HAKUNA MATATA
Afrika’ya ait en çok hoşumuza giden, döndüğümüzden beri de dilimizden düşürmediğimiz iki kelime;
Hakuna Matata - Herşey Yolunda
Hakuna Matata - Herşey Yolunda
Bu seferlik rotayı Kenya ve Tanzanya’ya gitmek için Afrika’ya çevirdik. Afrika kıtalar arasında Asya ve Amerika’nın ardından üçüncü sırada geliyor. Yüz ölçümü; 30 218 000 km2.
Hint Okyanusu’na kıyısı olan bu iki ülkeyi ziyaret edeceğiz. Her iki ülkenin de sınırında olan Kilimanjaro Dağı asıl gidiş sebebimiz.
Kilimanjaro Dağı – Uçaktan çekilmiş bu fotoğraf İnternetten alınmıştır.
Bir ay öncesinden sarı humma aşımızı yaptırmıştık. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Hudut ve Seyahat Sağlık Genel Müdürlüğü Tanzanya’ya seyahat edecek yolcuların “Sarı Humma Aşısı” yaptırmaları konusunda uyarıyor. Seyahat Sağlık Genel Müdürlüğü’nün Karaköy’deki ofisinde (eski iskelenin tam karşısındaki pembe bina) aşımızı yaptırdık. Randevu almak gerekiyor Tel: 212 – 244 25 94.
Bunun haricinde hepatit aşıları, tetanoz ve birkaç gün evvelinden de sıtma hastalığını önlemek amaçlı günde tek doz tetradox adlı ilaca başlamıştık.
03 Eylül 2010 – Cuma ISTANBUL - NAIROBİ
15:00 Kozyatağı’ndan hareket ettik. Yükümüz ağır; 2 hurç, 2 sırt çantası ve tüm bunların yükü sevgili eşim Hakan’da. Bir hafta öncesinden başlayan bel rahatsızlığım başımıza dert oldu. Evden havalimanına kadar olan tüm aşamalarda en az 3 sefer yaptı. Önce asansöre, ardından taksiye, daha sonra Havaş’ın otobüsüne en son da havalimanının içine kadar -tabii dönüş yolunda da aynı işlem - hep tek başına taşıdı.
16:00 civarı alana vardık, rehberimiz Ercan Kolbakır ve diğer katılımcılarla buluştuk. Tanışma ve kısa muhabbetin ardından toplu check-in yaptırıp polis kontrolünden geçtik. Amacımız bir an önce 12 Eylül’de yapılacak olan referandum için oy kullanmaktı. Maalesef kullandırtmadılar. Sadece yurt dışında ikamet edenler kullanabiliyormuş “13 eylül’de dönüş yapacağımızı” beyan etmemize rağmen izin vermediler.
Bizden evvel alana gelen Antakya ekibiyle de 216 numaralı kapıda buluştuk. Toplam 12 kişiyiz. 18:45’de uçağımız hareket etti. 6 saatlik bir uçuşumuz vardı.
Uçakta dağıtılan “Kenya’ya giriş formları”nı doldurduk. Hem Kenya hem Tanzanya giriş çıkışlarında epeyce formlar doldurduk. Kalıncak yerler, süreler ve pasaport bilgilerinin istendiği formlardı.
02:00 gibi uçağımız Nairobi’ye indi nihayet. 30 milyon nüfuslu Afrika’nın en önemli ülkelerinden, Kenya’nın başkentindeydik. Jambo (Merhaba). Ülkeye giriş vizesi için 25 usd ödedik. Yeşil pasaportlu olan arkadaşlar hiç bir ödeme yapmamışlar Sonradan duyduğumuza göre, 10 usd’lik bir çorba parası istemişler, ödeyip ödemediklerini net bilmiyorum. Chipli pasaportları olanlara hiçbir ayrıcalık yoktu ne yazık ki J.
Kenya, İngiliz sömürgesi olan ülkelerdendi. 1963’de bağımsızlığını kazanıyor. Kaynaklarda; Hint Okyanusu’na kıyısı olduğundan ve Ekvator çizgisinin bu ülkenin üzerinden geçtiğinden dolayı –yarısı kuzey yarımkürede, yarısı güney yarımkürede- Doğu Afrika’nın lokomotifi olarak adlandırılıyor.
Çıkışta bizi bekleyen minibüse bindik ve 20 dakika sonra Nairobi’deki Kenya Safari Clup Hotel’ine vardık. Otelde kayıtlarımızın yapılması, hurçların odalara alınması derken sabaha az bir zaman kalmıştı ve dinlenmemiz gerekiyordu. Hakan komşumuz Ercan’la balkon muhabbeti yaparken ben çoktan sızmıştım...
Nairobi; Masai dilinde “serin suların yeri” anlamına geliyormuş. Afrikanın en gelişmiş şehirlerinden. Modern ve yüksek binalar, şehri diğer Afrika şehirleri arasında çok önemli bir yere getirmiş. Başkent sadece Kenya’nın değil, komşu ülkelerin de kalbi konumunda bir şehirmiş.
04 Eylül 2010 – C.Tesi NAİROBİ (KENYA) – ARUSHA (TANZANYA)
08:30’da otelden hareket ettik. 6-7 saatlik uzun meşakkatli bir yolumuz olduğunu öğrendik. Toplam 268 km, ancak yollar bozuk olduğu için çok uzun sürüyor. Her iki ülkede de trafik soldan.
Yollar çok kötü, bizim dağ yolları bile daha düzgün diyebilirim. İşin tek eğlenceli kısmı yol kenarındaki babunlar (bir çeşit maymun türü). Aracı durdurup fotoğraf falan çektik. (09:40) Biz onları onlar da bizi seyrettiler.

Şansımıza hava serin sayılırdı. Sağlı sollu akasya ağaçları, gökyüzünde asılı vaziyette bulutlar, ve yol kenarında yürüyen Afrikalılar rengarenk giysileriyle yolu güzelleştiriyorlardı. Hele kadınların giysileri olağanüstüydü.
Yazılanlara göre Afrika’nın ikinci büyük dağı da Kenya’daymış. 5.199 mt yüksekliği ile Kenya Dağı...
