25 Nisan 2011 Pazartesi

AFRİKA - TANZANYA

HAKUNA MATATA
Afrika’ya ait en çok hoşumuza giden, döndüğümüzden beri de dilimizden düşürmediğimiz iki kelime;
Hakuna Matata - Herşey Yolunda


Bu seferlik rotayı Kenya ve Tanzanya’ya gitmek için Afrika’ya çevirdik.  Afrika kıtalar arasında Asya ve Amerika’nın ardından üçüncü sırada geliyor. Yüz ölçümü; 30 218 000 km2.
Hint Okyanusu’na kıyısı olan bu iki ülkeyi ziyaret edeceğiz. Her iki ülkenin de sınırında olan Kilimanjaro Dağı asıl gidiş sebebimiz.
Kilimanjaro Dağı – Uçaktan çekilmiş bu fotoğraf İnternetten alınmıştır.

Bir ay öncesinden sarı humma aşımızı yaptırmıştık. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Hudut ve Seyahat Sağlık Genel Müdürlüğü Tanzanya’ya seyahat edecek yolcuların “Sarı Humma Aşısı” yaptırmaları konusunda uyarıyor. Seyahat Sağlık Genel Müdürlüğü’nün Karaköy’deki ofisinde (eski iskelenin tam karşısındaki pembe bina) aşımızı yaptırdık. Randevu almak gerekiyor Tel: 212 – 244 25 94.
Bunun haricinde hepatit aşıları, tetanoz ve birkaç gün evvelinden de sıtma hastalığını önlemek amaçlı günde tek doz tetradox adlı ilaca başlamıştık.
03 Eylül 2010 – Cuma ISTANBUL - NAIROBİ
15:00 Kozyatağı’ndan hareket ettik. Yükümüz ağır; 2 hurç, 2 sırt çantası ve tüm bunların yükü sevgili eşim Hakan’da. Bir hafta öncesinden başlayan bel rahatsızlığım başımıza dert oldu. Evden havalimanına kadar olan tüm aşamalarda en az 3 sefer yaptı. Önce asansöre, ardından taksiye, daha sonra Havaş’ın otobüsüne en son da havalimanının içine kadar -tabii dönüş yolunda da aynı işlem - hep tek başına taşıdı.
16:00 civarı alana vardık, rehberimiz Ercan Kolbakır ve diğer katılımcılarla buluştuk. Tanışma ve kısa muhabbetin ardından toplu check-in yaptırıp polis kontrolünden geçtik. Amacımız bir an önce 12 Eylül’de yapılacak olan referandum için oy kullanmaktı. Maalesef kullandırtmadılar. Sadece yurt dışında ikamet edenler kullanabiliyormuş “13 eylül’de dönüş yapacağımızı” beyan etmemize rağmen izin vermediler.
Bizden evvel alana gelen Antakya ekibiyle de 216 numaralı kapıda buluştuk. Toplam 12 kişiyiz. 18:45’de uçağımız hareket etti. 6 saatlik bir uçuşumuz vardı.
Uçakta dağıtılan “Kenya’ya giriş formları”nı doldurduk. Hem Kenya hem Tanzanya giriş çıkışlarında epeyce formlar doldurduk. Kalıncak yerler, süreler ve pasaport bilgilerinin istendiği formlardı.
02:00 gibi uçağımız Nairobi’ye indi nihayet. 30 milyon nüfuslu Afrika’nın en önemli ülkelerinden, Kenya’nın başkentindeydik. Jambo (Merhaba). Ülkeye giriş vizesi için 25 usd ödedik. Yeşil pasaportlu olan arkadaşlar hiç bir ödeme yapmamışlar Sonradan duyduğumuza göre, 10 usd’lik bir çorba parası istemişler, ödeyip ödemediklerini net bilmiyorum. Chipli pasaportları olanlara hiçbir ayrıcalık yoktu ne yazık ki J.
Kenya, İngiliz sömürgesi olan ülkelerdendi. 1963’de bağımsızlığını kazanıyor. Kaynaklarda; Hint Okyanusu’na kıyısı olduğundan ve Ekvator çizgisinin bu ülkenin üzerinden geçtiğinden dolayı –yarısı kuzey yarımkürede, yarısı güney yarımkürede- Doğu Afrika’nın lokomotifi olarak adlandırılıyor.
Çıkışta bizi bekleyen minibüse bindik ve 20 dakika sonra Nairobi’deki Kenya Safari Clup Hotel’ine vardık. Otelde kayıtlarımızın yapılması, hurçların odalara alınması derken sabaha az bir zaman kalmıştı ve dinlenmemiz gerekiyordu. Hakan komşumuz Ercan’la balkon muhabbeti yaparken ben çoktan sızmıştım...
Nairobi; Masai dilinde “serin suların yeri” anlamına geliyormuş. Afrikanın en gelişmiş şehirlerinden. Modern ve yüksek binalar, şehri diğer Afrika şehirleri arasında çok önemli bir yere getirmiş. Başkent sadece Kenya’nın değil, komşu ülkelerin de kalbi konumunda bir şehirmiş.
04 Eylül 2010 – C.Tesi NAİROBİ (KENYA) – ARUSHA (TANZANYA)
08:30’da otelden hareket ettik. 6-7 saatlik uzun meşakkatli bir yolumuz olduğunu öğrendik. Toplam 268 km, ancak yollar bozuk olduğu için çok uzun sürüyor. Her iki ülkede de trafik soldan.
Yollar çok kötü, bizim dağ yolları bile daha düzgün diyebilirim. İşin tek eğlenceli kısmı yol kenarındaki babunlar (bir çeşit maymun türü).  Aracı durdurup fotoğraf falan çektik. (09:40) Biz onları onlar da bizi seyrettiler.

Yolun Tanzanya kısmı göreceli olarak daha iyiydi. En azından yol yapımına başlamışlardı. Kısa süreli de olsa asfalt yollara geçtiğimizde iç organlarımız rahatlıyor, hatta uyku moduna bile geçebiliyorduk.
Şansımıza hava serin sayılırdı. Sağlı sollu akasya ağaçları, gökyüzünde asılı vaziyette bulutlar, ve yol kenarında yürüyen Afrikalılar rengarenk giysileriyle yolu güzelleştiriyorlardı. Hele kadınların giysileri olağanüstüydü.
Yazılanlara göre Afrika’nın ikinci büyük dağı da Kenya’daymış. 5.199 mt yüksekliği ile Kenya Dağı...
Saat 13:00 Namanga sınır kapısındanTanzanya’ya giriş yaptık. Vizelerimizi gelmeden evvel almıştık. Bu arada aramızda saat farkı yok.  İşlemlerimiz biraz yavaş ilerliyordu. Afrikalıların hiç aceleleri yok, hayat öyle ya da böyle nasıl olsa sürüp gidiyor. Ne güzel... Eğer işiniz çabuk yapılsın diye telaşlanacak olursanız “Hakuna Matata” yani “Problem yok, herşey yolunda” diyorlar.
Sınır kapısında renkli takılar takan ve satmaya çalışan Afrikalı hanımlar bir anda etrafımızı sardılar. Araçtayken bile camdan satış yapmaya çalışıyorlardı. Çoğu da yaşlı kadınlardı. Heryerde olduğu gibi burada da işin çoğunu kadınlar yapıyordu (erkekler alınmasın ama, öyle). Yol kenarında başlarının üzerinde eşya taşıyanlar, inşaatlarda çalışanlar (yol inşaatında bile gördük), bebeklerini sırtlarında bir kumaşa bağlı vaziyette her işi üstlenen emekçi kadınlar, burada daha çok dikkatimizi çekiyordu. Rehberimizin anlattığına göre Afrika’da kadınların en büyük problemleri tecavüzmüş.
Ve 42 milyonluk nüfusu ile Hint Okyanusu kıyısında, Kenya’nın güneyindeki Tanzanya topraklarındayız. Tanzanya, Nisan 1964 tarihinde Tanganika ve Zengibar adlı iki bağımsız devletin birleşmesinden meydana gelmiş. Adı da her iki devletin adlarının ilk hecelerinden esinlenerek verilmiş.
Etraftaki çok renklilik bundan sonra da devam etti. Müslüman ve Hıristiyan sayıları birbirine çok yakın, diğer dinlerden olanlar da var, Hindular mesela. Ama çoğunluk Müslüman ve Hıristiyan.
Tanzanya’da Swahili ve İngilizce resmi dil. Bunun yanında Arapça ve Zanzibar’da kullanılan Klunguju gibi yerel diller de çok yaygın olarak kullanılıyormuş...
Öğleden sonra, nihayet Tanzanya’nın kuzeyindeki Arusha şehrine vardık. Kilimanjaro ve Serengeti bölgelerine yakın olduğu için en fazla turist alan şehirlerden birisi Arusha. 2002 sayımlarına göre 271 bin nüfusu varmış. Bu bölgede en çok dikkatimi çeken şey ise ağaçlar. Bahçelerdeki gülleri düşünün, 1 metre, bilemediniz 1.5 mt. boylarındaki kırmızı, pembe mor açan güller vardır ya, işte o güller burada ağaç, normal bildiğiniz ağaç. Her rengini gördük diyebilirim, sarısı, pembesi, kırmızısı. Muhteşem bir bitki örtüsü var ülkenin.
Öğlen saati geçmişti ama, rezervasyonumuz olan şehrin içindeki bir otelin üst katında geç öğlen yemeğimizi yedik. Menümüz; tavuk, balık, pilav, muz kızartması ve kola şeklindeydi.
Yol bizi çok yormuştu, bir an evvel duş alıp (toprak yoldan epeyce nasiplenmiştik) dinlenmek istiyorduk. Yemeğin ardından, şehrin biraz dışındaki otelimize gitmek için yola çıktık ve 17:30 da muhteşem “Arumeru River Lodge” otelimizdeydik. Gerçi rehberimiz Ercan bahsetmişti ama az anlatmış.

