormuşlardı. Biraz bizdeki Lale’li tarzı olduğundan, özellikle dönüşte farklı bir otel istedik. Ancak bu sefer de bangır bangır müzik seslerinden uyuyamadık. En iyisi mi ? Bahreyn’e hiiç gelmemek.

19 Mayıs 2008  Pazartesi – Bahreyn - İSTANBUL
07:00’de kahvaltıya indik. Epeydir özlemişiz domatesli, salatalıklı üstelik de beyaz peynirli kahvaltıyı. 07:50’de nefis kahvaltının ardından alana gitmek üzere yola koyulduk. Bugünkü uçağımız 09:50. Alana vardık ve direk polis – pasaport kontrolüne geçtik. Freeshoplarda dolaştık ve vakitlice uçağımıza yerleştik.
13:55 nihayet İstanbul’dayız. Memleketimin gözünü seveyim. Hızlıca polis kontrolü, ardından bagajlarımızı teslim aldık. Freeshop’tan en küçük yeğenim Suna’nın siparişlerini de alıp, taksiye atlayıp alandan ayrıldık.
Bu gezide emeği geçen herkese teşekkür etmek istiyorum. Özellikle; Nepal’deki Şerpa ekibimizin tümüne, Explorer ekibindeki tüm rehberlere, Türkiye’nin dört bir yanından gelen, dostluklarını esirgemeyen tüm katılımcılara ve sabredip sonuna kadar okuduğunuz için sizlere çook teşekkür ederim.
Sevgi ve Saygılarımla,
Tezcan

daha fazla fotoğraf için: https://picasaweb.google.com/lh/sredir

4 yorum:

  1. Selamlar. Muhtesem bir yazi!!! Elinize saglik.
    Ayni turu yapmak istiyoruz. Tur sirketinin bilgisini/adresini paylasabilirseniz cok mutluoluruz.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Selamlar, Explorer ile yapmıştık ama artık çalışmıyorlar. Rehberlerinden Ercan S.Kolbakır MONTIS Trips and Expeditions olarak devam ediyor. https://montis.com.tr/. (Geç gördüm özür)
      Umarım ulaşırsınız, yolunuz açık olsun.
      Çok teşekkürler ilginize...

      Sil
    2. Bilgi için çok teşekkür ederim. Size de keyifli yeni yollar yeni geziler diliyorum. :)

      Sil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil