26 Nisan 2011 Salı

BALKANLAR (Kosova, Makedonya, Bosna Hersek, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan)

BaLKaN’larda bir hafta...
Ne çok bilmediğim şey varmış meğer. İnsan içine girmeye, kapısına gelmeye görsün. Her yüzde bir hikaye, her hikayede bir acı, her acıda binlerce çizgi. Ahh, ah ne yazayım, neresinden başlayayım bilemiyorum.
“Bildiğim tek şey, hiçbirşey bilmediğimdir.” SOKRATES
Gülümsemeyi unutmuş, mutluluğa hasret bakışlar, diken üstünde oturan, her nefesi son nefesmiş gibi sigarayı çeken insanlar. “Heryerde vardır bu yüzler” diyemedik.  Bunlarınki başkaydı...
Öte yandan; umutlu, safiyane duyguları tüm kalbini saran yüzlerle de karşılaştık. Pırıl pırıl bakan, gülümsediğinde güneşi kıskandıracak kadar ışık saçan, meraklı bakışlardı onlar. Kendilerinden yaşça büyük olanlara hayat verenlerdi onlar.
Yazmaya elim varmıyor ama, bildiği halde yanlış yere yönlendirenlerle ya da sorulduğunda bilmiyormuş gibi ilgisizlerle, hala düşmanlık tohumlarını saklayanlarla da karşılaştık.
Dünyanın tam orta yerinde, en verimli toprakların göbeğinde, yeşilin en yeşili, mavinin en mavisinde bulunan doğadan zengin insanlar. Büyük bir grup için ise;  şanstan yoksun insanlar...
Yıllarca komşuluk, arkadaşlık, dostluk yapıyorsun sonra düşman oluyorsun. Sen olmasan da düşmanca muamele görüyorsun...
Döndüğümden beri aklım oralarda kaldı. Balkanlar üzerine neler yazılmışsa okumaya, çekilen filmleri seyretmeye çalışıyorum. Hatta daha evvelden okuduklarımı raflarından çıkarıp daha bir özenle tekrar tekrar okuyorum.
Zaten gitmeden evvel bir sürü araştırma yapmıştım. Üstüne, dolaşırken de “şu film burada çekilmişti, bu filmde bu sokak kullanılmıştı hatta, “...falanca kitabı okumalısınız, burası hakkında çok güzel bilgiler var”  gibi bir sürü ev ödeviyle de geri döndüm.
Okuduklarım aklımdaydı ama hepsi de havadaydı. Gittikçe, gördükçe yerlerine indiler. Yerlerine yenilerini gönderdiler (ev ödevlerini) J.
Gezi yazılarını ve bilgilerini her daim paylaşan sevgili ağabeyim Hüseyin Şişman’a ve internetten gezi anılarını bulduğumuz Sn.Ümit Kuru’ya (tanımasam da) çok teşekkür etmek istiyorum. Hem mekanlar hem de tarih hakkında epeyce fikir sahibi olduk. Kitap olarak da; Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından Mustafa Balbay’ın  Balkanlar, Banu Avar’ın  Sınırlar Arasında ve Nesteren Davutoğlu’nun  Balkanlar Defteri de okuduklarım arasındaydı.
“Hangisini okuyayım, gezi yazısını ne zaman yazayım” bilemiyorum. Neyse başladım artık J.
Gün be gün yaşadıklarımızdan kalanlar, buyrun...
19 Temmuz 2009 Pazar – ISTANBUL – PRİŞTİNE (Kosova)
Sigara yasağının ilk günü .
Bugün vakitlice alana geldik. Butik Tur’dan Ilker Bey bizi karşıladı. Sigorta kartı, uçuş bilgileri, haritalar ve kitapçıkların da içinde bulunduğu zarflarımızı verdi. Çok iyi hazırlamışlardı. Bu arada Butik 12 Tur ile tanışmamı da yazmak istiyorum.
Yaklaşık iki sene evvel Özlem Şen aradı ve e-posta ile bir gezi programı gönderdi. “..... yere gideceğim, Butik 12 diye bir tur ile. Bunları tanıyor musun ? Bilgin varmı?” diye sormuş. Ben de “hiç bilmiyorum, bi araştırayım. Bir şeyler öğrenirsem sana yazarım” deyip e-postayı geri gönderdim. Ama, Özlem’e geri gönderirken aynı zamanda Butik 12 Tur’a da göndermişim J. Özlem’den evvel İlker Bey (Butik 12 Tur) aradı beni. Kısaca kendilerini tanıtıp, posta grubuna beni ekleyebileceklerini bildirmişti. O  gün bugündür programları hep gelir.
Hemen THY’nın sırasına girdik, “aaaa Tezcan” diye bir ses. Bizim Zınar ve Şükran çifti hemen önümüzdeler. Izinleri bitmiş Rusya’ya geri dönüyorlarmış. Sıra gelene kadar sohbet, muhabbet...
Alanda diğer katılımcılarla da tanıştık. Sayımızın az olması sevindirici, sadece 8 kişiyiz. Az kişiyle seyahat etmek gerçekten de çok avantajlı. Çok fazla bekleme olmuyor, daha az sorun oluyor. İlk durağımız olan Kosova – Priştina’ya hareket için 13:05 uçağımıza yerleştik. Daimi kankilerimden Sevinç’le seyahat ediyoruz. Yolculuk boyunca yedik, içtik muhabbet ettik. Uçuş yaklaşık 1 saat 15 dk. Bu arada Kosova ile 1 saatlik fark var aramızda.
Cumhuriyet rejimiyle yönetilen devlet 1999 – 2008 yılları arasında Birleşmiş Milletler idaresinde iken,  17 Şubat 2008 tarihinde tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan etmiş. Karadağ’dan sonraki son bağımsız ülke sıfatını da elde etmiş minik bir ülke. Kosova’nın komşuları; Sırbistan, Karadağ, Makedonya ve Arnavutluk.
ABD, Almanya İngeltere, Afganistan ve Türkiye Kosova’nın bağımsızlığını tanırlarken, Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi, Sırbistan ve Rusya ise Kosova’nın Sırbistan’a bağlı özerk bir bölge olduğunda ısrar ederler.
Uçaktan inince gökyüzü daha bir yakın göründü. Hava da esiyor mu ne ? Ohh şahane. Kavurucu sıcaklardan gelince, bu esinti ilaç gibi geldi. Bu arada rakım; 600 mt.
Minicik bir havalimanı. Hemen sıraya girdik, 4-5 tane polis kontrol noktası var. Ancak sadece 2 tanesi çalışıyor. Sıradayız. Bizden hemen sonra bir uçak daha indi ve gelen yolcular yanımızda 2. hatta 3.,4. sırayı bile oluşturdular. Hafiften kendilerini uyarmak istedik “Burası Kosova, sıraya siz gireceksiniz, biz değil” diyen bir adamla karşılaştık. Haydaaa ! Dakka bir, gol bir. Hepimizin aklından, “bunların hepsi böyleyse yandık” tereddütleri geçmiştir eminim. Benim geçti.
Neyse, sonradan başka bir polis göreve gelip, ilk sıraya da biz geçince kızgınlığımız nisbeten azalmıştı. Adama dönüp hareket yapmak farzdı belki ama, dediği gibi Kosova’daydık.
11 bin km2’lik ufacık ülkenin başkenti Priştina’dayız. Burası Kosova’nın en kalabalık şehri olarak da geçiyor. Her kaynak farklı sayılar verdiğinden ben ortalama 400-600 bin nüfuslu diye geçiyorum J.