Bir anda yorgunluğumuz falan geçti, gözlerimiz parladı.  Ağzımız bir karış açık etrafı seyrediyorduk. Tek katlı, verandalı evlerin olduğu cennetten bir köşe. Odaların içinde cibinlikli kocaman bir yatak, büyükçe bir banyo, oturma köşesi vs. Bahçesinde envai çeşit ağaçlar ve bitkiler, yüzme havuzu (klorlanmış). Hindiler evimizin önünden geçiyor, “dik dik” dedikleri minik ceylanlar etrafta dolaşıyor...
İnsanın bahçeden odalara giresi gelmiyor. Bir an önce etrafı dolaşmak, fotoğraflamak istiyorduk.
Akşam yemeğini otelde yedik. Herşey çok lezizdi. Hem usta hem garsonlar koca masada gelip bana sordular “beğendiniz mi” diye. Meğer adettenmiş, sorarlarmış. Ben de masanın başında oturduğum için tesadüfen bana soruyorlarmış. Masada bunun epey muhabbettini yaptık, güldük, eğlendik. Ertesi günün programları konuşuldu ve odalarımıza çekildik. Akşamdan hurçlar ayarlandı, Şehirde bırakılacak eşyalar ayrıldı. Afrikaya geliş sebebimiz olan Kilimanjaro’ya gitmenin heyecanıyla uykuya geçtik... 
05 Eylül 2010 – Pazar ARUSHA – KİLİMANJARO (1800 – 3000)
Sabah kuş sesleriyle uyanmak çok hoş bir duyguydu. Akşamdan hazırladığımız hurçlarımızı otel görevlileri kapımızdan aldılar. 8:00 gibi kahvaltı ve  09:30’da otelden ayrıldık. Bizi Maçhame Kapısı’na götürecek araçla 6-7 kişilik taşıyıcı ekibimiz gelip bizi aldılar. Ekibin geri kalanıyla Maçhame giriş kapısında buluşacaktık. Toplam 32 kişilik bir ekibimiz varmış.  Yol üzerinde alışveriş molası verdik. 10:15 Mr.Price Marketteydik. Free shop gibi, herşey vardı. Sularımızı falan tamamladık.

Saat 11:30’da Kilimanjaro Milli Parkı’nın 1800 mt. yükseklikteki Maçhame giriş kapısından girdik. Jambo. İlk önce giriş kapısında kayıtlarımızı yaptırdık. Kamp boyunca, konakladığımız tüm kamplardaki kayıt ofislerinde adımızı yazdırıyorduk.
Gerekli izinler alınırken bizlere öğlen kumanyalarımız paket halinde dağıtıldı. İçerisinde hamburger, kızarmış tavuk eti, kek, muz ve meyve suyu vardı. Yeterince doyurucuydu.Kampın alanı turist kaynıyordu, gözlerimize inanamadık. Sadece bu gün bile bu kadar insan giriyorsa, dağda kaç kişi vardır onun hesabı konuşuldu. Her yıl 250 bin kişinin Kilimanjaroya tırmanmaya geldiğini öğreniyoruz. Kilimanjaro’ya gitmek için izin almak, hizmet almak şart. Mutlaka bir ekiple çıkmanız gerekiyor. Sonuçta burası, bu insanların geçim kaynağı, çalışmaları ve para kazanmaları gerekiyor. Elini kolunu sallayarak “ben geldim” deyip giremiyorsunuz. Önceden izin almanız, para yatırmanız gerekiyormuş. Ercan, önceki yıllarda organizasyonculardan birisine “Niye bu kadar pahalı ?” diye sorduğunda “dünyada bir tane Kilimanjaro Dağı var, başka yok ki” diye karşılık vermişler. İnsanın memleketine, toprağına, dağına taşına bu kadar çok sahip çıkması ne kadar güzel birşey. Yıllarca sömürülmüş bir coğrafyadan bile bu sözler çıkabiliyorsa heryerden çıkar diye ümitleniyorum. Ne demek istediğim anlaşıldı sanırım...
Zaman geldi, 13:30 tabanvay yola koyuluyoruz. Sırtlarda çantalar, ellerde batonlarla rotanın başındakilere selam vererek başlıyoruz yürümeye. Pole Pole (yavaş yavaş). Swahili dilinde epeyce kelime öğrendik. Yürüyüşümüz süresince de öğrendiklerimizi kullandık. Konuşmakla kalmayıp şarkısını bile ezberledik. 
Svahili veya asıl adıyla Kiswahili, Doğu Afrika’da kullanılan bir dildir. Tanzanya, Kenya, Uganda ve Afrika Birliği’nde resmi dil olan Svahili, günümüzde yaklaşık 80 milyon insan tarafından konuşulmaktadır.  Svahili, Arapça’da “sevahil,(sahiller, çoğul: sawahil)dekiler” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda Svahili ismi Doğu Afrika’nın sahilindeki konuşulduğu dili ifade etmektedir.  (Teşekkürler Vikipedi)
Hava sıcak, 6 saatlik bir tırmanışımız var, daha sonra kampımıza varacağız. Hedefimiz 3000 metredeki kampımıza varmak ve gecelemekti. Parkur çok güzeldi. Ağaçların arasından yürüyorduk. Arada bir kuş sesleri duyuyorduk. Taşıyıcılar, başlarının üzerindeki yüklerle bizlerden daha hızlı hareket ediyorlardı. Onlara hep yol vermek gerekiyordu çünkü yürüyüşçülerden evvel gidip kampı kurmaları gerekiyordu. Kendi eşyalarını sırtlarında, kamp yükünü de başlarında taşıyorlardı, inanılmazdı. Bizi şaşırtan şeylerden birisi de belirli aralıklarla yapılmış olan tuvaletlerdi. Kamp yerlerinin hepsinde vardı zaten. “Helal olsun” dedik.  
Hava karardığında (19:10) hedeflediğimiz kampımıza varmıştık. Ormanın içinde ağaçların arasındaki kamp yerimiz görülmeye değerdi. Çadırkent desek yeridir, çok kalabalıktı. Önce kayıt yaptırdık, tüm kamplarda kayıt ofislerine uğrayıp kayıt yaptırmak şarttı. Daha sonra da kurulu çadırlarımıza vardık, biraz dinlendik. Ardından mutfak çadırına geçip çorba, tavuk, pilav ve meyvelerden oluşan akşam yemeğimizi yedik, çay kahve, muhabbet ve uyumak üzere çadırlarımıza geçtik. 
06 Eylül 2010 – P.Tesi MAÇHAME Kampı (3000 mt) – SHIRA Kampı (3878 mt)
Kamptaki hareketlilik çadırlardan da duyuluyordu. Saat 07:00 civarı, uyku tulumundan çıkmadan çadırın fermuarından dışarıya bakmak istedim. Gözlerime inanamadım. Bizim sevimli Afrikalı ekipten iki kişi ellerinde termos ve bardakla çadırları dolaşıp “günaydın, çay veya kahve içmek ister misiniz?” diye soruyorlardı. Beş yıldızlı kampta mıyız neyiz anlamadık. Çadırdan çıkmadan çaylarımızı kahvelerimizi içtik, keyiften dört köşeyiz. Çadır kurmak yok, toplamak yok. Yemeklerimiz hazırlanıyor, eşyalarımız taşınıyor, tam istediğim gibi bir kamp. Yetmezmiş gibi, yıkanmak için sıcak sularımız hazırlanmış çadırlarımızın yanına konmuştu. 08:00 kahvaltımızı yaptık. Tabii kahvaltılarımız da her daim hazır oluyordu. Zaten biz erken uyanıyorduk, bu adamlar ne ara kalkıp hazırlık yapıyorlardı anlamadık doğrusu, ama takdir ettik kendilerini. Tropikal meyvelerin olduğu zengin kahvaltımızda yok yoktu. Gitmeden evvel Explorer’ın notlarında “peynir zeytin gibi şeyler ağız tadımıza çok uygun değil, arzu ederseniz yanınıza alabilirsiniz” gibi öneriler vardı. Tüm ekip önerileri okuyup önlemimizi almıştık. Peynirin her çeşidi ; beyaz, kaşar, hellim ve zeytinimiz hiç eksik olmadı. Antakya’lı arkadaşlarımızdan da hergün değişik bir meyve çıkıyordu. Yani, yok yoktu mutfak çadırımızda. Çok şükür.
Bugünkü rotamız 3900 mt.lik Shira Kampı. Son hazırlıklar, sularımızı tamamlıyoruz ve yola koyuluyoruz. Bu kampa kadar, hep kapalı şişe suları kullandık. Bundan sonraki sularımızı da ekibimiz hazırlıyordu. Klor tabletleri kullanılıyor ve sular kaynatılıyordu. Tadı biraz değişikti ama susuz kalmaktan ya da hastalık kapmaktan iyidir.
09:00’da 3000 den hareket ettik. Orman yolundan sürekli yükseliyorduk. Sık aralıklarla duruyorduk çünkü taşıyıcılara yol vermek gerekiyordu. Bu sayede ben de dinleniyordum. Tüm parkur hatta dağdaki tüm kamplar, panayır yeri gibiydi. Çok fazla genç Avrupa’lı kadın erkek aynı parkuru paylaşıyorduk.  Manzaranın güzel olduğu tepelik yerlerde fotoğraf ve su molaları veriyorduk. Öğlen 13:00 gibi düzlük bir alanda öğle yemeğimizi yedik.
Biliyorum fazla oldum ama anlatmam lazım. Bozkır bir alan düşünün, üzerine ekoseli örtüler serilmiş  masalar, etrafında plastik sandalyeler, yemekler hazırlanmış, üstleri plastikle kapatılmış, ekmekler kızartılmış vaziyette bizi bekliyordu. Sıcak çorbamız ve iyi pişmiş tavuk etimiz her daim vardı zaten. Açık havada, afiyetle yedik. Dinlendik ve yola devam. Az bir yolumuz kalmıştı, daha az yokuş tırmanacaktık.
Bulutların rengi koyulaşmaya başladığı sırada 15:45’de 3900 metredeki Shira Kampı’na vardık. Çok az yağmur yağdı ve yağmur yağdığında biz çadırlarımızdaydık.  Biraz dinlenmenin ardından çadırlardan çıktık etrafı seyrettik.
Akşam yemekleri hazırlanana kadar mutfak çadırında çay-kahve servisi, patlamış mısır ve taze fıstık servisimiz hep vardı zaten. İçeride fazla vakit geçirmeden, doğanın sunduğu görsel mükafatlardan faydalanmak için dışarı attık kendimizi. Fotoğraf makinaları epey çalıştı, etrafta muhteşem kareler vardı. Gökyüzünde bulutlar coşmuş, aralarına kızıllık karışmıştı. An be an manzara değişiyordu, yerinizde sabit dursanız bile doğal, görsel bir sunum vardı etrafımızda. Gökyüzüne bakmaktan yakınımızdaki kargaları geç farkettik. Kampın gerçek sahipleri gibiydiler, belki de öylelerdi. Kocamanlardı bazıları tavuktan bile büyüktü. Yürürken başlar dik, kanatları arkalarında dik durduğundan sadrazam havaları vardı. İnsanlara alışmışlar, korkmak, çekinmek hele ki uçmak haşa... Ağır abilerdi onlar.
Arkadaşlardan “buranın ağaçları da kargaları da çok büyük” gibi yorumlar yapılıyordu. Kadınlar için de farklı yorumlar yapıldı, mesela coca-cola şişesine falan benzettiler J.
Akşam yemeği için mutfak çadırına geçtik. Rehberimiz Ercan, yemekte ertesi günkü yürüyüşün detaylarını bildirdi. Bol bol sıvı almamız ve yavaş yavaş yürümemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Yarın, yükseğe uyum (aklimatize) tırmanışımız olduğundan epeyce yükselip ardından tekrar inişe geçeceğimizi, yemek ve bol sıvı almaya gayret etmemiz gerektiğini de ekledi.
07 Eylül 2010 Salı  - SHIRA Kampı (3878) – LAVA TOWER (4600 mt) – BARANCO Kampı (3900 mt)
Erkenden uyandık, kahvaltımız dışarıda hazırlanmıştı. Hava güzel olduğunda mutfak çadırına girmeğe gerek yoktu. Güneş yeterince ısıtıyordu etrafı. Biz kahvaltımızı ederken, ekibimiz sularımızı hazırlıyordu. Kahvaltımız her zamanki gibi çok zengindi. Üstelik ekibimizde gurme sayılabilecek arkadaşlarımız da vardı. Kahvaltı sırasında yediğimiz hellim peynirinin aslında Kıbrıs peyniri olmadığını, Hatay’dan (galiba Samandağ) dönen gemicilerin peyniri kendi memleketlerine götürdüğünü, en son de bir şekilde Kıbrıs’a gittiğinden falan konuşuldu. Henüz internette bununla ilgili bir bilgi bulamadım ama belki de öyledir. Seyahatte olmanın güzel yanlarından birisi de bu. Yeni yerler, yeni insanlar, yeni şeyler öğreniyorsunuz.
Neyse, kahvaltımızı yaptık, sularımızı hazırladık. Helikopter pistimizin solundan yükselmeye başladık. Daha evvel atlamış olabilirim; belirli noktalarda, (kamp alanlarına yakın olan yerlerde) helikopter pistleri vardı. Yuvarlak bir daire içine beyaz ya da fosforlu renkler kullanılarak kocaman bir “H” yapmışlardı ki yukarıdan görülebilsin diye. Muhtemelen sağlık sorunu olduğunda kullanılıyordu. Bizim taşıyıcı ekibimiz de, kampı tam da pistin yakınına kurmuştu. Üstelik kampın en konforlu tuvaleti de bize yakındı.
Neyse, bugün farklı bir rotadan yükseldik. Klasik rotadan çıkmak istemedi Ercan. İyi ki de öyle düşünmüş, Hava açıktı ve dağ karşımızda duruyordu. Bundan sonraki rotamızda hiç ağaç yoktu, az biraz kayalık vardı. Lava Tower’a  kadarki rotada sadece biz vardık.
Lawa Tower bağlantı noktalarından birisiydi. Buradan zirveye çıkanlar, farklı rotalara gidecek olanlar da burada mola veriyorlardı. Lawa Tower’a görüntüsünden dolayı herhalde “Köpekbalığı Dişi” de deniyormuş.
Tırmanış güzel gidiyordu ancak 4000’den sonra sıkı bir rüzgar yedik. Bu yüzden de ben dahil birçoğumuzda baş ağrısı başlamıştı. Lawa Tower yakınlarında Öğlen yemek için çadırımız kurulmuş, yemekler hazırlanmıştı yine. Rüzgardan kurtulalım diye çadırın içine girdik ama, rüzgarın sesini azaltamamıştı çadır. Neredeyse çadırı uçuracaktı, o kadar gürültülüydü. Yarım saatlik yemek molasından sonra yolumuza devam edip, Lawa Tower’a  geldik. 5-10 dakika da burada mola verdik. Dik bir kaya, önünde kısa aralıklarla kurulmuş bir sürü çadır.
Kilimanjaro’da tek rota yok, dağa çıkmak için birden çok rota ve kamp alanları olduğundan bazıları da bu kampı kullanıyorlarmış. Bu dağın zirvesine çıkmak için gelenlerin haricinde, sadece yürüyüş yapmak, dağ havası almak için de gruplar geliyorlarmış. Dağın eteğinde 10-15 günlük yürüyüş yapıp kamplarda kalarak hazırlanan programlar da yapılıyormuş. Tabii tüm bunların planları, programları önceden yapılıp hazırlanıyor. Kimlerin ne amaçlı geldikleri, hangi rotaları kullanacakları önceden belirleniyormuş. Kilimanjaro yürüyüşünün tüm rotalarını Almanlar hazırlamış. O kadar güzel bir sistem yapmışlar ki; aynı rotadan hem gidiş hem dönüş yapılamıyor. Gidiş rotaları ayrı, dönüş rotaları ayrı. Bu yüzden de inen çıkan gibi bir karışlıklık hiç yaşanmıyor. Sadece zirve çıkışı aynı rotadandı.
Yürüyüşümüzün bundan sonrası kampa kadar hep iniş şeklindeydi. Rüzgar azalmış ve biraz rahatlamıştık. 4000’lere indiğimizde bile bunu hissettik.
Afrika’ya has olan “The Giant Groundsels” adlı ağaçlar görünmeye başladı, hatta kampa doğru daha da fazlalaştılar. Internetten araştırdığımda adının “Dendrosenecio Kilimanjari” olduğu yazıyordu (bilgi Wikipedia). Kaktüs ağaç görünümlü enteresan bir bitkiydi.
16:00 civarı kamp görünmeye başladı, bizler de hızlandık biraz. Kampa vardığımızda her zamanki gibi çadırlarımız ve çaylarımız hazırdı. Birkaç kişide yükseklik rahatsızlıkları görüldü. Benim de rüzgar kaynaklı baş ağrım devam ediyordu. Hergün aldığım ilaçlarım olduğu için ayrıca ilaç almadım, ertesi gün geçmişti zaten.
Akşam yemeğinde günün değerlendirilmesi ve sonraki günün detayları konuşuldu. Rehberimiz Ercan, ertesi gün çok erken kalkmamız gerektiğini ve zamanlı hareket edeceğimizi söyledi. 1.5 saatlik Barranco duvarına önceden girmemiz gerektiği ve zorlu bir duvar çıkışı yapacağımız konusunda bilgi verdi. Kampa gelirken, duvarı uzaktan da olsa görmüştük. Gerçekten de çok dik görünüyordu, öyle ki üzerinde bir patika olduğu bile çok belli değildi. Sıvı almaya devam ve mutlaka yemek yememiz gerektiği tekrar tekrar hatırlatıldı. Daha erken kalkacağımız ve aslında çok yorgun olduğumuz için yemek sonrası çadırlarımıza çekildik. 
08 Eylül 2010 – Çarşamba – BARANCO Kampı (3900 mt.) BARAFU Kampı (4600 mt.)
Sabah çok erken kalktık. Oyalanmadan kahvaltımızı yapıp, sularımızı tamamlayarak yürüyüşe başladık. Barranco duvarı kampa çok yakındı zaten. Bu gün gerçekten de en dik ve en zorlu yürüyüşümüzdü denebilir. Sabah saat 7’de duvarın dibine varmıştık. Taşıyıcılardan bile önce varmıştık. Tüm ekip olarak verilen saatlere ve talimatlara harfiyen uyuyorduk. Her zaman bu kadar uyumlu bir ekiple karşılaşmak zordur. Bu anlamda çok şanslıydık...
Duvarı tırmanmaya başlamadan evvel, Ercan bir tırmanış sırası belirledi. Bel ve sırt problemleri olan Selma’yı ve beni öne aldı. Arkamda Hakan, her zamanki gibi sigortamdı. Gelmeden bir hafta evvel ortaya çıkan bel rahatsızlığım için Ercan’ı aradığımda “bir iki noktada zorlanabileceğiniz yerler var, orada da sizi kollarız” demişti. İşte şimdi o yerlerdeydik. En az 4-5 yerde David, Ercan ve Hakan’ın yardımlarıyla basamakları aştık. Sadece Selma ve ben değil tüm ekip aslında aynı şekilde geçiyorduk. Ama bizim zorlanmamamız gereken rahatsızlıklarımız olduğundan daha bir dikkatliydik. Sağolsun Ercan tüm tur boyunca da buna dikkat etti. En ufak bir yükseklikte bile bekleyip, adımımı nereye atacağıma kadar söyledi, korudu kolladı. “Bu kadar rahatsızlığınız varsa, dağda ne işiniz var” falan demeyin. Biz popularist gezginler değil, daimi gezginleriz. Bir iki rahatsızlık bizi yolumuzdan etmez.
Belli belirsiz “s”ler yaparak meşhur Baranco Duvarı’nı aşıyorduk. Hep dikkatli ve kontrollüydük. Bir ara arkamıza bakalım dedik, Aman Allahım, tüm duvar insan kaynıyordu. En önde de biz. Kimse kimseyi geçemediği için beklemek gerekiyordu. Gerçi sabırsız bir iki tane Avrupalı delikanlı geçmeye çalıştı ama, az kalsın uçacaklardı. Acele etmeye gerek yoktu, hızlı çıkılacak bir etap değildi.
Tırmanış zorlu ama keyifliydi de. Belki herkesin sağlıklı bir şekilde parkuru tamamlamış olması nedeniyle aklımızda keyifli olarak kalmıştı. Allahtan yağmur yağmadı, yoksa durum ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum. Bir de yukarıda bahsetmiştim; geliş – gidiş rotalarının farklı olduğundan. Aynı anda hem iniş hem çıkış hele ki bu rotada çok tehlikeli olurdu. Almanlar bu işi biliyorlar sanırım.
Ercan’ın bu günkü tırmanışı neden bu kadar önemsediğini anlayıp hepimiz hakvermiştik. Hem de öngördüğü saatte (1,5 saat) Baranco duvarını aşıp, düzlük kısma  varmıştık. Baranco duvarının en üstündeydik ve  manzara çok güzeldi. Güneş daha yeni yükseliyordu bu sayede biraz ısındık. Terli montlarımızı güneşe yayıp kuruttuk. 15 dakikalık kısa bir mola, bir iki fotoğraf ve yürüyüşe devam ettik. Bir süre, Karanga Vadisi’ne doğru indik. İniş de oldukça zordu, bayağı kayalık alanlar vardı. Vadinin sonunda kısa bir mola verip çayı geçtik. Adını bilmiyorum ama Karanga çayı diyelim J. Taşıyıcılar kamp sularını bu çaydan temin ediyorlardı. Hatta bizden evvel kampa varıp, su almak için geri dönüyorlardı. İnanılmazlardı. Vadiden sonra bir saat kadar daha yükselerek, öğlen yemek molası için Karanga kampında (4021 mt.) mola verdik.
Burası da panayır yerine dönmüştü. Mola verenlerin haricinde kamp atanlar da olunca, epey bir kalabalıktık. Yemek çadırımızda hazırlanan öğlen yemeğimizi yedikten sonra sürekli yükselerek yürüyüşe devam ettik. Bundan sonra da zorlandık ama duvar gibi değildi. Zorlanmamız, biraz da yorgun olduğumuzdandı. E, artık 4000’lerin üzerindeydik çok normaldi üstelik sisin de etkisi büyüktü. Yaklaşık 3 saat sonra kayalıklı BARRAFU Kampı’na (4600 mt.) varmıştık.
Bitkiler yok oldu artık. Barafu kampı en yüksekteki kampımızdı. Hava sisli ve soğuktu. Barafu “Buzul” demekmiş. Bu yükseklikte fazla konforlu kamp alanı bulmak zordu. Yine çok kalabalıktı.
Bir ara, kamp alanımızdan biraz daha yükselerek kayıt ofisine uğradık. Ayaklarımızda derman kalmamıştı ama yükselip tekrar inmek az da olsa aklimatizasyon sayılacağından çoğumuz yürüdük. Her zamanki gibi kaydımızı yapıp tekrar çadırlarımızın yanına döndük.
Bu sefer biz taşıyıcılarla aynı zamanda hatta biraz daha önce varmıştık kampa. Büyük kayaların aralarına çadırlar yerleştirildi. Kayıt ofisinden döndükten sonra, kayalardan birinin üzerinde oturup, taşıyıcıların çadır kurmalarını seyrettim.
Aynı rotayı çıkmıştık, aynı yerlerde yürümüştük. Üstelik onlar, kendi ağırlıkları kadar da yük taşımışlardı. Benim kolumu kaldıracak halim yoktu ama adamların işi daha yeni başlıyordu. Önce bizim çadırlar, ardından mutfak çadırı kuruluyordu. Sularımız kaynatılıp ilaçlanıyordu. Mutfak ekibi ayrıydı. Onlar çadır işine karışmadan direk yemek yapmaya koyuluyorlardı. Her zaman da kibarlardı, en çok da tüm rotada bize rehberlik eden David.  Çalışkan Afrikalılara saygım günden güne artıyordu. Çadırlar hazır olur olmaz, dar attık kendimizi matların üzerine. Ohh, beden artık isyan etmeye başlamıştı.
Hava artık iyice sertleşmişti. Gerçi bu yükseklikte hep soğuktu ama akşamları daha bir soğuk oluyordu. Çadırlara geçip içliklerimizi polarlarımızı giyindik. Biraz dinlenip kendimize geldik. Bir ara ilaçlarımdan birini içmek için yanımızdaki suyu kullandım ama midem alt üst oldu. Su çok soğumuştu ve mide kabul etmedi herhalde derhal çıkardım. Yemek sonrası ılık suyla telafi etmiştim.
İyi dinlenmemiz gerekiyordu çünkü gece 12:00’de yürüyüş için hazır olacaktık. Dinlenmek için fazla zamanımız yoktu. Bir an önce akşam yemeği için mutfak çadırına geçtik. Her zaman olduğu gibi Ercan hepimizle tek tek ilgileniyordu. Zirve çıkışı hakkında bilgiler, ertesi günün planları, yapmamız ve yapmamamız gerekenler tekrar tekrar hatırlatıldı. Ekipten iki kişi kendilerini kötü hissettiklerinden akşam yemeğine katılamadılar. Bizlerin de çok iştahımız yoktu ama zorla da olsa birşeyler atıştırıp, birkaç saat dinlenmek üzere çadırlarımıza geçtik.
09 Eylül 2010 – Perşembe – BARAFU Kampı (4600 mt.) – UHURU PEAK (5895 mt.) MİLENYUM Kampı (3800 mt.)
Uyuyamadım. 4-5 kez saate bakmıştım. Yine de uzanıp dinlenmek iyi gelmişti. Her saat başı saate bakıyordum, heyecandan herhalde. Saat tam 23:00’de Ercan hepimizi tek tek uyandırdı.
Zirve Günü. Akşamdan tüm hazırlıklarımızı yaptığımız için, oyalanmadan sadece üst katmanları giyinip çadırdan çıktık. Mutfak çadırına geçip çaylı - bisküvilerimizi atıştırdık. Akşamdan bıraktığımız sıcak su dolu termoslarımızı ve sularımızı da çantalarımıza attık. “Çantalarımız” diyorum ama ben hiç çanta taşımadım. Tek çantamız vardı onu da hep, sağolsun Hakan taşıdı. Zaman zaman grubun Lideri olan Ernest, ben çanta taşımadığım için “çok iyi bir taşıyıcın var” deyip komiklik yapmaya çalışıyordu.
Ramazan bayramının ilk günüydü. Bayram Hediyemizi almak için gece 23:59’da tüm ekip (12 kişi + 4 rehber) hazır vaziyetteydik. Yolumuz çok uzun, ama şikayet etmiyorduk, bunun için buradaydık.
Kamp eşrafının tamamı ayaktaydı sanki. Etraf karanlıktı ama insanların tepe lambaları çok güzel bir görüntü sunuyor, sanki heryer yıldız kaynıyordu.
Epeyce bir süre kamp alanlarından geçtik, bu arada yükseliyorduk da. Karanlık olduğu için rota görünmüyordu ama gökyüzüne doğru yükselen yıldızlar, pardon ışıklar (tepe lambaları) vardı. Gerçek yıldızlar nerede başlıyor ya da var mı ? Kimsenin anlayabildiğini zannetmiyorum. Bir anda aynı görüntüler arkamızda da belirmeye başladı. Aşağıdan yukarıya gökyüzüne doğru ışıklı bir hat oluşmuştu. Bizler de o hattın içindeydik.
Yavaş yavaş (pole pole) yürüyorduk. Nefes almak zorlaşıyor, hava git gide sertleşiyordu. Bir iki saat sonra ekipten bir arkadaşımız geri dönmek istediğini bildirdi. Son birkaç gündür de yüksekliğe bağlı şikayetleri vardı. Ercan, arkadaşımızı Ernest’in refakatinde aşağıya kampa gönderdi.
Tırmanışa devam ediyorduk ama çok zorlanmaya başlamıştık. Soğuk şiddetini artırmıştı, yürürken bile üşüyorduk. Soğuktan el parmaklarımın uçları donuyordu artık. Keşke Hakan’ı dinleyip kaz tüyü eldivenleri alsaymışım. “abartmayalım” diye de cevap vermiştim adama. Çoğu zaman “Z”ler yaparak yükselsek de bazen dik çıktığımız da oluyordu. Bazı yerlerde de yüksek basamaklar karşımıza çıkıyordu.
Yoruluyorduk, buna rağmen çok fazla mola veremiyorduk. Çünkü, hareket etmeyince de üşüyorduk. Çaresiz yürümeye devam. “Çadırda olsan da uyuyamayacaktın nasıl olsa, yapacak daha iyi birşeyin yoktu” deyip motive ediyordum kendimi. Isınalım diye termosdan su içelim istedik ama su da soğuk, ne olduğunu anlayamadık. Parmaklarımı nefesimle ısıtmaya çalışıyorum ama nafile. Nefesimle ısıtmaya çalışmamın sakıncalarını, dağdan inince epeyce bir süre hissettim. Çatlayan derilerin iyileşmesi en az bir haftama mal olmuştu.
Sabaha doğru 4-5 gibi grup ikiye bölündü. Karanlıktı, hava tam aydınlanmamıştı. Biz öncü grup David ve Selma liderliğinde tırmanışa devam ederken, arka gruptan kimseleri göremiyorduk. Selma mı rehber David mi belli değildi. Hatunu uyarmasan durmak falan bilmiyordu. “Bu ne hız be kardeşim” Maaşallah ona, ama arkada biz resmen nal topluyorduk.
Artık epeyce yükselmiş olmamız lazımdı çünkü yıldızlar (ışıklar) azalmıştı. Arkadan (Mawenzi Dağı’nın -5.149 mt- arkasından), çizgi halinde minik de olsa bir kızıllık başlamıştı. Ona bile çok sevinmiştim “yaşasın güneş doğacak, ısınacağız” diye. Hala titriyorduk.
Bir iki saat sonra hava iyice aydınlandı ve Ercan göründü. Ercanı görmezsek bir tarafımız eksik kalıyordu nedense. Bir arkadaşımızın daha rahatsızlandığını, ikna etmeye çalıştığını ancak devam etmek istemediğini ve başka bir rehberle arkadaşımızı aşağıya kampa gönderdiğini öğrendik.
Sabah 07:00’de Stella Point’e  (5.756 mt.) varmıştık. Tepe lambalarına gerek kalmamıştı. Bu arada güneş de kendini iyice hissettiriyordu. Aşağıdan baktığımızda bizim zirve zannettiğimiz yer kraterin kıyısında, Stella Point dedikleri noktaymış meğer. Ama daha yolumuz vardı. Burada biraz dinlenme ve atıştırma molası verdik. Birkaç kişi “burasını zirve sayabilir miyiz?” dediyse de Ercan kabul etmedi. Herkesin zirveye çıkmasını istiyordu. En son inmek isteyen arkadaşımızı ikna etmek için bayağı uğraştığını biliyorduk.
Stella pointten sola doğru, sırt hattından yükselerek yürüyüşe devam ettik. 1.5 saat sonra dağın zirvesine yaklaşmıştık. Saat tam 08:30’da en uçtaki (en yüksekteki) Özgürlük Tepesi’ne (Uhuru Peak- 5895 mt.) varmıştık. ZİRVEDEYDİK...
Geniş, düzlük bir alan. Özgürlük (Uhuru) Zirvesi bayram yeri gibiydi. Gerçi bugün bayramdı zaten ama buralarda hergün bayrammış J. Fotoğraf çektirmek için bile kuyrukta bekledik. Tam zirve denen yerde, birbirine paralel iki tahta ve üzerinde “Tebrikler , Uhuru Peak, Tanzanya, 5895 mt vs.” yazan düz bir tahta çakılmış. Herkes o yazıların bulunduğu noktada (kitabe) fotoğraf çektirmek bu anı belgelemek istiyor haklı olarak. Tabii biz de J.
Zirvedeyken sol tarafımızda buzullar, karlar vardı. Meru Dağı (4.566 mt.) çok net olarak görünüyordu. Sağ tarafımız volkanik dağ olduğu için kraterdi. Manzara muhteşemdi. Birbirlerini tebrik edenler, ağlayanlar, garip giysiler giyinip fotoğraf çektirenler... Hangisini yazsam bilmiyorum. Her milletten, her yaştan insan vardı diyebilirim.
Kilimanjaro, Kibo zirvesiyle Afrika kıtasının en yüksek volkanik dağı. Ekvator’un yaklaşık 340 km güneyinde bulunan Kilimanjaro Dağı 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Doğa Mirası olarak ilan edilmiş. 06 Ekim 1889 tarihinde Dr.Hans Meyer ve Ludwig Purtscheller tarafından ilk çıkış yapılmış.
Sağlığı yerinde olan, yürümeyi seven yükseklik sorunu olmayan herkesin yapabileceği bir tırmanış. Kimi 5 günde çıkar, kimi 10 günde ama isteyen, vakti olan herkesin görebileceği bir dağ. Çok da güzel bir dağ. Oldukça geniş bir alan, zirve gibi hissetmiyor insan ama yükseklikten etkilenmemek için fazla kalmamak gerekiyor.
Şansımıza hava çok güzel bu gün. Gerçi tüm yürüyüş süresince güzeldi ya, bugün de aynıydı.
Fotoğraf çektirmek için kuyruğa girdik, gerçekten sıra vardı. Tüm gece bu an için tırmanmıştık, inanılır gibi değildi.
Etrafdaki insan kalabalığına bakınca bu işi yapan tek insan olmadığım için ayrıca seviniyordum. Gerçekten de bu işler akıllı adam işi değildi aslında. Gerçi hobilerin hepsi aynı; kimi motor kullanır, kimi kaya tırmanır, kimi vahşi hayvanların arasında dolaşır. Hepsinde az çok tehlike ve çılgınlık var. Bir taraftan da insanın hatırlayacağı güzel anılarının, anlatabileceği değişik öykülerin olması, yaşamında farklı renklerin yer alması da bu işin mükafatı olsa gerek. Öbür türlü herkes aynı olmuş oluyor. Neyse, fazla düşünmemek lazım, yürümek lazım.
Zirvenin tadını iyice çıkardıktan yeterince oyalandıktan sonra inişe geçtik. Daha çok yolumuz vardı. Stella Point’e varıp, birşeyler atıştırıp yolumuza devam ettik. Amma dik yerlerden çıkmışız, güzergahımızı ancak görebiliyorduk. İniş de, en az çıkış kadar zordu, 4-5 kez mola vermek zorunda kaldık. Dönüş yolu da pek kolay değildi, ve yolumuz çok uzundu. Dizler ve ayak parmakları epey hasar gördü bu arada. Çıkış 8,5 saat, iniş de 4-5 saat kadar sürmüştü. Öğlen 13:00 gibi Barafu kampına varmıştık. Toplam 13 saat yürümüştük ve daha da yürüyecektik.
Öğlen yemeğimizi yiyip, (5-10 dakika atıştırıp) toparlanıp yola koyulduk. 14:30’da Barafu (4600 mt.) kampından ayrıldık. Ayaklar beden iflas etmişti ama yine de yürüyüşe mutlu mesut başlamıştık. Hedefimiz; 3800 metredeki Milenyum kampına varmaktı. İnişe geçtikten birkaç saat sonra yeşillik yüzünü göstermeye başlamıştı. Alçaldıkça yeşilliklerin boyları artıyordu bizim de sevincimiz. Kendimize geliyorduk sanki.
Akşam 18:00 civarı 3800’lerdeki Milenyum kampımıza varmıştık. Yaşasın yeşil. Ağaçların arasında güzel bir kamp yeri. Aşağılara inmek hepimize iyi gelmişti. Normalde bu rotadan Mweka (3076 mt.) Kampına inecektik ama burası daha yakın olduğu için Milenyum’a geldik. Güzel bir kamp. Kilimanjaro biralarıyla dağdan inişler kutlandı.
Kamptaki son akşam yemeğimizi ve çadırdaki son gecemizi geçirmek üzere sızdık. Ertesi gün 4-5 saatlik bir yürüyüşle Maçhame rotasını tamamlamış olarak Mweka kapısından çıkacaktık.
10 Eylül 2010 – Cuma – MİLENYUM KAMPI (3797 mt.) – MİLLİ PARKTAN ÇIKIŞ
Sabah 06:00 kalkış, kahvaltı ve 07:00’de ayrılış merasimi için hepimiz hazırdık. Taşıma ekibimiz ve mutfak ekibimizle vedalaşma için kamp alanında toparlandık. Ekip için bahşişler toplandı ve ekip liderine teslim edildi. Ercan ve Ernest (grubun lideri) karşılıklı iyi dileklerini ve  teşekkürlerini bildirdiler. Ercan bizlere, Ernest de kendi ekibine tercüme etti. Ardından Afrikalı taşıyıcı ekibimiz şarkılar söyleyip dans ettiler. Meşhur Kilimanjaro Şarkısını hep birlikte söyledik.

Sözleri şöyle:
Jambo ! merhaba
Jambo bwama – merhaba efendim
Habari Gani - nasılsın
Nzuri sana – çok iyi
Wagani
Mwakari bisku
Kilimanjaro, Hakuna Matata – Kilimanjaro, takma kafana
Bir türkü söyleyemedik onlara ya, içimde kaldı valla. 
Güler yüzlü çalışkan insanlarla hep birlikte fotoğraflar çektirdik, tek tek vedalaştık. Mutluluk ve hüzün bir arada yaşandı. Merasimin ardından, yürüyüşe başladık. Keyifli bir rotanın son günündeydik. Herşey çok güzel geçmişti. Bir gün evvel 6 binlerdeydik, bunu düşünmek bile gülümsememize sebep oluyordu. Kilimanjaro’nun eteklerine doğru alçalmaya başladık. Biz yukarıdayken, aşağılarda gördüğümüz bulutlara indik, sislerin arasına karıştık. Tropikal ormanların arasındaki muhteşem yoldan keyifle yürüyorduk. Ağaçların boyu büyüdü, çiçekler ve hatta kelebekler yolculuğumuza eşlik ettiler. Sağo sola bakmaktan, fotoğraf çekmekten doğru dürüst yürüyemiyorduk. Kopuşlar başlamıştı, ikili üçlü muhabbetlerle ilerliyorduk.
İniş yolunda rahatsızlanan bir bayanın tek tekerlekli, el arabasına benzeyen sedyemsi bir araçla taşındığını gördük. Yaklaşık 10 kişi, kimi yerde tekerleği itiyorlardı, kiminde de ellerinde taşıyorlardı. Ayrıca çok da eğleniyorlardı. Hasta olduğunu düşündüğümüz kız da durumdan çok şikayetçi görünmüyordu. Daha evvel yol kenarında görüp de anlamlandıramadığımız tek tekerlekli el arabası şeklindeki araç, meğer bir ilk yardım / sağlık aracıymış. Ercan, Milli Park sınırları dahilinde kaza geçiren, rahatsızlanan insanları kurtarmak üzere hazır bekleyen sağlık ekiplerinin olduğundan bahsetmişti. Çıkışa doğru yol genişlediğinde ambulansın dolaştığına da şahit olduk.
Daha evvel yazmayı unutmuşum; zirve günü epeyce hastalanan insanlara rastladık. İri yarı Avrupa’lı adamlar kendilerinden geçmiş vaziyette, hızlıca aşağılara indiriliyorlardı. Gece çıkış yaparken de rastlamıştık. Dinlendiklerini zannediyordum, biraz yaklaşıp dikkatli bakınca epey kötü görünüyorlardı. Bunun sebeplerinden biri de hızlı çıkmalarıydı. Bizim kullandığımız Maçhame rotası en çok tercih edilen rotaydı. Çünkü birkaç noktada iniş çıkış ve dolayısıyla diğerlerinden de daha uzundu. Kilimanjaro’da toplam 8 tane yürüyüş rotası varmış, çoğunluk bizim kullandığımız rotayı tercih ediyormuş.
Öğlen gibi çıkış kapısına varmıştık. Kayıt Ofisi’nde son kayıtlarımızı da yaptırdık. Kayıt defterine zirveye ne zaman vardığımızı da yazmamızı istediler. Genelde, ad soyad, memleket, meslek, yaş gibi sorular soruluyordu. Yani, Afrika’da adımızı yazdırmadığımız yer kalmadı. Dağa taşa yer yere yazdırdık J.
Ardından, peşimizi bırakmayan çocukların teklifi üzerine, 1 usd karşılığında botlarımızı yıkattık. Ellerinde minik fırçalarla “yıkayalım mı?” diye yanınızdan ayrılmıyorlardı. İyi ki de teklif etmişler, bizim de işimize yaradı.
Seyyar satıcılardan Kilimanjaro şapkaları satın aldık, taktık. Ardından yemek paketlerimiz ve meyve sularımız dağıtıldı.
Kayıt Ofisi’nin yakınındaki çimenlere yayılıp kumanyamızdakileri yemeğe başladık. Biz yemek yerken, satıcılar da gelip mallarını gösteriyorlardı. Pazarlıklar, minik alışverişler derken ayrılık vakti gelip çatmıştı.
Afrika’nın çatısı olan bu güzel dağa, bize sorunsuz tırmanış imkanı sunduğu için sessiz teşekkürlerimizi bildirdik. Memnun ve mesut bir şekilde bizi bekleyen minibüsümüze yerleştik. Milli Park’tan ayrılıp, Arusha’daki güzel otelimize doğru yola çıktık. 1.5 saatlik bir yolculuktan sonra cennet bahçeli otelimize vardık.
Otele bıraktığımız temiz eşyalarımızı emanetten alıp odalarımıza çekildik. Bizim odada sıcak su problemi vardı. Odanın her tarafına dağıttığımız eşyalarımızı Ercan’ın da yardımıyla toplayıp başka bir odaya geçtik. Neyse yeni odamızda sorun yoktu, uzun uzun yıkandık, temizlendik paklandık. 6 gündür dağdaydık ve yıkanmak için gün sayıyorduk neredeyse. İnsanın duşun altından çıkası gelmiyor bu durumlarda. Uzun bir toparlanma, temizlenme döneminde sonra akşam yemeği için lobiye gittik.
Bütün ekip toplanmıştı bir tek biz eksiktik.  Herkesin yüzü gözü parlıyordu. Temizlenmek, dağın kirinden tozundan arınmak hepimize iyi gelmişti.
Akşam yemeğimizi otelde yedik. Yine çok güzeldi yemekler, tatlılar herşey mükemmeldi. Kutlama yemeği gibi birşey oldu. Yemek sonrası Ercan sertifikalarımızı dağıttı, hepimizi tebrik etti. Belgelerle (sertifika) ilgili olarak, güldük, eğlendik.
Toplamda 100 km’lik bir yürüyüş yaptığımız konusunda  hepimiz hemfikirdik.  Seyahatimizin “Kilimanjaro yürüyüşü” kısmını tamamlamış olmanın verdiği rehavetten mi , yoksa yorgunluktan mı bilinmez, her nedense, göz kapakları kapanmaya, başlar yana düşmeye başlamıştı. Ertesi gün de erken kalkmamız gerekiyordu . Ç ünkü programın devamında Afrikanın ünlü safari alanlarından biri olan ünlü Ngorongoro Krateri vardı.
Günlerden sonra yumuşak yerde yatmak hepimize iyi gelecekti, odalarımıza çekildik.
11 Eylül 2010 C.tesi – Safari – NGORONGORO KRATERİ
07:00 Kahvaltı sonrası dünyanın en büyük krateri olan Ngorongoro’ya gitmek üzere bizi bekleyen jeeplerimize yerleştik. İki tane 4x4 jeep ayarlanmıştı. 1.5 günlük safarimizi bu araçlarla yapacaktık. Akşam da Manyara Gölü yakınlarındaki başka bir otelde konaklamamız olduğundan yanımıza birkaç günlük eşya alıp, hurçlarımızı otelde emanete bırakmıştık. Ngorongoro’ya doğru 3 saatlik bir yolumuz vardı.
Ngorongoro civarında yaşayan Masailer, hayvanlarının boyunlarına çan takarlarmış. Hayvanlar göç sırasında bu sesi çıkardıklarından “goron goron, goron goron” bu bölgeye de Ngorongoro adını vermişler. Çok sevimli.
Şöförümüz Douglas,  Afrika’nın en gür sesli delikanlısı, sanki gırtlağında vuvuzela var. Çıkan sesi düşünün, mikrofondan konuşuyor zannedersiniz. En arkada oturan bile rahatlıkla duyabiliyordu. Hele güldüğünde, sesin gürlüğünden jeep sarsılıyordu. Çok eğlenceli ve çok da becerikli bir insandı. “Bana istediğinizi sorabilirsiniz, sizlerden bugün 100 bin soru bekliyorum, 100 tanesini senden” deyip beni gösterdi. Daha rahat bir koltuk olduğu için önde solunda oturuyordum.
Bizden ilk zamanlar fazla soru gelmedi. Kendisi seyir sırasında yolda gördüklerinden anlatmaya başladı. Sağda solda gördüklerini anlatıyordu.
Önce kahve tarlasını gösterdi. Kahve ekimi için önce tarlaya ağaç dikiliyormuş. Yeterince gölgelik sağlayabilmeleri için. Daha sonra kahve ekimine başlanıyormuş. Aksi halde güneş yakıp kavurur, mahsul iyi olmazmış.
Douglas’dan öğrendiğimize göre; yerliler beyaz turistlere “mizungu” yani beyaz maymun diyorlarmış. Bizi nasıl görüyorlarsa artık J.
Daha sonra masailerden bahsetmeye başladı. Masailerin yaşamları, yedikleri içtikleri evleri hakkında epey bilgi sahibi olduk.
Afrika topraklarının en renkli kabilesinden Masailer’den biraz kitabi bilgi eklemek istiyorum.
Masailer ya da Maasailer Tanzanya ve Kenya sınırları içinde bulunan “Masai Mara” bölgesinde yarı göçebe bir hayat süren yerli halka verilen isimdir. Nilo-Saharan dil ailesine dahil olan Maa dilini konuşurlar. Tanzanya ve Kenya’da yaşayan Maasailerin toplam nüfusunun yaklaşık 900 bin olduğu tahmin edilmektedir. Her iki ülkede uzak köylerde yaşamları ve yarı göçebe hayat stilleri nedeniyle nüfusları hakkında tam bir tahmin yapmak güçtür. (Vikipedi)
Nüfus kağıtları, pasaportları ya da her hangi bir yere kayıtları yok. Kimseyi tanımazlar. Siz elinizde pasaportla sınırda kuyruğa girip işlemlerinizin yapılmasını beklerken, herhangi bir Masai elini kolunu sallayarak geçip gider. Kimse de “nereye gidiyorsun,” falan diyemez. Oy kullanmazlar, taraf tutmazlar. Açıkcası kimseyi takmazlar.
Ataerkil bir toplum. Önemli kararları ancak yaşlı erkekler verebiliyormuş. Bunlar sözlü kararlar olup, yazılı kararları yokmuş. Son zamanlarda yerleşik şehir hayata geçişler başlamış ama sayıları çok azmış.
Masailerde en önemsiz şey çocuk. En değerli şeyleri ise hayvanları. Bebekler 3 aylık oluncaya kadar tam olarak tanınmazmış. Bunun sebebini de çok sık yaşadıkları bebek ölümlerine bağlıyorlarmış. Yeni doğana pek önem vermiyorlar ama ölene de herhangi bir tören yapılmıyormuş. Cesedin toprağa zarar vereceği düşünüldüğünden genellikle dışarıda leşçilere bırakılıyormuş. Sadece büyük şeflerini gömebiliyorlarmış.
İnce uzun yapıdaki Masailer inanılmaz renkli giyiniyorlar. Kırmızı, mor ve mavi en çok dikkatimizi çeken renklerdi. Masailer için renklerin anlamları varmış: Yeşil, çayırları, mavi, gökyüzünü, beyaz sütü, Kırmızı tehlike ve siyah da yağmur manasına geliyormuş.
Masailer hayvanla ve doğayla iç içe yaşıyorlarmış. Hayatları sürekli doğada geçtiğinde tüm nakliye işlerinde eşekleri kullanıyorlarmış. Pazar alışverişlerinden tutun da hastaneye gitmek için hep bu hayvanları kullanıyorlarmış.  Geri kalan zamanlarında da yürüyorlar herhalde. Kadını erkeği, büyüğü küçüğü sürekli yürüyorlardı. Asfaltın kenarından ikili üçlü ya da tekli Masaileri görmek her zaman mümkündü. Çünkü kıyafetlerinden hemen tanınıyorlarldı. Erkekler ekoseli bir örtüye (genellikle kırmızı) sarınıp, motorsiklet lastiğinden ürettikleri sandalet-terlik ve ellerinde abanoz ağacından yapılan bir asa, bu asanın ucunda bir topuz ve topuzun da ucunda bir sivilce gibi birşey, çok yuvarlak değil. Doğru açıyla bir aslanın kafasına vurabilirse ikiye yarabileceği söyleniyor. Denen o ki, ilk avlanmaya başladıklarından itibaren o topuzlu asayı hiçbir zaman bırakmıyorlar. Araba kullansalar da bisiklete binerken de ellerinden bırakmıyorlar. Yol kenarında epeyce asalı bisiklete binenlere şahit olmuştuk.
Masailer evlenirken ne kadar büyük baş hayvanları varsa ona göre evlenme hakları oluyormuş. Yeteri kadar hayvanı yoksa evlenemiyormuş. Eğer 20 tane ineği varsa 1 kadın, 40 inek varsa 2 kadın alma hakkı varmış.  Douglas’ın yalancısıyım, bize anlattıklarını aktarıyorum valla J.
Aklımda kalanlardan biri de Masailerde hem kadınlarda hem erkeklerde sünnet olayı varmış.
Yol üzerinde bir Masai köyünü ziyaret ettik. Kadınları koruma altına alınan (nasıl koruyorlarsa) bir köydü burası. Biraz da turistik olmuş. Köyün girişindeki Masailiye birşeyler söyledi Douglas. O da köyün içine gidip daha genç birisiyle geri döndü. İngilizce konuşabilen genç ile Ercan anlaşma yaptılar; kişi başı 10 usd karşılığında köyü, evlerin içini ziyaret edebilecek, istediğimiz kadar fotoğraf çekebilecektik.
Sadece kadınlar ve çocuklar vardı köyde. Kadınlar karşılama töreni gibi birşey yaptılar. Yan yana dizilip Masai dilinde şarkılar söyleyip oyun oynadılar. Şarkılar söylenirken bizden birkaç arkadaş da aralarına girip oynadı ve nihayet müzik bitti. Çok şükür ki bitti J.
Sefillik her yerden hissediliyordu. Çocuklar iskelet gibi, karınları şiş. Üzerlerinde bir örtü ayaklar çıplak L. Okula gitmeye başlamışlar ama ona da kitapsız, formasız falan gidiyorlarmış.
Şarkılı karşılama merasiminden sonra, genç çocuk Masailer hakkında bilgiler verdi.Karşılama seramonisinde söylenen şarkıların anlamlarını ve hangi şarkıları söylediklerini açıkladı. Hoşgeldin şarkısı ilk söylenmiş. İkinci şarkı “yeni doğan çocuk için” söyleniyormuş. Üçüncü şarkı ise savaş şarkısıymış. Tanrılar ve dağlar için söylüyorlarmış. Dağlar çok kutsal ve önemliymiş. Son şarkıları da sünnet şarkısıymış.
Evlerini yani kulübelerini yaparken küçük dal parçaları, çalıları, sığır dışkılarını ve sığır idrarını güneşte kurutup harç elde ederlermiş. Evlere girişte kafayı eğmek gerekiyor çünkü çok alçak. Ortada bir ateş yanıyor. Penceresi falan yok, ışık mışık da almıyor. Yakıt olarak tezek kullanıyorlar. Hayvan derisi ve kuru otlardan yapılmış yataklarda uyuyorlar.
Kadınlar süslenmek için kulaklarını deliyorlar. Ağızlarının içinde de ayrıca bir delik açıp oraya da takı asıyorlarmış. Delik öyle böyle değil. Yırtık, delik deşik hatta L. Kadınların asla uzun saçları yok. Geleneksel olarak kadınlarda uzun saç yasakmış. Erkekler uzatabilirlermiş ama rasta yapmaları gerekiyormuş. 25 yaşından sonra erkekler de istedikleri gibi kesebiliyorlarmış. 
Kendi aralarında sosyal yerarşileri varmış. Çocuk yürümeye başladıktan sonra dünyadaki en değersiz varlık oluyor. Çocuk çok önemli değil, ağır işleri bile çocuklara yaptırıyorlar. Yetişkin olduklarında 16-17 yaşlarında bir ava çıkmaları gerekiyor. Av sonucunda gerçek adam/erkek olduklarını ispatlıyorlarmış. Yaşlandıkça değerleri kıymetleri artıyor, tabii statüleri de.
Köydeki en çok malın ve kadının sahibi her kimse o kişi kabile reisi olabiliyorlarmış. Kabile reisi kimin hangi işi ne zaman nasıl yapacağına karar veren kişiymiş.
(Masailerle ilgili bilgi toplarken çok güzel bir yazıya rastladım. Internetten bulabilirsiniz. 12 Ekim 2008 tarihli BirGün Gazetesi – Afrika’nın Pasaportsuz İnsanları - Mustafa Andıç)
Masai Köyünün ziyaretinden ve büyüsünden sıyrılıp yolculuğumuza devam ettik. Bir süre sonra, dünyanın en büyük krateri’nin kapısına gelmiştik. İzin işlemleri için biraz bekledik. Devasa çanakla ilgili internetten topladığım bilgilerden aktarmak istiyorum. Ngorongoro Milli Park statüsünde değilmiş. Milli Parklarda insan yerleşimi yasakmış, Ngorongoro’da ise Masai kabilesinin yerleşmesine izin veriliyormuş. Benim anladığım, adamlar zaten orada yerleşiklerdi, sonradan çıkartamadılar belki de. 
Krater binlerce hayvanı barındırıyor. Hayvan çeşitliliğine inanamazsınız. Gördüklerimizden bazıları; aslan, zebra, fil, yaban domuzu, onlarca kuş çeşitleri, maymunlar vs. Bu kadar çok hayvanı barındırdığı için “Nuh’un gemisi” de deniyormuş. Buradaki en ilginç olay, bu bölgede bulunan bazı hayvanların bulundukları kraterin dışına çıkamaması.
Kraterin içindeyken, vahşi hayvanların saldırma olasılığına karşı jeeplerden inmek yasaktı. Göç zamanına denk gelmek varmış aslında ama, bize uymadı. Birçoğunu göremedik bile. Aslanlar bizi hayrete düşürdüler. Geceden yemiş, şişmiş baygın baygın yatıyorlardı. Jeeplerle 7-8 metrelik mesafede onları seyrediyoruz, hayvan kafasını bile çevirmeden hafif göz ucuyla bakıp uykusuna devam etti J.
Bulabildiğimiz ve görebildiğimiz hayvanların bol bol fotoğraflarını çekip, akşam tam 18:00’de kapıdan çıkış yaptık. Eğer çıkamasaydık, sabaha kadar çıkma ihtimalimiz yokmuş. İçerideki otelerde kalmak durumunda kalacakmışız. Bir oda 900 usd’mış. Aman tanrım !...
orongoro, gerçekten de görülmeye değer bir yer. Belgesel seyretmek, belgeselin içinde yaşamak gibi birşey. Gerek coğrafyası gerek barındırdığı hayvanlarıyla görülmesi gereken yerlerden birisi.
Ngorongoro kraterinden çıkıp, kırmızı tozlu topraklı yoldan ilerleyerek bir köyün içine girdik. Neyle karşılaşacağımızı tam bilmiyorduk ama etraf çok olumlu görünmüyordu. Bir sokağa girdik ve bir anda yüksek kapılar sağlı sollu açılmaya başladı. Görüntüler değişti ve güzelleşti. Yeşilliklerin arasında son derece doğal ve temiz olan otelimize girdik. Tanganyıka Wilderness Camps . Böyle muhteşem bir alana gireceğimizi hiç birimiz düşünememiştik. Bu otel ertesi günkü yapacağımız safari alanına yakın olduğu için, yani zamandan tasarruf yapmak için ayarlanmıştı. En uzak noktadan başlayarak, Arusha şehrine en yakın noktaya doğru programlanmıştı. Çok da başarılı olmuş.
Bu otelin de odaları inanılmaz büyük, ve tavan çok yüksek. Hatırlayamıyorum ama, her odanın/evin farklı adları vardı. Bizimki orada yaşayan bir kuşun adıydı mesela. 3-4 kişinin yan yana rahatlıkla yatabileceği büyüklükte cibinlikli yataklar, köşede şömine, oturma koldukları, yüksek pencereler ve detaylar. Aklınıza ne gelirse, herşey düşünülmüş. Sahibi de iri yarı bir Afrikalıydı ama sarışındı J. Anne ya da baba hangisi tam bilmiyorum ama, biri Alman biri Tanzanya’lı bir ailenin oğluymuş. Odalara yerleşmenin ardından akşam yemeği için terasta toplandık. Birbirinden lezzetli açık büfe yemek ve meyve suları çok güzeldi.
Tanzanya’daki son akşamımızdı, grup da iyice birbirine alıştığı için muhabbet uzadıkça uzadı, kahkahalarımız Arusha’dan duyuldu J. Hem çalışanlar hem işletmenin sahibi çok sıcak insanlardı.
Bu arada isterseniz şöminelerinizi yakıyorlardı. Hepimiz akşamdan 5 usd karşılığında şöminelerimizi yaktırmıştık. Kocaman odalar hemen ısınmıyordu ama olsun, yine de hoştu.

12 Eylül 2010 – Pazar – Safari MANYARA GÖLÜ (Milli Park) – NAİROBİ’ye dönüş.
07:30 da istemeyerek de olsa otelden ayrılıp, jeeplerimize binerek yola koyulduk. İstemeyerek diyorum çünkü, bir iki gün sadece kuş cıvıltılarının duyulduğu, yeşilin her tonunun olduğu bahçede dolaşmak, rengarenk çiçeklerin arasındaki huzurlu evlerde konaklamak isterdim doğrusu.
İki gündür yol üzerinde epeyce vakıf okulları ve inşaatları devam eden kiliseler görüyorduk. Protestan misyonlerler okulu, vakfı gibi adları vardı. Kısacası, Afrikanları destekleme vakfı. Bu topraklardan hiçbir zaman sömürgecilik tamamen silinmiş görünmüyordu.
Kısa süren yolculuktan sonra parkın kapısına varmıştık. Diğer parklarda olduğu gibi buranın da girişi oldukça bakımlıydı. Restaurantlar, kafeler hele ki tuvaletleri inanılmaz güzeldi. Tüm bunlar doğaya uyumlu, yüksek katlı olmayan yapılardı. Giriş kapısındaki izin işlemlerimizden sonra Manyara Gölü Milli Parkına girdik.
Sığ bir tatlısu gölü olan Manyara, birçok güzel doğa manzarasının ve vahşi yaşamın ev sahibidir. Manyara ismi, Masai dilinde bir fıçıotu* cinsi  329 kilometrekarelik Manyara Milli Parkı’nın içinde yer alan göl, 231 kilometrekarelik bir yer kaplar. Parkta babunlar, hipopotamlar, impalalar, filler, bufalolar görmeniz mümkün. Ağaçta yaşayan aslan türünü de bir tek bu alanda görebilirsiniz. Kuş cinslerinin meraklıları veya araştırmacıları için de bu parkın bir cennet olduğunu söyleyebiliriz. İçlerinde pembe flamingo, kartal gibi çeşitlerin de olduğu 300 çeşit kuş, bu parkta konumlanıyor,  onları rahatlıkla inceleyebilirsiniz. Kasım ve Haziran arasının, kuşları izlemek için en uygun zaman olduğu söyleniyor. (iyi ki internet var J) (*:fıçıotu: sütleğengillerden, yumruları müshil olarak kullanılan otsu bir bitki;anlamına geliyor)
Cok güzel bir parkın içindeydik. Yarım günümüz vardı ve hızlı hareket ediyorduk.
Gördüklerimizden aklımda kalanlar; geyik, hipopotamus, ağaçların tepesinde dinlenip etrafı seyreden Afrika Kartalı, Zebra, maymun, pelikan, babun, ceylan, dik dik, impala, zürafa ve bütününü göremesek de ağaçların arasındaki filler.
Bir yerde araçtan inip çitlerin yanından kuşları ve çok uzaktaki sürüleri fotoğrafladık.
1.5 günlük safari deneyimi Hakan için yetmedi ama benim için yeterliydi. Daha uzun bir sürede sıkılabilirdim diye düşündüm. Gitmeyi düşünenler için yazıyorum; çok iyi zoom yapabilen, fotoğraf makinalarıyla gitmekte fayda var.
Eskiden safariler gerçek silahlarla yapılıyormuş. Avrupalıların en populer mekanıymış Afrika. Neyse ki sonradan akıllanmışlar da yasaklanmış. Gerçi başka şekillerde hala da devam ediyor ya neyse.
Ve bir belgeselin daha sonuna gelmiştik. Bize ayrılan zamanı doldurup, kampın dışına çıktık. Hızlı hareket ediyorduk artık. Saat 13:00 civarı güzel bir alışveriş mekanına uğradık. Daha evvelden hazırlanan öğlen yemek paketlerimiz dağıtıldı. Yarım saatlik vaktimiz vardı ve bu süreyi hem yemek hem alışveriş için kullandık.
Saat 15:30’da Arumera’dan eşyalarımızı aldık, 20 dakika sonra da 1300 mt rakımlı Tüm Afrikanın safari başkenti olan Arusha’ya veda edip, Tanzanya’dan ayrıldık.
2 saatlik bir kaybımız vardı, program biraz sıkışacaktı.
Kabus yola çıkmıştık artık. Akasya ağaçları ve yol kenarındaki renkli Afrika insanları bu yolun yegane güzelleriydi.
Akşam 18:45  Civarı Navanga sınır kapısından geçip Kenya Topraklarına girdik. Daha 3 saatlik yolumuz vardı ve Nairobi’ye doğru devam ettik. Tozlu, topraklı yollarda sabrımızı zorlayarak da olsa dayandık. Başka çaremiz yoktu zaten.
Nihayet, saat 21:00’de Kenya’nın başkenti Nairobi’deydik. Yorgunduk, tozluyduk ve bitkindik.
Rezervasyonumuz olan ünlü  Carnivole Rest.vardık. Daha evvel bir televizyon programında burasıyla ilgili bir haber seyretmiştim. Aklınıza gelen her hayvanı ortadaki büyük ateşte pişirip, şişlere takılı vaziyette gelip servis yapıyorlardı.
Çok kalabalıktı. Bizim için ayrılan dikdörtgen masaya yerleştik. Önce,  ortaya değişik sosların içinde olduğu yuvarlak, iki katlı yanar dönerli birşey getirdiler. Sosların muhteviyatı ve hangi etlerle hangi sosların iyi olabileceği konusunda açıklamalarda bulundular. Üstüne de minik bir bayrak koydular. Bu bayrağı siz indirmediğiniz sürece onlar et getirmeye devam ediyorlardı. Ardından çorbalarımız ve sonrasında da etler gelmeye başladı.
Çok aç olmasak da güzel etlerimizin tadına baktık, beğendiklerimizi yedik. Soslar ve salatalar bittikçe yenileniyordu. Zamanımız dar olmasa masadaki bayrak zor inerdi ama, mecburen indirdik. Carnivore’den çıkınca “uzun süre et yemem artık” demiştim fakat sözümde durduğumu sanmıyorum J.
Son birkaç saatimiz kalmıştı, aracımızla Nairobi’deki otelimize döndük. Odalarımıza geçip, yıkanıp paklandık ve gece 01:30’da tüm eşyalarımızla birlikte havalimanına gitmek üzere otelin minibüsündeydik.
Uçağımız 03:40’daydı ancak rötarlıydı. Sadece uçağa binip kemerimi taktığımı hatırlıyorum, uyandığımdaysa bizim sıraya yemek servisi yapılıyordu. Muhteşem zamanlama.
13 Eylül 2010 – ISTANBUL
Sabah 10:00 gibi İstanbul’a varmıştık.
Bu seyehatimde emeği geçenlere teşekkür etmek isterim: Explorer ekibinin hepsine, geziye Hatay’dan, Bodrum’dan, İstanbul’dan ve Ankara’dan katılan yeni dostlarıma, seyehat boyunca sabırla dinleyen, anlatan, koruyan kollayan rehberimiz Ercan Kolbakır’a ve en çok emeği geçen gönüldaşım, Hakan’a çok teşekkür ederim.

Ngorongoro - Tezcan & Hakan
Bu kıtadan da bu kadar. Sabredip sonuna kadar okuduğunuz için sağolun, varolun.
Sevgiler, saygılar...
Daimi Gezgin
Tezcan

daha fazla fotoğraf için:https://picasaweb.google.com/lh/sredir?

4 yorum:

  1. Muhteşem diliniz samimiyetiniz bir solukta okudum Başarınız daim olsun :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar,
      Çok teşekkür ederim, sağolun. Geç gördüm kusura bakmayın.

      Sil
  2. Nepal ve Klimanjero...oncelikle bu iki yazinizi,sonra digerlerini heyecanli bir roman okur gibi keyifle okudum. Elinize saglik. Explorer ile bu turlari gerceklestirmissiniz. Bizde bu iki turu yapmak istiyoruz. Internetten arastirdim ama explorer tur diye arattigimda cok farkli turlar cikti. Sizin turunuzla ilgili firmanin internet adresini belirtebilirseniz cok memnun oluruz. Tekrar emeginize elinize dilinize saglik.Tesekkurler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar,
      Çok teşekkür ederim, güzel yorumlarınız için. Geç gördüğüm için yanıtlayamadım, kusura bakmayın.
      Haklısınız, Explorer artık kapandı. Ama rehberleri (Ercan K.) Montis olarak devam ediyorlar. https://montis.com.tr/ adresinden MONTIS Tripst and Expeditions olarak bulabilirsiniz. Aynı özen ve hassasiyet ile devam ettirdiklerine inanıyorum.
      Sağlıcakla kalın, iyi günler diliyorum...

      Sil