Saat 13:00 Namanga sınır kapısındanTanzanya’ya giriş yaptık. Vizelerimizi gelmeden evvel almıştık. Bu arada aramızda saat farkı yok. İşlemlerimiz biraz yavaş ilerliyordu. Afrikalıların hiç aceleleri yok, hayat öyle ya da böyle nasıl olsa sürüp gidiyor. Ne güzel... Eğer işiniz çabuk yapılsın diye telaşlanacak olursanız “Hakuna Matata” yani “Problem yok, herşey yolunda” diyorlar.

Ve 42 milyonluk nüfusu ile Hint Okyanusu kıyısında, Kenya’nın güneyindeki Tanzanya topraklarındayız. Tanzanya, Nisan 1964 tarihinde Tanganika ve Zengibar adlı iki bağımsız devletin birleşmesinden meydana gelmiş. Adı da her iki devletin adlarının ilk hecelerinden esinlenerek verilmiş.
Etraftaki çok renklilik bundan sonra da devam etti. Müslüman ve Hıristiyan sayıları birbirine çok yakın, diğer dinlerden olanlar da var, Hindular mesela. Ama çoğunluk Müslüman ve Hıristiyan.
Tanzanya’da Swahili ve İngilizce resmi dil. Bunun yanında Arapça ve Zanzibar’da kullanılan Klunguju gibi yerel diller de çok yaygın olarak kullanılıyormuş...

Yol bizi çok yormuştu, bir an evvel duş alıp (toprak yoldan epeyce nasiplenmiştik) dinlenmek istiyorduk. Yemeğin ardından, şehrin biraz dışındaki otelimize gitmek için yola çıktık ve 17:30 da muhteşem “Arumeru River Lodge” otelimizdeydik. Gerçi rehberimiz Ercan bahsetmişti ama az anlatmış.

Akşam yemeğini otelde yedik. Herşey çok lezizdi. Hem usta hem garsonlar koca masada gelip bana sordular “beğendiniz mi” diye. Meğer adettenmiş, sorarlarmış. Ben de masanın başında oturduğum için tesadüfen bana soruyorlarmış. Masada bunun epey muhabbettini yaptık, güldük, eğlendik. Ertesi günün programları konuşuldu ve odalarımıza çekildik. Akşamdan hurçlar ayarlandı, Şehirde bırakılacak eşyalar ayrıldı. Afrikaya geliş sebebimiz olan Kilimanjaro’ya gitmenin heyecanıyla uykuya geçtik...
05 Eylül 2010 – Pazar ARUSHA – KİLİMANJARO (1800 – 3000)
Sabah kuş sesleriyle uyanmak çok hoş bir duyguydu. Akşamdan hazırladığımız hurçlarımızı otel görevlileri kapımızdan aldılar. 8:00 gibi kahvaltı ve 09:30’da otelden ayrıldık. Bizi Maçhame Kapısı’na götürecek araçla 6-7 kişilik taşıyıcı ekibimiz gelip bizi aldılar. Ekibin geri kalanıyla Maçhame giriş kapısında buluşacaktık. Toplam 32 kişilik bir ekibimiz varmış. Yol üzerinde alışveriş molası verdik. 10:15 Mr.Price Marketteydik. Free shop gibi, herşey vardı. Sularımızı falan tamamladık.


Svahili veya asıl adıyla Kiswahili, Doğu Afrika’da kullanılan bir dildir. Tanzanya, Kenya, Uganda ve Afrika Birliği’nde resmi dil olan Svahili, günümüzde yaklaşık 80 milyon insan tarafından konuşulmaktadır. Svahili, Arapça’da “sevahil,(sahiller, çoğul: sawahil)dekiler” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda Svahili ismi Doğu Afrika’nın sahilindeki konuşulduğu dili ifade etmektedir. (Teşekkürler Vikipedi)
Hava sıcak, 6 saatlik bir tırmanışımız var, daha sonra kampımıza varacağız. Hedefimiz 3000 metredeki kampımıza varmak ve gecelemekti. Parkur çok güzeldi. Ağaçların arasından yürüyorduk. Arada bir kuş sesleri duyuyorduk. Taşıyıcılar, başlarının üzerindeki yüklerle bizlerden daha hızlı hareket ediyorlardı. Onlara hep yol vermek gerekiyordu çünkü yürüyüşçülerden evvel gidip kampı kurmaları gerekiyordu. Kendi eşyalarını sırtlarında, kamp yükünü de başlarında taşıyorlardı, inanılmazdı. Bizi şaşırtan şeylerden birisi de belirli aralıklarla yapılmış olan tuvaletlerdi. Kamp yerlerinin hepsinde vardı zaten. “Helal olsun” dedik.
Hava karardığında (19:10) hedeflediğimiz kampımıza varmıştık. Ormanın içinde ağaçların arasındaki kamp yerimiz görülmeye değerdi. Çadırkent desek yeridir, çok kalabalıktı. Önce kayıt yaptırdık, tüm kamplarda kayıt ofislerine uğrayıp kayıt yaptırmak şarttı. Daha sonra da kurulu çadırlarımıza vardık, biraz dinlendik. Ardından mutfak çadırına geçip çorba, tavuk, pilav ve meyvelerden oluşan akşam yemeğimizi yedik, çay kahve, muhabbet ve uyumak üzere çadırlarımıza geçtik.
06 Eylül 2010 – P.Tesi MAÇHAME Kampı (3000 mt) – SHIRA Kampı (3878 mt)
Kamptaki hareketlilik çadırlardan da duyuluyordu. Saat 07:00 civarı, uyku tulumundan çıkmadan çadırın fermuarından dışarıya bakmak istedim. Gözlerime inanamadım. Bizim sevimli Afrikalı ekipten iki kişi ellerinde termos ve bardakla çadırları dolaşıp “günaydın, çay veya kahve içmek ister misiniz?” diye soruyorlardı. Beş yıldızlı kampta mıyız neyiz anlamadık. Çadırdan çıkmadan çaylarımızı kahvelerimizi içtik, keyiften dört köşeyiz. Çadır kurmak yok, toplamak yok. Yemeklerimiz hazırlanıyor, eşyalarımız taşınıyor, tam istediğim gibi bir kamp. Yetmezmiş gibi, yıkanmak için sıcak sularımız hazırlanmış çadırlarımızın yanına konmuştu. 08:00 kahvaltımızı yaptık. Tabii kahvaltılarımız da her daim hazır oluyordu. Zaten biz erken uyanıyorduk, bu adamlar ne ara kalkıp hazırlık yapıyorlardı anlamadık doğrusu, ama takdir ettik kendilerini. Tropikal meyvelerin olduğu zengin kahvaltımızda yok yoktu. Gitmeden evvel Explorer’ın notlarında “peynir zeytin gibi şeyler ağız tadımıza çok uygun değil, arzu ederseniz yanınıza alabilirsiniz” gibi öneriler vardı. Tüm ekip önerileri okuyup önlemimizi almıştık. Peynirin her çeşidi ; beyaz, kaşar, hellim ve zeytinimiz hiç eksik olmadı. Antakya’lı arkadaşlarımızdan da hergün değişik bir meyve çıkıyordu. Yani, yok yoktu mutfak çadırımızda. Çok şükür.
Bugünkü rotamız 3900 mt.lik Shira Kampı. Son hazırlıklar, sularımızı tamamlıyoruz ve yola koyuluyoruz. Bu kampa kadar, hep kapalı şişe suları kullandık. Bundan sonraki sularımızı da ekibimiz hazırlıyordu. Klor tabletleri kullanılıyor ve sular kaynatılıyordu. Tadı biraz değişikti ama susuz kalmaktan ya da hastalık kapmaktan iyidir.
Biliyorum fazla oldum ama anlatmam lazım. Bozkır bir alan düşünün, üzerine ekoseli örtüler serilmiş masalar, etrafında plastik sandalyeler, yemekler hazırlanmış, üstleri plastikle kapatılmış, ekmekler kızartılmış vaziyette bizi bekliyordu. Sıcak çorbamız ve iyi pişmiş tavuk etimiz her daim vardı zaten. Açık havada, afiyetle yedik. Dinlendik ve yola devam. Az bir yolumuz kalmıştı, daha az yokuş tırmanacaktık.
Arkadaşlardan “buranın ağaçları da kargaları da çok büyük” gibi yorumlar yapılıyordu. Kadınlar için de farklı yorumlar yapıldı, mesela coca-cola şişesine falan benzettiler J.
Akşam yemeği için mutfak çadırına geçtik. Rehberimiz Ercan, yemekte ertesi günkü yürüyüşün detaylarını bildirdi. Bol bol sıvı almamız ve yavaş yavaş yürümemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Yarın, yükseğe uyum (aklimatize) tırmanışımız olduğundan epeyce yükselip ardından tekrar inişe geçeceğimizi, yemek ve bol sıvı almaya gayret etmemiz gerektiğini de ekledi.
07 Eylül 2010 Salı - SHIRA Kampı (3878) – LAVA TOWER (4600 mt) – BARANCO Kampı (3900 mt)
Erkenden uyandık, kahvaltımız dışarıda hazırlanmıştı. Hava güzel olduğunda mutfak çadırına girmeğe gerek yoktu. Güneş yeterince ısıtıyordu etrafı. Biz kahvaltımızı ederken, ekibimiz sularımızı hazırlıyordu. Kahvaltımız her zamanki gibi çok zengindi. Üstelik ekibimizde gurme sayılabilecek arkadaşlarımız da vardı. Kahvaltı sırasında yediğimiz hellim peynirinin aslında Kıbrıs peyniri olmadığını, Hatay’dan (galiba Samandağ) dönen gemicilerin peyniri kendi memleketlerine götürdüğünü, en son de bir şekilde Kıbrıs’a gittiğinden falan konuşuldu. Henüz internette bununla ilgili bir bilgi bulamadım ama belki de öyledir. Seyahatte olmanın güzel yanlarından birisi de bu. Yeni yerler, yeni insanlar, yeni şeyler öğreniyorsunuz.
Neyse, bugün farklı bir rotadan yükseldik. Klasik rotadan çıkmak istemedi Ercan. İyi ki de öyle düşünmüş, Hava açıktı ve dağ karşımızda duruyordu. Bundan sonraki rotamızda hiç ağaç yoktu, az biraz kayalık vardı. Lava Tower’a kadarki rotada sadece biz vardık.
Tırmanış güzel gidiyordu ancak 4000’den sonra sıkı bir rüzgar yedik. Bu yüzden de ben dahil birçoğumuzda baş ağrısı başlamıştı. Lawa Tower yakınlarında Öğlen yemek için çadırımız kurulmuş, yemekler hazırlanmıştı yine. Rüzgardan kurtulalım diye çadırın içine girdik ama, rüzgarın sesini azaltamamıştı çadır. Neredeyse çadırı uçuracaktı, o kadar gürültülüydü. Yarım saatlik yemek molasından sonra yolumuza devam edip, Lawa Tower’a geldik. 5-10 dakika da burada mola verdik. Dik bir kaya, önünde kısa aralıklarla kurulmuş bir sürü çadır.
Yürüyüşümüzün bundan sonrası kampa kadar hep iniş şeklindeydi. Rüzgar azalmış ve biraz rahatlamıştık. 4000’lere indiğimizde bile bunu hissettik.
Afrika’ya has olan “The Giant Groundsels” adlı ağaçlar görünmeye başladı, hatta kampa doğru daha da fazlalaştılar. Internetten araştırdığımda adının “Dendrosenecio Kilimanjari” olduğu yazıyordu (bilgi Wikipedia). Kaktüs ağaç görünümlü enteresan bir bitkiydi.
16:00 civarı kamp görünmeye başladı, bizler de hızlandık biraz. Kampa vardığımızda her zamanki gibi çadırlarımız ve çaylarımız hazırdı. Birkaç kişide yükseklik rahatsızlıkları görüldü. Benim de rüzgar kaynaklı baş ağrım devam ediyordu. Hergün aldığım ilaçlarım olduğu için ayrıca ilaç almadım, ertesi gün geçmişti zaten.
Akşam yemeğinde günün değerlendirilmesi ve sonraki günün detayları konuşuldu. Rehberimiz Ercan, ertesi gün çok erken kalkmamız gerektiğini ve zamanlı hareket edeceğimizi söyledi. 1.5 saatlik Barranco duvarına önceden girmemiz gerektiği ve zorlu bir duvar çıkışı yapacağımız konusunda bilgi verdi. Kampa gelirken, duvarı uzaktan da olsa görmüştük. Gerçekten de çok dik görünüyordu, öyle ki üzerinde bir patika olduğu bile çok belli değildi. Sıvı almaya devam ve mutlaka yemek yememiz gerektiği tekrar tekrar hatırlatıldı. Daha erken kalkacağımız ve aslında çok yorgun olduğumuz için yemek sonrası çadırlarımıza çekildik.
08 Eylül 2010 – Çarşamba – BARANCO Kampı (3900 mt.) BARAFU Kampı (4600 mt.)
Sabah çok erken kalktık. Oyalanmadan kahvaltımızı yapıp, sularımızı tamamlayarak yürüyüşe başladık. Barranco duvarı kampa çok yakındı zaten. Bu gün gerçekten de en dik ve en zorlu yürüyüşümüzdü denebilir. Sabah saat 7’de duvarın dibine varmıştık. Taşıyıcılardan bile önce varmıştık. Tüm ekip olarak verilen saatlere ve talimatlara harfiyen uyuyorduk. Her zaman bu kadar uyumlu bir ekiple karşılaşmak zordur. Bu anlamda çok şanslıydık...
Tırmanış zorlu ama keyifliydi de. Belki herkesin sağlıklı bir şekilde parkuru tamamlamış olması nedeniyle aklımızda keyifli olarak kalmıştı. Allahtan yağmur yağmadı, yoksa durum ne olurdu, düşünmek bile istemiyorum. Bir de yukarıda bahsetmiştim; geliş – gidiş rotalarının farklı olduğundan. Aynı anda hem iniş hem çıkış hele ki bu rotada çok tehlikeli olurdu. Almanlar bu işi biliyorlar sanırım.
Bitkiler yok oldu artık. Barafu kampı en yüksekteki kampımızdı. Hava sisli ve soğuktu. Barafu “Buzul” demekmiş. Bu yükseklikte fazla konforlu kamp alanı bulmak zordu. Yine çok kalabalıktı.
Bir ara, kamp alanımızdan biraz daha yükselerek kayıt ofisine uğradık. Ayaklarımızda derman kalmamıştı ama yükselip tekrar inmek az da olsa aklimatizasyon sayılacağından çoğumuz yürüdük. Her zamanki gibi kaydımızı yapıp tekrar çadırlarımızın yanına döndük.
Bu sefer biz taşıyıcılarla aynı zamanda hatta biraz daha önce varmıştık kampa. Büyük kayaların aralarına çadırlar yerleştirildi. Kayıt ofisinden döndükten sonra, kayalardan birinin üzerinde oturup, taşıyıcıların çadır kurmalarını seyrettim.
09 Eylül 2010 – Perşembe – BARAFU Kampı (4600 mt.) – UHURU PEAK (5895 mt.) MİLENYUM Kampı (3800 mt.)
Uyuyamadım. 4-5 kez saate bakmıştım. Yine de uzanıp dinlenmek iyi gelmişti. Her saat başı saate bakıyordum, heyecandan herhalde. Saat tam 23:00’de Ercan hepimizi tek tek uyandırdı.
Zirve Günü. Akşamdan tüm hazırlıklarımızı yaptığımız için, oyalanmadan sadece üst katmanları giyinip çadırdan çıktık. Mutfak çadırına geçip çaylı - bisküvilerimizi atıştırdık. Akşamdan bıraktığımız sıcak su dolu termoslarımızı ve sularımızı da çantalarımıza attık. “Çantalarımız” diyorum ama ben hiç çanta taşımadım. Tek çantamız vardı onu da hep, sağolsun Hakan taşıdı. Zaman zaman grubun Lideri olan Ernest, ben çanta taşımadığım için “çok iyi bir taşıyıcın var” deyip komiklik yapmaya çalışıyordu.
Ramazan bayramının ilk günüydü. Bayram Hediyemizi almak için gece 23:59’da tüm ekip (12 kişi + 4 rehber) hazır vaziyetteydik. Yolumuz çok uzun, ama şikayet etmiyorduk, bunun için buradaydık.
Kamp eşrafının tamamı ayaktaydı sanki. Etraf karanlıktı ama insanların tepe lambaları çok güzel bir görüntü sunuyor, sanki heryer yıldız kaynıyordu.
Epeyce bir süre kamp alanlarından geçtik, bu arada yükseliyorduk da. Karanlık olduğu için rota görünmüyordu ama gökyüzüne doğru yükselen yıldızlar, pardon ışıklar (tepe lambaları) vardı. Gerçek yıldızlar nerede başlıyor ya da var mı ? Kimsenin anlayabildiğini zannetmiyorum. Bir anda aynı görüntüler arkamızda da belirmeye başladı. Aşağıdan yukarıya gökyüzüne doğru ışıklı bir hat oluşmuştu. Bizler de o hattın içindeydik.
Yavaş yavaş (pole pole) yürüyorduk. Nefes almak zorlaşıyor, hava git gide sertleşiyordu. Bir iki saat sonra ekipten bir arkadaşımız geri dönmek istediğini bildirdi. Son birkaç gündür de yüksekliğe bağlı şikayetleri vardı. Ercan, arkadaşımızı Ernest’in refakatinde aşağıya kampa gönderdi.
Tırmanışa devam ediyorduk ama çok zorlanmaya başlamıştık. Soğuk şiddetini artırmıştı, yürürken bile üşüyorduk. Soğuktan el parmaklarımın uçları donuyordu artık. Keşke Hakan’ı dinleyip kaz tüyü eldivenleri alsaymışım. “abartmayalım” diye de cevap vermiştim adama. Çoğu zaman “Z”ler yaparak yükselsek de bazen dik çıktığımız da oluyordu. Bazı yerlerde de yüksek basamaklar karşımıza çıkıyordu.
Yoruluyorduk, buna rağmen çok fazla mola veremiyorduk. Çünkü, hareket etmeyince de üşüyorduk. Çaresiz yürümeye devam. “Çadırda olsan da uyuyamayacaktın nasıl olsa, yapacak daha iyi birşeyin yoktu” deyip motive ediyordum kendimi. Isınalım diye termosdan su içelim istedik ama su da soğuk, ne olduğunu anlayamadık. Parmaklarımı nefesimle ısıtmaya çalışıyorum ama nafile. Nefesimle ısıtmaya çalışmamın sakıncalarını, dağdan inince epeyce bir süre hissettim. Çatlayan derilerin iyileşmesi en az bir haftama mal olmuştu.
Sabaha doğru 4-5 gibi grup ikiye bölündü. Karanlıktı, hava tam aydınlanmamıştı. Biz öncü grup David ve Selma liderliğinde tırmanışa devam ederken, arka gruptan kimseleri göremiyorduk. Selma mı rehber David mi belli değildi. Hatunu uyarmasan durmak falan bilmiyordu. “Bu ne hız be kardeşim” Maaşallah ona, ama arkada biz resmen nal topluyorduk.
Sabah 07:00’de Stella Point’e (5.756 mt.) varmıştık. Tepe lambalarına gerek kalmamıştı. Bu arada güneş de kendini iyice hissettiriyordu. Aşağıdan baktığımızda bizim zirve zannettiğimiz yer kraterin kıyısında, Stella Point dedikleri noktaymış meğer. Ama daha yolumuz vardı. Burada biraz dinlenme ve atıştırma molası verdik. Birkaç kişi “burasını zirve sayabilir miyiz?” dediyse de Ercan kabul etmedi. Herkesin zirveye çıkmasını istiyordu. En son inmek isteyen arkadaşımızı ikna etmek için bayağı uğraştığını biliyorduk.
Geniş, düzlük bir alan. Özgürlük (Uhuru) Zirvesi bayram yeri gibiydi. Gerçi bugün bayramdı zaten ama buralarda hergün bayrammış J. Fotoğraf çektirmek için bile kuyrukta bekledik. Tam zirve denen yerde, birbirine paralel iki tahta ve üzerinde “Tebrikler , Uhuru Peak, Tanzanya, 5895 mt vs.” yazan düz bir tahta çakılmış. Herkes o yazıların bulunduğu noktada (kitabe) fotoğraf çektirmek bu anı belgelemek istiyor haklı olarak. Tabii biz de J.
Zirvedeyken sol tarafımızda buzullar, karlar vardı. Meru Dağı (4.566 mt.) çok net olarak görünüyordu. Sağ tarafımız volkanik dağ olduğu için kraterdi. Manzara muhteşemdi. Birbirlerini tebrik edenler, ağlayanlar, garip giysiler giyinip fotoğraf çektirenler... Hangisini yazsam bilmiyorum. Her milletten, her yaştan insan vardı diyebilirim.
Kilimanjaro, Kibo zirvesiyle Afrika kıtasının en yüksek volkanik dağı. Ekvator’un yaklaşık 340 km güneyinde bulunan Kilimanjaro Dağı 1987 yılında UNESCO tarafından Dünya Doğa Mirası olarak ilan edilmiş. 06 Ekim 1889 tarihinde Dr.Hans Meyer ve Ludwig Purtscheller tarafından ilk çıkış yapılmış.
Sağlığı yerinde olan, yürümeyi seven yükseklik sorunu olmayan herkesin yapabileceği bir tırmanış. Kimi 5 günde çıkar, kimi 10 günde ama isteyen, vakti olan herkesin görebileceği bir dağ. Çok da güzel bir dağ. Oldukça geniş bir alan, zirve gibi hissetmiyor insan ama yükseklikten etkilenmemek için fazla kalmamak gerekiyor.
Fotoğraf çektirmek için kuyruğa girdik, gerçekten sıra vardı. Tüm gece bu an için tırmanmıştık, inanılır gibi değildi.
Zirvenin tadını iyice çıkardıktan yeterince oyalandıktan sonra inişe geçtik. Daha çok yolumuz vardı. Stella Point’e varıp, birşeyler atıştırıp yolumuza devam ettik. Amma dik yerlerden çıkmışız, güzergahımızı ancak görebiliyorduk. İniş de, en az çıkış kadar zordu, 4-5 kez mola vermek zorunda kaldık. Dönüş yolu da pek kolay değildi, ve yolumuz çok uzundu. Dizler ve ayak parmakları epey hasar gördü bu arada. Çıkış 8,5 saat, iniş de 4-5 saat kadar sürmüştü. Öğlen 13:00 gibi Barafu kampına varmıştık. Toplam 13 saat yürümüştük ve daha da yürüyecektik.
Kamptaki son akşam yemeğimizi ve çadırdaki son gecemizi geçirmek üzere sızdık. Ertesi gün 4-5 saatlik bir yürüyüşle Maçhame rotasını tamamlamış olarak Mweka kapısından çıkacaktık.
10 Eylül 2010 – Cuma – MİLENYUM KAMPI (3797 mt.) – MİLLİ PARKTAN ÇIKIŞ
Sabah 06:00 kalkış, kahvaltı ve 07:00’de ayrılış merasimi için hepimiz hazırdık. Taşıma ekibimiz ve mutfak ekibimizle vedalaşma için kamp alanında toparlandık. Ekip için bahşişler toplandı ve ekip liderine teslim edildi. Ercan ve Ernest (grubun lideri) karşılıklı iyi dileklerini ve teşekkürlerini bildirdiler. Ercan bizlere, Ernest de kendi ekibine tercüme etti. Ardından Afrikalı taşıyıcı ekibimiz şarkılar söyleyip dans ettiler. Meşhur Kilimanjaro Şarkısını hep birlikte söyledik.
Sözleri şöyle:
Jambo ! merhaba
Jambo bwama – merhaba efendim
Habari Gani - nasılsın
Nzuri sana – çok iyi
Wagani
Mwakari bisku
Kilimanjaro, Hakuna Matata – Kilimanjaro, takma kafana
Jambo bwama – merhaba efendim
Habari Gani - nasılsın
Nzuri sana – çok iyi
Wagani
Mwakari bisku
Kilimanjaro, Hakuna Matata – Kilimanjaro, takma kafana
Bir türkü söyleyemedik onlara ya, içimde kaldı valla.
Güler yüzlü çalışkan insanlarla hep birlikte fotoğraflar çektirdik, tek tek vedalaştık. Mutluluk ve hüzün bir arada yaşandı. Merasimin ardından, yürüyüşe başladık. Keyifli bir rotanın son günündeydik. Herşey çok güzel geçmişti. Bir gün evvel 6 binlerdeydik, bunu düşünmek bile gülümsememize sebep oluyordu. Kilimanjaro’nun eteklerine doğru alçalmaya başladık. Biz yukarıdayken, aşağılarda gördüğümüz bulutlara indik, sislerin arasına karıştık. Tropikal ormanların arasındaki muhteşem yoldan keyifle yürüyorduk. Ağaçların boyu büyüdü, çiçekler ve hatta kelebekler yolculuğumuza eşlik ettiler. Sağo sola bakmaktan, fotoğraf çekmekten doğru dürüst yürüyemiyorduk. Kopuşlar başlamıştı, ikili üçlü muhabbetlerle ilerliyorduk.
İniş yolunda rahatsızlanan bir bayanın tek tekerlekli, el arabasına benzeyen sedyemsi bir araçla taşındığını gördük. Yaklaşık 10 kişi, kimi yerde tekerleği itiyorlardı, kiminde de ellerinde taşıyorlardı. Ayrıca çok da eğleniyorlardı. Hasta olduğunu düşündüğümüz kız da durumdan çok şikayetçi görünmüyordu. Daha evvel yol kenarında görüp de anlamlandıramadığımız tek tekerlekli el arabası şeklindeki araç, meğer bir ilk yardım / sağlık aracıymış. Ercan, Milli Park sınırları dahilinde kaza geçiren, rahatsızlanan insanları kurtarmak üzere hazır bekleyen sağlık ekiplerinin olduğundan bahsetmişti. Çıkışa doğru yol genişlediğinde ambulansın dolaştığına da şahit olduk.
Öğlen gibi çıkış kapısına varmıştık. Kayıt Ofisi’nde son kayıtlarımızı da yaptırdık. Kayıt defterine zirveye ne zaman vardığımızı da yazmamızı istediler. Genelde, ad soyad, memleket, meslek, yaş gibi sorular soruluyordu. Yani, Afrika’da adımızı yazdırmadığımız yer kalmadı. Dağa taşa yer yere yazdırdık J.
Seyyar satıcılardan Kilimanjaro şapkaları satın aldık, taktık. Ardından yemek paketlerimiz ve meyve sularımız dağıtıldı.
Kayıt Ofisi’nin yakınındaki çimenlere yayılıp kumanyamızdakileri yemeğe başladık. Biz yemek yerken, satıcılar da gelip mallarını gösteriyorlardı. Pazarlıklar, minik alışverişler derken ayrılık vakti gelip çatmıştı.
Afrika’nın çatısı olan bu güzel dağa, bize sorunsuz tırmanış imkanı sunduğu için sessiz teşekkürlerimizi bildirdik. Memnun ve mesut bir şekilde bizi bekleyen minibüsümüze yerleştik. Milli Park’tan ayrılıp, Arusha’daki güzel otelimize doğru yola çıktık. 1.5 saatlik bir yolculuktan sonra cennet bahçeli otelimize vardık.
Otele bıraktığımız temiz eşyalarımızı emanetten alıp odalarımıza çekildik. Bizim odada sıcak su problemi vardı. Odanın her tarafına dağıttığımız eşyalarımızı Ercan’ın da yardımıyla toplayıp başka bir odaya geçtik. Neyse yeni odamızda sorun yoktu, uzun uzun yıkandık, temizlendik paklandık. 6 gündür dağdaydık ve yıkanmak için gün sayıyorduk neredeyse. İnsanın duşun altından çıkası gelmiyor bu durumlarda. Uzun bir toparlanma, temizlenme döneminde sonra akşam yemeği için lobiye gittik.
Akşam yemeğimizi otelde yedik. Yine çok güzeldi yemekler, tatlılar herşey mükemmeldi. Kutlama yemeği gibi birşey oldu. Yemek sonrası Ercan sertifikalarımızı dağıttı, hepimizi tebrik etti. Belgelerle (sertifika) ilgili olarak, güldük, eğlendik.
Günlerden sonra yumuşak yerde yatmak hepimize iyi gelecekti, odalarımıza çekildik.
11 Eylül 2010 C.tesi – Safari – NGORONGORO KRATERİ
Şöförümüz Douglas, Afrika’nın en gür sesli delikanlısı, sanki gırtlağında vuvuzela var. Çıkan sesi düşünün, mikrofondan konuşuyor zannedersiniz. En arkada oturan bile rahatlıkla duyabiliyordu. Hele güldüğünde, sesin gürlüğünden jeep sarsılıyordu. Çok eğlenceli ve çok da becerikli bir insandı. “Bana istediğinizi sorabilirsiniz, sizlerden bugün 100 bin soru bekliyorum, 100 tanesini senden” deyip beni gösterdi. Daha rahat bir koltuk olduğu için önde solunda oturuyordum.
Bizden ilk zamanlar fazla soru gelmedi. Kendisi seyir sırasında yolda gördüklerinden anlatmaya başladı. Sağda solda gördüklerini anlatıyordu.
Önce kahve tarlasını gösterdi. Kahve ekimi için önce tarlaya ağaç dikiliyormuş. Yeterince gölgelik sağlayabilmeleri için. Daha sonra kahve ekimine başlanıyormuş. Aksi halde güneş yakıp kavurur, mahsul iyi olmazmış.
Douglas’dan öğrendiğimize göre; yerliler beyaz turistlere “mizungu” yani beyaz maymun diyorlarmış. Bizi nasıl görüyorlarsa artık J.
Daha sonra masailerden bahsetmeye başladı. Masailerin yaşamları, yedikleri içtikleri evleri hakkında epey bilgi sahibi olduk.
Afrika topraklarının en renkli kabilesinden Masailer’den biraz kitabi bilgi eklemek istiyorum.
Masailer ya da Maasailer Tanzanya ve Kenya sınırları içinde bulunan “Masai Mara” bölgesinde yarı göçebe bir hayat süren yerli halka verilen isimdir. Nilo-Saharan dil ailesine dahil olan Maa dilini konuşurlar. Tanzanya ve Kenya’da yaşayan Maasailerin toplam nüfusunun yaklaşık 900 bin olduğu tahmin edilmektedir. Her iki ülkede uzak köylerde yaşamları ve yarı göçebe hayat stilleri nedeniyle nüfusları hakkında tam bir tahmin yapmak güçtür. (Vikipedi)
Nüfus kağıtları, pasaportları ya da her hangi bir yere kayıtları yok. Kimseyi tanımazlar. Siz elinizde pasaportla sınırda kuyruğa girip işlemlerinizin yapılmasını beklerken, herhangi bir Masai elini kolunu sallayarak geçip gider. Kimse de “nereye gidiyorsun,” falan diyemez. Oy kullanmazlar, taraf tutmazlar. Açıkcası kimseyi takmazlar.
Ataerkil bir toplum. Önemli kararları ancak yaşlı erkekler verebiliyormuş. Bunlar sözlü kararlar olup, yazılı kararları yokmuş. Son zamanlarda yerleşik şehir hayata geçişler başlamış ama sayıları çok azmış.
Masailer hayvanla ve doğayla iç içe yaşıyorlarmış. Hayatları sürekli doğada geçtiğinde tüm nakliye işlerinde eşekleri kullanıyorlarmış. Pazar alışverişlerinden tutun da hastaneye gitmek için hep bu hayvanları kullanıyorlarmış. Geri kalan zamanlarında da yürüyorlar herhalde. Kadını erkeği, büyüğü küçüğü sürekli yürüyorlardı. Asfaltın kenarından ikili üçlü ya da tekli Masaileri görmek her zaman mümkündü. Çünkü kıyafetlerinden hemen tanınıyorlarldı. Erkekler ekoseli bir örtüye (genellikle kırmızı) sarınıp, motorsiklet lastiğinden ürettikleri sandalet-terlik ve ellerinde abanoz ağacından yapılan bir asa, bu asanın ucunda bir topuz ve topuzun da ucunda bir sivilce gibi birşey, çok yuvarlak değil. Doğru açıyla bir aslanın kafasına vurabilirse ikiye yarabileceği söyleniyor. Denen o ki, ilk avlanmaya başladıklarından itibaren o topuzlu asayı hiçbir zaman bırakmıyorlar. Araba kullansalar da bisiklete binerken de ellerinden bırakmıyorlar. Yol kenarında epeyce asalı bisiklete binenlere şahit olmuştuk.
Masailer evlenirken ne kadar büyük baş hayvanları varsa ona göre evlenme hakları oluyormuş. Yeteri kadar hayvanı yoksa evlenemiyormuş. Eğer 20 tane ineği varsa 1 kadın, 40 inek varsa 2 kadın alma hakkı varmış. Douglas’ın yalancısıyım, bize anlattıklarını aktarıyorum valla J.
Sadece kadınlar ve çocuklar vardı köyde. Kadınlar karşılama töreni gibi birşey yaptılar. Yan yana dizilip Masai dilinde şarkılar söyleyip oyun oynadılar. Şarkılar söylenirken bizden birkaç arkadaş da aralarına girip oynadı ve nihayet müzik bitti. Çok şükür ki bitti J.
Sefillik her yerden hissediliyordu. Çocuklar iskelet gibi, karınları şiş. Üzerlerinde bir örtü ayaklar çıplak L. Okula gitmeye başlamışlar ama ona da kitapsız, formasız falan gidiyorlarmış.
Şarkılı karşılama merasiminden sonra, genç çocuk Masailer hakkında bilgiler verdi.Karşılama seramonisinde söylenen şarkıların anlamlarını ve hangi şarkıları söylediklerini açıkladı. Hoşgeldin şarkısı ilk söylenmiş. İkinci şarkı “yeni doğan çocuk için” söyleniyormuş. Üçüncü şarkı ise savaş şarkısıymış. Tanrılar ve dağlar için söylüyorlarmış. Dağlar çok kutsal ve önemliymiş. Son şarkıları da sünnet şarkısıymış.
Evlerini yani kulübelerini yaparken küçük dal parçaları, çalıları, sığır dışkılarını ve sığır idrarını güneşte kurutup harç elde ederlermiş. Evlere girişte kafayı eğmek gerekiyor çünkü çok alçak. Ortada bir ateş yanıyor. Penceresi falan yok, ışık mışık da almıyor. Yakıt olarak tezek kullanıyorlar. Hayvan derisi ve kuru otlardan yapılmış yataklarda uyuyorlar.
Köydeki en çok malın ve kadının sahibi her kimse o kişi kabile reisi olabiliyorlarmış. Kabile reisi kimin hangi işi ne zaman nasıl yapacağına karar veren kişiymiş.
(Masailerle ilgili bilgi toplarken çok güzel bir yazıya rastladım. Internetten bulabilirsiniz. 12 Ekim 2008 tarihli BirGün Gazetesi – Afrika’nın Pasaportsuz İnsanları - Mustafa Andıç)
Kraterin içindeyken, vahşi hayvanların saldırma olasılığına karşı jeeplerden inmek yasaktı. Göç zamanına denk gelmek varmış aslında ama, bize uymadı. Birçoğunu göremedik bile. Aslanlar bizi hayrete düşürdüler. Geceden yemiş, şişmiş baygın baygın yatıyorlardı. Jeeplerle 7-8 metrelik mesafede onları seyrediyoruz, hayvan kafasını bile çevirmeden hafif göz ucuyla bakıp uykusuna devam etti J.

orongoro, gerçekten de görülmeye değer bir yer. Belgesel seyretmek, belgeselin içinde yaşamak gibi birşey. Gerek coğrafyası gerek barındırdığı hayvanlarıyla görülmesi gereken yerlerden birisi.
Tanzanya’daki son akşamımızdı, grup da iyice birbirine alıştığı için muhabbet uzadıkça uzadı, kahkahalarımız Arusha’dan duyuldu J. Hem çalışanlar hem işletmenin sahibi çok sıcak insanlardı.
Bu arada isterseniz şöminelerinizi yakıyorlardı. Hepimiz akşamdan 5 usd karşılığında şöminelerimizi yaktırmıştık. Kocaman odalar hemen ısınmıyordu ama olsun, yine de hoştu.
12 Eylül 2010 – Pazar – Safari MANYARA GÖLÜ (Milli Park) – NAİROBİ’ye dönüş.
07:30 da istemeyerek de olsa otelden ayrılıp, jeeplerimize binerek yola koyulduk. İstemeyerek diyorum çünkü, bir iki gün sadece kuş cıvıltılarının duyulduğu, yeşilin her tonunun olduğu bahçede dolaşmak, rengarenk çiçeklerin arasındaki huzurlu evlerde konaklamak isterdim doğrusu.
İki gündür yol üzerinde epeyce vakıf okulları ve inşaatları devam eden kiliseler görüyorduk. Protestan misyonlerler okulu, vakfı gibi adları vardı. Kısacası, Afrikanları destekleme vakfı. Bu topraklardan hiçbir zaman sömürgecilik tamamen silinmiş görünmüyordu.
Sığ bir tatlısu gölü olan Manyara, birçok güzel doğa manzarasının ve vahşi yaşamın ev sahibidir. Manyara ismi, Masai dilinde bir fıçıotu* cinsi 329 kilometrekarelik Manyara Milli Parkı’nın içinde yer alan göl, 231 kilometrekarelik bir yer kaplar. Parkta babunlar, hipopotamlar, impalalar, filler, bufalolar görmeniz mümkün. Ağaçta yaşayan aslan türünü de bir tek bu alanda görebilirsiniz. Kuş cinslerinin meraklıları veya araştırmacıları için de bu parkın bir cennet olduğunu söyleyebiliriz. İçlerinde pembe flamingo, kartal gibi çeşitlerin de olduğu 300 çeşit kuş, bu parkta konumlanıyor, onları rahatlıkla inceleyebilirsiniz. Kasım ve Haziran arasının, kuşları izlemek için en uygun zaman olduğu söyleniyor. (iyi ki internet var J) (*:fıçıotu: sütleğengillerden, yumruları müshil olarak kullanılan otsu bir bitki;anlamına geliyor)
Gördüklerimizden aklımda kalanlar; geyik, hipopotamus, ağaçların tepesinde dinlenip etrafı seyreden Afrika Kartalı, Zebra, maymun, pelikan, babun, ceylan, dik dik, impala, zürafa ve bütününü göremesek de ağaçların arasındaki filler.
Bir yerde araçtan inip çitlerin yanından kuşları ve çok uzaktaki sürüleri fotoğrafladık.
Ve bir belgeselin daha sonuna gelmiştik. Bize ayrılan zamanı doldurup, kampın dışına çıktık. Hızlı hareket ediyorduk artık. Saat 13:00 civarı güzel bir alışveriş mekanına uğradık. Daha evvelden hazırlanan öğlen yemek paketlerimiz dağıtıldı. Yarım saatlik vaktimiz vardı ve bu süreyi hem yemek hem alışveriş için kullandık.
Saat 15:30’da Arumera’dan eşyalarımızı aldık, 20 dakika sonra da 1300 mt rakımlı Tüm Afrikanın safari başkenti olan Arusha’ya veda edip, Tanzanya’dan ayrıldık.
Kabus yola çıkmıştık artık. Akasya ağaçları ve yol kenarındaki renkli Afrika insanları bu yolun yegane güzelleriydi.
Akşam 18:45 Civarı Navanga sınır kapısından geçip Kenya Topraklarına girdik. Daha 3 saatlik yolumuz vardı ve Nairobi’ye doğru devam ettik. Tozlu, topraklı yollarda sabrımızı zorlayarak da olsa dayandık. Başka çaremiz yoktu zaten.
Nihayet, saat 21:00’de Kenya’nın başkenti Nairobi’deydik. Yorgunduk, tozluyduk ve bitkindik.


Son birkaç saatimiz kalmıştı, aracımızla Nairobi’deki otelimize döndük. Odalarımıza geçip, yıkanıp paklandık ve gece 01:30’da tüm eşyalarımızla birlikte havalimanına gitmek üzere otelin minibüsündeydik.
Uçağımız 03:40’daydı ancak rötarlıydı. Sadece uçağa binip kemerimi taktığımı hatırlıyorum, uyandığımdaysa bizim sıraya yemek servisi yapılıyordu. Muhteşem zamanlama.
13 Eylül 2010 – ISTANBUL
13 Eylül 2010 – ISTANBUL
Sabah 10:00 gibi İstanbul’a varmıştık.
Bu seyehatimde emeği geçenlere teşekkür etmek isterim: Explorer ekibinin hepsine, geziye Hatay’dan, Bodrum’dan, İstanbul’dan ve Ankara’dan katılan yeni dostlarıma, seyehat boyunca sabırla dinleyen, anlatan, koruyan kollayan rehberimiz Ercan Kolbakır’a ve en çok emeği geçen gönüldaşım, Hakan’a çok teşekkür ederim.
![]() |
Ngorongoro - Tezcan & Hakan |
Sevgiler, saygılar...
Daimi Gezgin
Tezcan
daha fazla fotoğraf için:https://picasaweb.google.com/lh/sredir?
Muhteşem diliniz samimiyetiniz bir solukta okudum Başarınız daim olsun :))
YanıtlaSilMerhabalar,
SilÇok teşekkür ederim, sağolun. Geç gördüm kusura bakmayın.
Nepal ve Klimanjero...oncelikle bu iki yazinizi,sonra digerlerini heyecanli bir roman okur gibi keyifle okudum. Elinize saglik. Explorer ile bu turlari gerceklestirmissiniz. Bizde bu iki turu yapmak istiyoruz. Internetten arastirdim ama explorer tur diye arattigimda cok farkli turlar cikti. Sizin turunuzla ilgili firmanin internet adresini belirtebilirseniz cok memnun oluruz. Tekrar emeginize elinize dilinize saglik.Tesekkurler.
YanıtlaSilMerhabalar,
SilÇok teşekkür ederim, güzel yorumlarınız için. Geç gördüğüm için yanıtlayamadım, kusura bakmayın.
Haklısınız, Explorer artık kapandı. Ama rehberleri (Ercan K.) Montis olarak devam ediyorlar. https://montis.com.tr/ adresinden MONTIS Tripst and Expeditions olarak bulabilirsiniz. Aynı özen ve hassasiyet ile devam ettirdiklerine inanıyorum.
Sağlıcakla kalın, iyi günler diliyorum...