 “Kosova” kelimesi, Eski Bulgar ve Çek dillerinde "Karatavuk" anlamına gelen "Kos'dan türemiş. Niye karatavuk ? Bilgi yok...
Polis kontrolünde iken, polisin benim pasaportumda biraz tereddütleri oldu. Yanındakine birşeyler sordu !..  Daha tecrübeli olduğunu düşündüğümüz diğer polisin “boşver” gibilerinden hareketiyle pasaportuma kavuştum. Diğer gruptan bazılarının pasaportlarını alıp bekletmişler. Sorup, soruşturduktan sonra tekrar sıraya girmek zorunda bırakılmışlar meğer. Biz daha şanslıymışız.
Kontrol üstüne kontrol var buralarda. Valizleri aldıktan sonra başka bir x-Ray’den geçiyorsun, ama itiş kakış. Neyse 15:30 gibi çıktık alandan.
Kapıda; ortayaşlı, açık tenli pırıl pırıl gülümsemesiyle Saljaetin (Selahattin) Ayvaz bey karşıladı bizi. Elinde Butik Tur’un yazısının olduğu bir kağıt tutuyordu. Kısa bir tanışmanın ardından diğer katılımcıları beklemeye başladık. Bu arada sohbet de ediyoruz. Aslında bizim turun asıl rehberi Naser Bey. Kendisinin bugün çok önemli bir işi çıktığı için yerine Selahattin Bey gelmiş. Sadece bugün için bizimle olacak. Gerçi İlker Bey, İstanbul’dayken bize bahsetmişti. Zararı yok, çok da düzgün bir insandı. Hatta Türkçesi Naser Bey’den çok daha iyiydi.
Bizi karşılarken, “Yahya Kemal’in topraklarına hoşgeldiniz” deyip devam etmişti. “Bu topraklardan sizlere iki tane “Kemal” gönderdik. Kemal Atatürk ve Yahya Kemal’i. Şimdilerde sizlerin yeni Kemal’lere daha çok ihtiyacınız var, ancak onu da siz bulacaksınız” demişti. Adam şiir gibi konuşuyordu valla.
Yavaş yavaş alanda toparlandık ve Sultan Murad’ın türbesine gitmek üzere minibüsümüze doğru hareket ettik. Priştina’da görülebilecek tek yer burası. Tabii havaalanı burada olmasaydı, sanırım buranın ziyaretçisi de çok fazla olmayacaktı ya neyse.
Kosova dinin merkezi oluyormuş. Kosova’daki yaklaşık 3 milyonluk nüfusun %80’i Arnavut, kalanı Türk ve Sırp.
Sırbistan’ın iki özerk bölgesi var. 1. Voyvodna, 2. Kosova. Sırplar azınlıkta olmalarına rağmen “Kosova bizimdir” deyip ortalığı velveleye veren bir millet. Tito, Sırpları susturmak için özerk bir bölge olarak Kosova’yı Sırbistan’a bağlıyor. Ne karışık hikayeler bunlar L. Aslında Sırplar, 600 sene önceki intikamın peşindeler. Osmanlı Hükümdarı 1.Murad’ın (bugün türbesini göreceğimiz) Sırp Kralı Lazar’a karşı kazandığı Kosova zaferinin intikamı.
Neyse, Priştina adeta şantiye şehri. Her tarafta inşaat var. Yollar yapılıyor, binalar inşaa ediliyor. Adeta küçük bir Amerika şehri oluşturmak için herkes seferber olmuş. Öyle ki şehrin göbeğinde eski başbakan Bill Clinton’ın dev fotoğrafı her yerden görünüyor. Söylendiğine göre, bu aralar aşırı ABD hayranlığı varmış. Hatta şöyle bir söz sarfetmişti rehberlerden birisi: “Bir zamanlar en iyilerimiz Türkiye’ye gitti, şimdi de Amerika’ya gidiyorlar. Bu ülkenin akıllı insanları kendi yerlerinde kalsalar Balkanlar için çok daha iyi şeyler olabilir” gibi...
Rehberimiz türbe yolunda devam ediyor anlatmaya. “Eski Yugoslavya daha iyiydi. Çok garantili hayatımız vardı. Özel mülk hakkımız, her yere gidiş için pasaportumuz vardı. Güven vardı. Okul parasızdı, sağlık sorunu yoktu, hastaneler parasızdı”.
Yolda bir kaç kez adres sormanın ardından ulaştık Sultan Murad’ın türbesine...
Kısaca bahsetmek gerekirse; Osmanlı güçleri Balkanlarda ilerlerken 1388’de Ploşnik vadisinde Balkan kuvvetlerinin baskınına uğrar. Ama genç Osmanlı devleti yılmaz ve ilerlemeye devam eder. Bulgaristan’ın tamamını ele geçirir.
Ploşnik’de kazandığı zaferin etkisindeki Sırp kuvvetleri ise, Osmanlılara karşı daha büyük bir ordu toplamaya başlarlar. Bir sene sonra Türk ve Sırp orduları Kosova’da, Mitroviçe ile Üsküp arasında kalan Priştina’nın batısındaki Kossovapol Ovası’nda tekrar karşılaşırlar.
Sırpların çoğunlukta olduğu Balkan ordusunun yenilgisi çok büyüktür. Hatta kral Lazar’ın cesedi bile bulunamamıştır. Sırplar, bu yenilginin acısını bir suikastle çıkarırlar. Miloş Kapiloviç adındaki Sırp –kendisi aynı zamanda kral Lazer’in damadı- savaş meydanını gezen Osmanlı hükümdarını hançerlemeyi başarır. 1.Murad “şehit olan tek Osmanlı sultanı” ünvanını alırken, Sırplar da Miloş’u kahraman ilan ederler. Hatta Kral Lazar’ın ve Miloş’un heykelleri Yugoslavya’nın her bir yerine dikilir.
Bu türbede Sultan Murad’ın iç organlarının bulunduğu bir sanduka var. Sadece iç organları savaş alanında bulunuyor. Naaşı da ölümünden hemen sonra Bursa’ya getiriliyor. Bursa’da Çekirge yolundaki Murad Hüdavendigar Camiinin hemen yanında bulunuyor.
Türbeyi Özbek asıllı bir aile koruyor. Türbedar ailesinin ilk üyesi Hacı Ali Buhari, Özbekistan’ın Buhara şehrinden 1660 senesinde buraya geliyor ve türbedarlığa başlıyor. Sonrasında nesilden nesile bu iş naklediliyor.
Türbedar ailesi halen göreve devam ediyor. Görevi, şu anda Hacı Ali Buhari’nin torunlarından bir bayan sürdürüyor. Sarışın ve renkli gözleriyle, Özbek’ten çok Balkan’a benziyordu.
Burayı da Türk devleti restore ettirmiş. Ziyaretimizi tamamlayıp, türbe bahçesindeki erik ve armutların tadına bakmayı da ihmal etmiyoruz. Hatta yolluk bile yaptık.
Priştina’nın merkezine vardık. Hepsi de birbirine yakın olan, aynı zamanda tadilatta olan Murad Camii, Yaşar Paşa Camii şu anda müze olarak kullanılan Eski Yönetim Binası ve Fatih Camilerini de şöyle bir kapısından görüp, akşam 17:30 gibi Prizren’e doğru hareket ettik.
Priştina – Prizren arası 80 km. Yaklaşık 1 saatlik yolumuz var. Yol boyunca 4-5 tane fabrika gördük. Maden çıkarıyorlardı, burada gümüş ve kömür çıkarılıyormuş.
Yeni nesil Arnavutlar Türkleri pek sevmezmiş. Vatikanın büyük propagandası olduğu düşünülüyormuş. Propagandanın birinci sırasını, Türkçe kelimelerin yerine yenilerinin kullanılması oluşturuyormuş. Yenileri de İngilizce oluyor tabii.
İngilizce, neredeyse resmi dil. Arnavutça ve Türkçe de var. Ama sadece belediyeler statüsünde resmi dilmiş, ne demekse ? Kosova hakkındaki kaynakları araştırınca; resmi dil Arnavutça ve Sırpça olduğunu görüyoruz. Kosova Anayasasında ise Türkçe, Boşnakça ve Rumca belediyeler statüsünde resmi dil olarak geçiyor.
Prizren yolunda bir düğün konvoyuna rastladık. Tamamına yakını erkekti. Arabalarını bayraklarla süslemişlerdi.
Hem şehrin içinde hem de Prizren yolunda bolca kapalı havuzlar gördük. Bizim rehber için “Paralı havuzlar”dı onlar.
Yollardaki levhalar da çok enteresandı. Yerleşim yerlerinin adları hem Arnavutça hem Sırpça yazıyordu. Bir kısım yerlerde de, iki isimden birinin üzerleri karalanmış vaziyetteydi. Nerede çoğunluk varsa, mesela Arnavutların nüfus olarak kalabalık olduğu yerlerde, levhadaki Sırpça isim siliniyordu. Ya da tam tersi.
Dağların arasındaki 220 bin nüfuslu Prizren şehri, 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in ünlü kumandanlarından Evrenoszade Ahmet Bey tarafından fethedilmiş.
Şar dağlarının eteklerinde olan şehir, deniz seviyesinin 400 mt üzerinde. İlk gözümüze çarpan tepedeki kalesiydi. 590 metre yükseklikteki bir tepede şehri gözetliyordu. Kalenin yakınlarında da birkaç tane eski kilise görünüyordu.
Ruhsuz Priştina’dan sonra, Prizren bir başka göründü gözümüze. Daha samimi, daha sıcak ve daha bizdendi. Biraz Amasya, biraz Safranbolu biraz da Bursa’ya benziyordu.
İlk ziyaret yerimiz “Namazgah” denen, “açık camii”ydi. Fatih Sultan Mehmet döneminde, 21 Haziran 1455 yılında yapılan namazgah, Ekim 2002’de Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından onarılmış. Etrafındaki banklarda Ankara Belediyesi yazısını görünce çok sevinmiştik J.
Zamanımız az, Prizren çok güzel. Biraz hızlı hareket ediyoruz. Burada da camiler tadilatta, bir tanesi de kapalıydı. Önemli camileri; Gazi Mehmet Paşa Camisi, Hamamı (16.yy) ve Sinan Paşa Camii. Diğer bölgelerde olduğu gibi burada da restorasyon işlerinin büyük bölümünü Türkiye yapıyor.
Sadece Halveti tekkesini gezebildik. Hiç görmediğim kadar tekke ve dergah gördüm Balkanlarda. Tarihi Türk hamamına şöyle uzaktan baktık. Harap bir haldeydi, sanırım onarım için sırada bekliyordu.
Keşke bu gece burada kalabilseydik, çok güzel bir şehir burası. Aslında kasaba desek daha doğru olur. Prizren adının Osmanlıca “Pür zerrin”den (ziynet dolu şehir) değişim geçirerek geldiği yazıyor. Ayrıca Sırpça, uzaktan görülen kale anlamına da geliyormuş. Gerçekten de görülmeye değer kalesi vardı. Şehri kucaklayan, ayaklarından nehir (Bistrica) akan bir kalesi. Yürüyerek çıkmak vardı ya, ama vakit yoktu. Döner dönmez bu konuyla ilgili sitemimi Butik 12 Tur’a yazmıştım. Umarım dikkate alırlar da gidenler boş dönmezler.
Şehir, nehrin iki yakasına kurulu. Bundan sonra göreceğimiz şehirler de neredeyse aynı tarzdaydı. Bistrica nehri şehrin ortasından süzülürken, üzerindeki taş köprüden yayalar salına salına geçiyor, zaman duruyor sanki. Herşey o kadar doğal ve güzel ki suyun, taşın ve ahşabın tüm enerjisi şehrin insanını –bizim gibi gelip geçenleri de- sarmalıyor. Bistriça nehri üzerinde toplam 9 köprü varmış.
Evrenosoğlu Ali Bey tarafından yaptırılan taş köprüden geçip, şehir merkezindeki Şadırvan’ı şöyle bir turluyoruz. Güzelim çeşmelerinden avuçlarımızla su içiyoruz.
Dedik ya burası çok bizden diye. Eski bir Osmanlı köyüymüş aslında. Buradaki halk çoğunlukla Arnavut asıllı ve Türkçe biliyorlar. Biz de dolaşırken çocuklarla selamlaştık. Şeker ikram edince dedeleri kızdı. “Öğrenmesinler, herkese el açarlar” dedi. Haklıydı da. Konuştuk biraz, bizi kahve içmeye davet ettiler ama vakit yoktu. Ayaküstü biraz muhabbet ettik, sonra da istemeyerek vedalaştık.
Burası kesinlikle Priştina’dan daha görülmeye değer, ama havaalanı ne yazık ki Priştina’da.
Bugünkü programımızın sonuna gelmiştik. Şimdi istikamet Üsküp. Epey de geç olmuştu. Daha 100 km.lik yolumuz var ve sınır geçeceğiz. Hem Prizren’e doyamadık, hem karnımız aç. Meşhur “Besimi” lokantasında köfte bile yiyemeden gidiyoruz. Çünkü Üsküp’te bizim için hazırda bekleyen bir yemek var.
20:30 gibi Sırp bölgesinden geçiyoruz. Köylerde elektrik yok. BM karargahı hemen köyün dibinde. Sırpların bazıları, arabalarının plakalarını değiştirmemiş. Çünkü hala eski Yugoslavya renklerini ve plakalarını kullanıyorlar. Bir çeşit direnme olsa gerek.
22:15 gibi Üsküp’e vardık. Artık Makedonya’dayız. Üsküp’e girer girmez karanlıkta ilk dikkatimizi çeken şey en tepeye yerleştirdikleri büyük haç oldu. 2002 yılında dikilmiş. Boyu 70 metre ve 660 adet ampulla aydınlatılıyormuş. O yüzden de her taraftan görünüyordu.
Bizim geçici rehberimiz Selahattin Bey, haç için çalıştığı gazetesindeki köşesine şöyle bir yazı yazmış; “Siz haç yaparsınız, yanına biz cami yaparız. Siz daha büyük bir haç yaparsınız. Ne olur ? Savaş olur, insanlar ölür. Ama ne kadar yüksek yaparsanız yapın, hilal her zaman yukarıdadır.”
Çok güzel bir mekana akşam yemeğine pardon gece yemeğine geldik. Normalde bu saatler benim gibi tavuklar için uyku saatidir. Makedonya için 22:30 ama bizim için 23:30 .
8 katılımcı, rehber ve şoförümüzle birlikte, 10 kişi, konuşlandık büyükçe masanın etrafına. Önce masaya 3 tane salata tabağı geldi. Büyük tabaklarla gelince ortanın diye düşündük. Sonra devamı geldi, meğer kişi başıymış . Herbirimize kocaman tabaklarda salatalar, büyük porsiyonlarda börekler ve ardından yine koca porsiyonlarda etli, patatesli yemekler geldi. Hepsi çok güzeldi ve çok lezzetliydi ama çok geç olduğundan hakkını veremedik. Sonunda gelen Üsküp baklavası ise şahaneydi. Tamamını silip süpürdüm, ohh yarasın...
Gece yarısına doğru Üsküp’deki Continental Otel’imize geldik ve sızdık.

20 Temmuz 2009 – Pazartesi
ÜSKÜP – TETOVA – GOSTIVAR - STRUGA – OHRI (OHRID)
Bugünkü programımız; (Skopji) Üsküp’ü dolaşmak ve akşamına da Ohri’ye geçmek.
Sabah 07:00 de kahvaltımızı yaptık. Resepsiyondaki kaba görevliden zar zor pasaportlarımızı aldık. Çok garip insanlar bunlar yaa, dün alandaki adam, bugün resepsiyondaki adam.
Neyse, kıymetli insanları yazmak varken, bunlara takılmamak gerekiyor. Mesela 1884 Üsküp doğumlu asıl adı Ahmet Agâh olan Yahya Kemal Beyatlı. Makedonya günlüğüne Y.K.Beyatlı’nın “Özleyen” şiiriyle başlamak güzel olur herhalde.
Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde,
Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!
Dağlar ağarırken konuşmuştuk tepelerde,
Sen nerde o fecrin ağaran dağları nerde!

Akşam, güneş artık deniz ufkunda silindi,
Hulya gibi yalnız gezinenler köye indi
Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,
Gönlümle, hayalet gibi, ben kaldım o yerde.
YAHYA KEMAL BEYATLI

(fecr = güneşin doğmaya başladığı zaman, sözlük anlamı: yarmak)
Şu Makedonya toprakları, neler gördü neler ? Ne devletler, ne imparatorluklar eskitti. Bugün, Makedonya Cumhuriyeti olarak belirlenen topraklar üzerindeki ilk resmi devlet; Payonya Thraco-Illyrian krallığıymış. Devamında; Roma Cumhuriyeti, Roma İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu, Sırp İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’dur.
Osmanlılar Balkanlardan gittikten sonra da Makedonya’da zulum hiç bitmemiş. Osmanlı’nın gidişini, Bulgar işgali, Sırp Krallığı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları derken Sosyalist Yugoslavya Kuruluşu, Tito ve Tito’nun ölümünden sonraki sıkıntılar izliyor...
Yüzölçümü 25.713 km2 olan ülkedeki etnik gruplar; Makedon %67, Arnavut %23, Türk %4, Rum %2, ve diğerleri geliyor.
Tüm balkanlarda olduğu gibi, burada da 1 saat fark var.
Makedonya Cumhuriyetinin nüfusu 2 milyon. En büyük şehri ve aynı zamanda başkenti Üsküp’ün nüfusu ise 600 bin.
Bugün bizi otelden Naser Bey alacak. Sabah kahvaltıdan sonra, telefonla aradım “Ama bej dakka var, geliyorum” demişti. Naser Bey, saatinde gelmişti otele. Tanışmanın ardından valizlerimizi yeni minibüsümüze alarak otelden ayrıldık.
Ülkede 50 kadar doğal ve yapay göl, yüksekliği 2,000 mt.den fazla 16 adet dağ bulunmaktaymış. Bunlardan bazıları; Şar Dağı 2,747 mt, Baba Dağı 2,601 mt ve Jakupica 2,540 mt.  Bir de bizim türkülerimize konu olan “vardar ovası” da bu memlekette. Ovası olur da nehri olmaz mı ? Var elbet. Üstelik tek büyük nehri Vardar Nehri’dir.
İlk durak yerimiz, kente hakim bir tepe üzerindeki kale. Rehberimiz şoförümüzle vedalaşırken (öğlene kadar tabanvayız) tepeden biraz şehri seyrettik. Kalenin tamamında arkeolojik çalışma vardı. Hatta çoğunda öğrenciler de hocalarıyla birlikte kazı çalışmalarına katılmışlardı.
Rehberimiz, bize tepeden görünen önemli yerleri gösterdi. Hükümet binalarını, Vardar nehrini, köprüleri vs. Kalenin başka bir kapısından çıkıp, yolun karşısındaki 15. yy yapımı Yörgüç Mustafa Paşa camisine doğru yollandık. Yavuz Sultan Selim’in vezirlerinden Mustafa Paşa’nın 1492 de yaptırdığı cami. Aynı hikaye, burası da tadilatta.
Kapısından bakıp hemen yanındaki 2006 yılında öğretime başlayan Balkan Üniversitesi’nin açık kapısından içeri dalıyoruz.  Öğretmenlerinin ve öğrencilerinin büyük çoğunluğu Türk. Öğretmenlerden birisi –Ankara’da üniversite eğitimi almış- kısaca bize okullarını tanıttı. Tanıtım sırasında çay ikramı da yaptılar sağolsunlar. Çıkarken de bize okullarının promosyonu olan kalemlerinden hediye ettiler. Daha ne olsun.
Balkan Üniversitesinin olduğu iki katlı sarı bina, eskiden ptt binası olarak hizmet veriyormuş. Üniversite hakkında; www.ibu.edu.mk den bilgi alınabilinir.
Neyse, devam ediyoruz. Sonraki durağımız; 12.yy’dan kalma St Spas Ortodoks Kilisesi. Günümüzdeki hali ise 1833’den kalma. Sweti; kutsal demekmiş.
Şimdiki yerinde, çok eskiden bir kilise varmış. Daha sonra Osmanlı fethi ile camiye çevrilmiş. Bir deprem ile yıkılınca, bu alan uzun süre boş kalmış. Kentin Hıristiyan cemaati eski kiliselerini tekrar ihya etmek istemişler. Osmanlı da bir şart koymuş, “benim camilerimden yüksek olmayacak” demiş. Onlar da birkaç metre yer altına inerek bu kiliseyi yapmışlar. Tamamen ahşap, ceviz ağacından yapılmış. Her ağaç kütüğü tek parça olarak işlenmiş ve sonra birleştirilmiş. Ahşap işçiliği yapılırken ressamlar da aynı anda İncil’den sahneler resmetmişler. Biz göremedik, çünkü Pazartesi günleri kiliseler ve müzeler kapalıydı.
Kilisenin avlusunda Goce Delcev adlı bir Makedon kahramanının mezarı bulunuyor. Ayrıca bir de müzesi var. Avlusunda biraz gezindikten sonra eski Türk çarşısına daldık. Aman Allahım, sanki mısır çarşısında ya da Üsküdar’da bir çarşıda dolaşıyorum. Tüm yazılar, ilanlar, herşey Türkçe. Çok hoş... Bu arada alışveriş ve yemek için para bozdurduk. 1 Euro = 65 Denar. $ hiçbir yerde geçmiyordu bilesiniz.
Küçük küçük dükkanlar, ancak üç kişinin yan yana durabileceği genişlikte, daracık sokaklar, her sokağın sonunda camiler, hatta abbara tarzı yapılar bile gördük. Binalar fazla yüksek olmadığı için, dar da olsa boğulmuyor insan. En fazla iki katlı yapılar vardı. Sokak arasındaki, 1996 yılında tadilat görmüş Köse Kadı Camii ilk durak yerimizdi. Devam ediyoruz. Bir ara Naser Bey “Üsküp’ün en küçük sokağı” deyip, en fazla 15 metrelik bir sokağı işaret etmişti. Labirent gibi sokaklardan birbirimizi gözetleyerek yürüyoruz. Sulu Han ve Kurşunlu Han’ları ziyaret ettik. Her ikisi de birbirine tıpatıp benziyordu sanki. İki katlı taş yapılardı. Bir tanesinin üst katı müze olarak kullanılıyor. Üsküp Etnografya Müzesi kimliğinde sergilenen müzede, kıyafetlerin ve kapkaçağın haricinde, eski siyah beyaz fotoğraflar da çok ilgi çekiciydi.  Çarşıda devam ediyoruz. Kalaycılar, tenekeciler ve bit pazarı.
Devamında, Çifte Hamam’a dalıyoruz. Burası da “Ulusal Resim Galerisi” sıfatıyla ünlü ressamların eserlerinin sergilendiği müze durumunda. Çok güzel resimler gördük.
Balkanların en güzel taraflarından biri de heryerde bulunan çeşmeleri. Hiç su sıkıntısı çekmedik. Her yerin suyunu içtik, bir de özlemişiz çeşmeleri ve akan sularını. Ne büyük nimetmiş meğer.
Bir çay molası verelim istedik. Büyük çınar ağacının etrafında. masaların dizildiği çay bahçesine gittik. Ey ulu çınar, ne muhteşem şeysin sen öyle. Az kalsın şehri saracakmış dallarıyla.
Devam ediyoruz. Türk çarşısının başladığı yer olan meydana geldik. Meydanın tam ortasında bir heykel. Türk Çarşısı’nın girişindeki İskender Bey (Gjergi Kastrioti) heykeli, civardaki esnafı epey rahatsız etmiş. Hatta Türk yetkililer, Üsküp Belediye Başkanlığına bir mektup göndererek, kentin çeşitli bölgelerine Makedon asıllı ama Türk olan, tanınmış kahramanlara ait heykellerin de dikilmesini istemişler. Mesela Atatürk başta olmak üzere, Yahya Kemal Beyatlı, Paşa Yiğit Bey gibi isimleri önermişler.
Peki, insanları bu kadar rahatsız eden İskender Bey, diğer adıyla (gerçek adıyla) Gjergi Kastrioti kimdi ? 1404 yılında Arnavutluk’ta doğmuş. Osmanlı sarayında yetişen Gjergi Kastrioti’nin adı, Fatih Sultan Mehmet’in babası II.Murad zamanında “İskender Bey” olarak değiştirilmiş. Yeniçeri olarak yetiştirilen, İslamiyet’i kabul eden ve Fatih Sultan Mehmet’le aynı hocalardan ders alan İskender Bey’e, daha sonra Sırbistan ve Arnavutluk Sancak Beyliği verilmiş. Osmanlı ordusu ile birçok savaşa katılan ve çok başarılı olan İskender Bey, bununla yetinmeyip, Arnavutluk’un özerk yönetiminin kendisine verilmesini istemiş. Bu isteği kabul edilmeyince de Osmanlıya karşı savaş açmış daha sonra da hristiyan olmuş. Asıl ünü şuradan geliyor; Arnavutluk’un bağımsızlığı için mücadele veriyor ve 25 yıl boyunca hiçbir Osmanlı akınına yenilmiyor. Hatta Papa 3. Kalikst tarafından kendisine, Osmanlı akıncılarını bozguna uğrattığı için “Mukaddes Mekanın Genel Komutanı” ünvanı verilmiş. İskender Bey daha sonra, Fatih tarafından düzenlenen 2.Arnavutluk seferi sırasında hastalanarak 1468’de ölüyor.
Biz de şöyle bir bakıp hemen sonraki durağımız olan Davut Paşa Hamamı’na doğru yöneldik. Bir zamanlar balkanlardaki en büyük hamam ünvanını taşıyormuş. 15.yy da yapılmış. Hamam ilk zamanlarda, Davut Paşa’nın haremine hizmet etmiş daha sonra, halka açılmış. Şimdilerde resim-sanat galerisi olarak hizmet veriyormuş ancak bahtsızlık işte; bugün bazı müzeler kapalı.
Devamında, Ordodoks kilisesine gittik. Hala kullanılmakta olan kiliseyi ve hemen yanındaki saat kulesini fotoğraflayıp meşhur “Taş Köprü”ye doğru yürüdük.
1444 yılında yapımına başlanan köprü, 1456’da Fatih zamanında yapımı bitirilmiş. 13 kemerli köprünün uzunluğu 220 metre. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Taş Köprü Üsküp’ün simgelerinden sayılıyor. Bazıları “Fatih Köprüsü” de diyorlarmış. Ama sırf taştan yapıldığı için “Taş Köprü” daha çok kullanılıyor. Bu arada Makedon entellektüeller arasında da tartışma konusu olmuş; birileri onun Bizans mimarisi olduğuna dair tezler ortaya atmışlar. Hani Osmanlı lafı geçmesin de, kim olursa olsun.
Vardar nehri üzerindeki bu taş köprü, aynı zamanda Müslümanların yaşadığı doğu tarafıyla batıyı, ya da kuzeyle güneyi birleştiriyor. Yazılanlardan aklımda kalan; “savaş sırasında köprü kapatılmış, Üsküp’ün doğusu batısından tecrit edilmişti” yazıyordu.
Makedonya, Yugoslavya’dan ayrılan cumhuriyetler içerisinde en fakiri. Nüfusun %25’i yoksulluk sınırının altındaymış. Muhtemelen onların bir çoğu köprünün doğu tarafında kalanlar.
Bu arada, hemen yakındaki bir inşaatı gösteriyor rehberimiz. Yahudi Mahallesinin hemen  girişindeki bu inşaat hala devam ediyordu. Bu 2.Dünya Savaşında Hitler’in yaktığı Yahudilere ithafen yapılan bir anıt inşaatıydı.
Köprünün üzerindeyken, Vardar’ın yeşilinden gözümüzü ayıramıyoruz. Bir anda kendmi İsfahan’da zannettim. Zayende nehrine benzetim ondan galiba. Siosepol kadar görkemli olmasa da yine bir samimiyeti vardı köprünün. Taşların büyüsü olsa gerek.
“Ne de olsa bizimkiler yaptırmış” deyip gururlana gururlana “Taş köprü”den diğer modern tarafa geçiyoruz. Tepedeki meşhur “haç” yine karşımıza çıkıyor. Aldığım notlardan aktarayım; haçın maliyeti 2 milyon dolarmış. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)’nın katkılarıyla yaptırılmış bu haç.
Memlekette, Ortodokslar %65’lik çoğunluktaysalar da, %33’lük müslüman bir grup var. Bazı kaynaklarda Müslümanlar için %45 olarak belirtiliyor. Öte yandan dağın görkemini bozmanın alemi ne ?
Karşı yakada, huşu içinde bir sağa bir sola bakınıp duruyoruz. Bir anda çehre değişiyor. Binalar yükseliyor, etraf yeşilleniyor. Şık kafeler, lokantalar, bakımlı binalar. Dekolteler ve minilerle bu yakadaki bayanlar bile daha şıklar.  Heryerin adı ingilizce tabii, değişimin bedeli olsa gerek. Aslında kendilerinin 1945’de oluşturdukları çok yeni alfabeleri olan “Makedonca”ları var. Ama, ama işte bizdekiler gibi birazı özenti, birazı da zorunluluk gibi görüyor.
Şaşkın şaşkın yukarılara, sağa sola bakınırken bir anda “yavaş yavaş” diye bir ses duydum. Sevimli Makedon, bisikletiyle etrafımızda turluyor. “Merhaba” diye karşılık verdik. Bildiği birkaç Türkçe “nasilsiniz, teşekkür ederim” kelimelerle selamlaşıp ayrıldı yanımızdan.
Meydanda, bir de minik Emine vardı. Koşturup duruyordu etrafta. Annesi ve teyzesiyle bir iki laf edip sevdik Emine’yi. Konuşmasıyla Elveda Rumeli’deki çocuklara çok benziyordu şirin Kızçe.
Köprünün başındaki meydandan sağlı sollu kafelerin arasındaki ağaçlıklı güzel yoldan devam ediyoruz. Yaklaşık 200 mt sonra solumuzda bir heykel. Rahibe Teresa’ya Balkanların çoğu yerinde rastlamak mümkün. Her nekadar Arnavutlar sahip çıksalar da, Rahibe Teresa 1910 yılında Üsküp’te doğmuş. Önünde heykelin bulunduğu iki katlı yeni modern bina “Rahibe Teresa Müze Evi” olarak düzenlenmiş. Naser Bey’in tercümesiyle içerideki görevli bayandan Rahibe Teresa hakkında epeyce bilgi sahibi olduk. Misyoner yardımsever Teresa’nın doğumundan, 5 eylül 1997’de Kalküta’daki ölümüne kadar epeyce bilgilendirdiler.
Ağaçlıklı yoldan, gölgeleri takip ederek devam ediyoruz. Güneş tam tepemizde, kavuruyor.
Meydandan itibaren başlayan ağaçlıklı yolu “T” şeklinde kesen bir noktada bir anda karşımıza eski bir tren istasyonu çıktı. Yol kenarındaki bir banka oturduk ve Naser Bey anlatmaya devam etti. 1963 yılında 2000 kişinin hayatını kaybettiği büyük depremde heryer yerlebir olmuş. Depremin ardından, Japonya’dan mimar getirmişler. Japon mimar, yeni projeler yapmış. Projelerinin başında da “Yeni Tren İstasyonu” geliyormuş. Tren istasyonlarını ve demir yollarını yenilemişler. Yeni istasyon şehrin başka bir tarafına taşınmış. Eskiden Demir yolları tıklım tıklım olurmuş. Son savaştan sonra kimse kullanmaz olmuş.
Şimdilerde sadece müze olarak kullanılan, eski istasyonun bir de çok önemli misyonu var. İstasyon binasının, şehrin meydanından bile görünebilecek büyüklükte bir saati var. Saat, depremin olduğu anda kalmış, çalışmıyor. Hani “işte o an” dedikleri türden. “Bu istasyon çook şeyler gördü. En çok da gözyaşı gördü” dedi Naser Bey. Bir zamanlar tüm göçler buradan yapılıyormuş. Ayrılıklar, vedalar hep burada oluyormuş. Koca istasyonunun dili olsa, kim bilir neler anlatacaktı...
İstasyonun yakınlarında gördüğümüz Ramstor mağazasını anlatmayı da ihmal etmiyor Naser Bey. Bizim Koç, burayı 50’ye alıp 500’e satmış.
13:30’da eski istasyonun yakınlarından aracımıza binip, sabah uğradığımız kalenin yakınlarındaki Destan Köfte’ye öğlen yemeğine gittik. İki katlı minik bir salon. Girişte sağdaki ocakta amcam köfteleri hazırlıyor. Biz üst kata çıktık, iki masa ayırdık. Köfteleri, yanlarında yemeklik gibi doğranmış beyaz soğan ve közde pişirilmiş sivri biberle servis ettiler. Yanına da yoğurt istedik. Bu arada hergün yoğurt yedik. Gerçekten de nefisti yoğurtlar. Tüm bunlar için 240 denar ödedik. Yaklaşık, 3-4 euro, çok uygundu fiyatlar.
Makedonya’da maaşlar 180-280 euro arasındaymış. Normal bir ailenin yaklaşık 200 euro masrafı oluyormuş. Yani halk normalin de altında geçinmeye çalışıyormuş. Ülkede işsizlik oranı %30.
Ülkede 6 adet günlük gazete ve 2 tane de haftalık gazete çıkıyor. Ayrıca Zaman gazetesi de varmış.
Yemeğin ardından 14:30’da Üsküp’e veda ediyoruz. İstikhamet Tetova ya da diğer adıyla Kalkandelen. Kalkandelen, Makedonya’nın 3.büyük şehri. Yaklışık 45 dakikalık bir mesafemiz var.  Şar dağlarını, Vardar ovasını takip ederek yol alıyoruz.
Rehberimiz sağdan soldan anlatmaya devam ediyor. Tito zamanında keçi beslemek yasakmış. Ağaç yapraklarını yediği için keçi beslemek yasaklanmış memlekette. Şimdi serbest ama yine de yaygın değilmiş.
Üsküplü tatlı ustaları, Adriyatik sahilini mesken tutmuşlar. Pastacılar ve dondurmacılar tüm Adriyatik sahillerinde dükkan açmışlar ya da büyük yerlerde çalışır durumdalarmış.
Halk arasında, Slavlar (Sırplar) için bir benzetme varmış. Nokia cep telefonuna benzetiyorlarmış. Gün geçtikçe küçülüyor.
Nüktedan rehberimiz konuşma aralarına minik fıkralar eklemeyi de ihmal etmiyor. Efendim Kayseri’linin biri (bu arada soruyor, “aranızda Kayserili olan var mı ?” diye.) Makedonya’ya gelmiş. Pazarı dolaşırken bir de bakmış ki buralarda yumurtalar tartılıyor. Dönmüş arkadaşına “burada bizim işimiz olmaz, dönelim” demiş.
15:15 Şar dağları eteklerinde kurulu, Pena nehri yakınlarındaki Tetova’dayız. Yani Kalkandelen’de. Şehir bir sanatçının tualinden çıkmış gibiydi. Yeşillikler içinde bir ova, ortasından ağaçlarla süslenmiş bir nehir akıyor. Arkada birbirini kesen değişik yüksekliklerdeki dağlar ve ormanlarıyla muhteşem görünüyordu.
100.000 nüfuslu Arnavutların çoğunlukta olduğu şehir, Alaca camisiyle ünlü. Hakikaten de bayıldık bu güzel ve süslü camiye.
Araçtan iner inmez bahçe içinde iki katlı süslü bir camiyle karşılaştık. Bahçe kapısından, ağaçların çiçeklerin arasından girdik. Sağda güzel bir şadırvan var.  Birkaç metre sonra solda caminin girişinin önünde bir türbe ve içerisinde iki adet mezar bulunuyordu. Şöyle bir bakıp camiye girdik hemen. Hem rehberimizin anlattıklarından hem de diğer topladığım notlardan bilgi aktarayım.
1495 yılında Hurşide ve Mensure hanım adlarında iki kız kardeş tarafından yaptırılan camii, (türbede mezarları olan) 1833 yılında zamanın meshur muhafızlarından Recep Paşa'nın oğlu Abdurrahman Paşa tarafından yeniden inşa edilerek genişletilmiştir. 19. yüzyılın ilk yarısında Kalkandelen'de görev yapan bu paşaların sanata olan düşkünlüğü, caminin giriş kapısı üzerindeki kitabede ve camii avlusunda bulunan türbedeki mezar taşında dile getirilmiştir. Sekiz köşeli bu türbede, camiyi ilk inşaa ettiren iki kız kardeş yatmaktadır
Alaca Camii, mimari açıdan tek mekanlı kare planlı 10x10 m bir yapıdır. Giriş bölümünde 5 m genişliğinde üç tarafı açık, üstü mahfil bölümüyle kapalı son cemaat yeri bulunmaktadır. Camii, dört taraflı çatıyla örtülü olup, daha çok kalsik ev mimarisinde kullanılan bu çatı tipi, eski kiremitlere kaplıdır. Caminin sağ tarafında, 15. yy. da inşa edilen camiye ait, oyulmuş taştan klasik bir minare vardır. Bugünkü yapı ise, tüm özeliikleriyle beraber Osamanlı barok ve neoklasik stilinin bir karışımıdır. Bu üslup daha çok eski şehir ev mimarisinde görülmektedir.
Pena nehri üzerindeki eski köprüsünden geçip, hemen bitişiğinde bulunan hamamı da ziyaret ettik. Diğer yerlerde olduğu gibi, burası da Sanat Galerisi olarak hizmet veriyordu. Siyah-beyaz enteresan çizgilerin sunulduğu bir sergiyi dolaştık. Bu arada kısa bir bilgi: Pena Nehri, şehrin 4 km güneydoğusundan akan Yukarı Vardar’ın büyük bir koludur. Şar dağlarının kuzeyindeki iki ayrı kaynaktan birleşerek doğar.
İstemeyerek de olsa ayrıldık bu güzel mekandan ve 16:15’de Harabati Baba tekkesi’ne doğru hareket ettik.
Harabati Baba tekkesi (15 yy) ya da Sersem Baba Tekkesi: aynı zamanda Bektaşi Tekkesi. Zamanın misyonerleri Bektaşiler, Balkanlara giderek buraları müslümanlaştırmışlardır. Aynı zamanda yeniçeri askerlerinin tamamı da Bektaşi tarikatına bağlıymış.
Bektaşi Türbesini ziyaret etmek için geldik ancak fazla gezemedik. Hemen sepetlendik. Tesadüf, bugün ABD elçiliği tekkeyi ziyarete gelecekmiş. Herkes pür telaş içinde, onları beklerken karşılarına biz çıkınca hayal kırıklığına uğradılar. Meydanda en fazla 5 dakika bir iki fotoğraf çekip, sağa sola bakınıp çıktık. Her biri bir koldan bizleri bir çırpıda postaladılar. Dini mekanlar bile adam kayırıyor duruma gelmişler artık. Gerçi evvelden de öyleymiş ya, neyse...
Gezemediğimiz Harabati Baba Tekkesi 1538 yılında yapılmış. Tito döneminde burası otel ve müze olarak hizmet vermiş. 1992 yılında bir grup Bektaşi tekrar buraya yerleşmiş ve 2002’de silahli bir saldırı gerçekleşmiş. Derviş Tahir Emini bu saldırıda ölmüş.
Hikayesi;  Macaristan üzerine yapılan bir seferden dönerken buraya uğrayan vezir Server Ali Paşa, tekkeden çok etkilenmiş ve tüm rütbelerini söküp dünya nimetlerinin parayı pulu bir yana bırakıp, tekkeye derviş olmuştur. Halk da bu tercihi yapan paşaya  “sersem baba” lakabını takmış ve tekkenin adı da Sersem Baba ya da Harabati Baba tekkesi olarak kalmıştır.  Tekkede aralıksız olarak devam eden dini gelenek sosyalist Tito döneminde sekteye uğramış, rejim 1990’larda yıkılınca, kendilerine derviş rütbesi veren kimi dini hassasiyeti yüksek gönüllülerce bu derviş geleneği devam ettirilmeye çalışılmaktadır.  (H.Şişman)
Devamında Gostivar’a doğru yöneldik. Tetova Gostivar arası 20 km. Araçtan inmeden şehir turu yapıyoruz. Yalım Erez’in Tuğla üretimi yapan bir fabrikasını gösteriyor Rehberimiz. 200 kişi çalışıyormuş, iyi de kazanıyormuş. Gostivar’da çok fazla Türkçe konuşan varmış. Şehrin sembolü sayılan, aynı zamanda bir Osmanlı eseri olan saat kulesini de görüp Struga’ya doğru hareket ettik.
Bu arada Makedonya’da Fethullah Gülen’e ait 3 adet okul varmış. Üçünü de gördük. Biri Üsküp’te (Taş Köprü’nün bitiminde, modern tarafta), ikincisi, Gostivar’da, üçüncüsü de Struga yakınlarında. Bu okulların adları da “Yahya Kemal Collage” diye geçiyor. 3.okul bir sene evvel açılmış. Hatta açılışta Abdullah Gül de bulunmuş. Hepsi de çok bakımlı ve güzel okullardı.
Vardar nehri sağımızda, ovası da solumuzda ilerliyoruz. Yeşilin ve mavinin içinde salınarak akşam 18:45’de Struga’ya varıyoruz. 
Struga, Ohri gölüne ve içinden geçen Kara Drim nehrine kıyısı olan çok güzel bir şehir. Ohri gölünden geçen Kara Drim nehri, Struga şehrinde Ohrid’den ayrılıp, Debar gölü ve devamında Arnavutluk’u geçerek, Adriyatik Denizine boşalıyor.
Genellikle Arnavutlar ve Makedon’ların yoğun olduğu şehirde fazla Türk yaşamıyormuş. Arnavutluk Sınırına da 10 km’lik mesafede bulunuyor.
Struga; her yıl şiir etkinliklerine ve sinema festivallerine ev sahipliği yapan şehir olarak biliniyor.
Her yıl Ağustos (20-25 tarihlerinde) ayında  5 günlük bir şiir festivalı oluyormuş. Yaklaşık 40 şair bu festivale konuk oluyor. Jüri tarafından bir seçim yapılıyor ve o yılın şiiri seçiliyormuş. Şiir sahibinin adına da, şairler için özel olarak ayrılmış olan alana bir ağaç dikiliyor. Ağacın önünde de şairin adı yazılıyor.
1974 yılında Struga’da düzenlenen XIII Şiir Festivali kapsamında “Altın Çelenk Ödülü” Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya verilmiş. Yarışmaya hangi şiiriyle katıldığını bulamadım. 15 Ekim 2008 tarihinde aramızdan ayrılan usta şairin “Ölü” adlı eserini eklemek istedim.
Hangi mahallede imam yok,
Ben orada öleceğim.
Kimse görmesin ne kadar güzel,
Ayaklarım, saçlarım ve her şeyim.
Ölüler namına, azade ve temiz,
Meçhul denizlerde balık;
Müslüman değil miyim, haşa,
Fakat istemiyorum, kalabalık.
Beyaz kefenler giydirmesinler,
Sızlamasın karanlığım havada.
Omuzlardan omuzlara geçerken sallanmayayım,
Ki bütün azalarım hülyada.
Hiçbir dua yerine getiremez,
Benim kainatlardan uzaklığımı.
Yıkamasınlar vücudumu, yıkamasınlar,
Çılgınca seviyorum sıcaklığımı"
1974  yılında Fasıl Hüsnü Dağlarca için dikilen ağacı bulup, önünde fotoğraf çektirmeyi de ihmal etmedik.
Dolaşırken gördük, çok güzel kumsalı vardı. Rehberimizin anlattığına göre, yerel yönetim Yunanistan’dan kum getirmiş. Güzel bir kumsal yapmış, halk kullansın diye. Daha sonra, Merkezi Yönetim buraları satmaya başlamış. Bu yüzden de sahil çalışmaları durmuş. Yerel yönetim halktan yana, Merkezi Yönetim de satıştan J.
Buranın bir de futbol takımı varmış adı da “Kara Orman”. Hem de ismi Türkçe. Eski spor yazarı olan rehberimizin futbol bilgisine de diyecek yoktu.
Karadrim Nehri’nin kıyısındaki kafelerin birinde oturduk, yerel biralarından içtik. Akşam 20:00’de güzel ve samimi Struga’dan ayrılıp, Ohri’ye doğru yola çıktık.
Struga – Ohri arası 15 km. Kısa bir yolculuktan sonra güzel otelimize vardık. Gölün kenarında, denize nazır terası olan, şahane Bellevue Hotel (4*). Akşam yemeğinin ardından kumsalda biraz yürüyüş yaptık.
Odalarımıza çekilmek üzere otele döndüğümüzde ise, çok tanıdık melodilerle karşılaştık. Oryantel ezgiler tüm otelden duyuluyordu. Bir de ne görsek ! Dubai’li Arap aile, çilingir masalarını dışarıya kurmuş, demleniyorlardı. Masanın orta yerinde de bir teyp ya da cd çalar. Ses, sonuna kadar açık. Erkek taifesinin yanında birer nargile. Esmer, beyaz tenli, bol makyajlı tombul eşleri öbür yanlarında. Arada bir nargilelerinden çekiyorlar. Ve tabii her yaştan çocukları, masalarda yarı uykulu halleriyle, masanın etrafında maaile halka olmuşlardı. Bir anda gaza gelip topluca halay çekip, sonra tekrar masalarına dönüyorlardı.
Onları seyretmek eğlenceliydi ama bizde taakat kalmamıştı, odalarımıza çıktık ve sızdık.
21 Temmuz 2009 – Salı – OHRI – RESNE – MANASTIR (BİTOLA)
Ohrid-Resne-Manastır yolu, Makedon coğrafyasının zenginliğini görmenin en iyi yolu. Tarihi anlamda da önemli. Romalılar bu yolu kullanarak Balkanlar’ın içine kadar girebilmişlerdir. (M.B)
Sabah 08:30’da Resne’ye doğru hareket ettik. Bugünkü programımızda Resne, Manastır ve tekrar Ohri’ye dönüş var.
Ohrid – Resne arası 40 km. 30 bin nüfuslu Resne’de 5 bin Türk yaşamakta. Batı Avrupa’ya elma ihraçatı yapan bir şehir. Elma üretimi oldukça fazlaymış. Hemen yakınında da Vesba Gölü var.
Resne’yi ziyaretimizin sebebi; 1873 Resne doğumlu Niyazi Bey’in Konağı. Ahmet Niyazi Bey, Arnavut kökenli bir bektaşidir. 1897’deki Yunan savaşında büyük yararlılıklar gösterir ve bir Yunan birliğini toptan esir alır. Niyazi Bey, 1908 yılında devrimin ilk kıvılcımını ateşleyenlerin başında geliyormuş. Resne’de, 60 adamı ile dağa çıkarak padişah 2.Abdulhamit’e meydan okuyor ve onu diğerleri izliyor.
Sürecin sonunda da 2.meşrutiyet ilan ediliyor. 17 Nisan 1913 yılında Arnavutluk limanında İstanbul’a gitmek üzereyken koruması tarafından öldürülüyor. Bu olaydan sonra “ne şehittir ne gazi, .................” sözünün kendisine atfedildiği ve bundan dolayı da tanındığı söylenenler arasında.
Ayrıca, “rehber-i hürriyet” adını verdiği ve dağlarda bulup yanına alarak beslediği geyiği ile de tanınıyormuş. (Geyik yapmak da bundan sonra mı çıktı acaba ?)
Vardık görkemli konağın kapısına. Konak yerine saray desek daha doğru olur. Büyük bir alan, konağın hem ön tarafında hem arka tarafında ağaçlıklı kocaman bir bahçesi var. İki katlı ama katlar epey geniş tutulmuş. Fakat içerisi oldukça bakımsızdı. Niyazi Bey Konağını, konakta bulunan Seramik sergisini ve resim sergisini dolaşıp, mekandan ayrıldık.
Yeni adıyla, Bitola’ya diğer adıyla Manastır’a doğru devam ettik. Resne – Manastır arası 75 km. Makedonya ile ilgili atladığım bir bilgiyi buraya eklemek istedim. M.Balbay’ın kitabında okumuştum. Makedonya, yeryüzünün bilinen ilk köle ayaklanması olarak kabul edilen “Spartaküs ayaklanmasının” yaşandığı yermiş.
Manastıra yaklaştığımızda rehberimiz dağlardaki kel kısımları gösterip, 2 yıl evvel çıkan büyük orman yangınından bahsetti. Hatta Türkiye’den de 2 helikopter gelmiş ve söndürme çalışmalarına katılmış. Yangına rağmen, heryer yemyeşildi. Dağlar birbirine paralel, gökyüzü nefis. Şehire girdik gireceğiz ve 11:00 gibi Manastır’dayız.
Manastır’a Türklerin ilk gelişi 1382. Yani Manastır aslında uzun yıllar Türklerin elinde kalmış bir şehir.
Bitola’daki ilk ziyaret yerimiz Atatürk’ün müzesi. Gelmeyi istediğim yerlerin başında burası vardı. İki katlı beyaz eski bir bina. Bahçe kapısından girdik ve ilk görmek istediğim mekanın önünde heyecanıma engel olamadım. Değişik bir duyguydu. Hani, uzun zaman görmediğiniz aile fertlerinizden biriyle, yıllar sonra kavuşuyorsunuz gibi. İnsan yurt dışındayken daha bir duygusal oluyor galiba. Bazen yolda herhangi bir TR plakası görmek bile sevindiriyor insanı. Yani gördüğüm tır bile olsa mutlu oluyorum. Hani, dünyayı da dolaşsam, memleketimi ayrı seviyorum.
Kapıda 3 ayrı dilde (Türkçe, İngilizce ve Makedonca) “Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin yaratıcısı ve ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk 1899 yılında askeri idadiyi bu kışlada bitirdi” diye yazıyordu. Göğsümden bir gurur kabarıyordu ki nefes alamıyordum. Ağlasam mı, haykırsam mı bilemedim. Garip duygularla merdivenlerden içeri girdim. Evet, Atatürk’ün okulundaydık. Türk bayrakları, Atatürk’ün fotoğrafları, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” gibi yazılarla sanki kendi okulumdaydım. Sağlı sollu merdivenlerden yukarı çıktık, sol tarafa yönelip, “Mustafa Kemal Anı Odası” yazan Atatürk’ün kendi sınıfının olduğu müzeye girdik. Sınıfın girişindeki yazı:
Manastır’da bu binada Askeri İdadi Eğitimini tamamlayarak 1898 yılında mezun olan, Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün anısına saygıyla.
Bir şükran simgesi olarak hazırlanan bu anı odası Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel ve Makedonya Cumhurbaşkanı Sayın Sayın Kiro Gligorov tarafından açılmıştır.
03 Ekim 1998 - MANASTIR
Atatürk için ayrılmış olan odada; Atatürk’ün hayatı, çocukluğundan başlayarak ölümüne kadar olan zamanı fotoğraflarla ve yazılarla anlatılmaktaydı. Kıyafetleri, kendi adına yapılıp hediye edilen eşyaları vs herşey sergilenmişti. Daha da zenginleştirilse iyi olacak aslında. Bunu da Makedonlardan beklememek lazım. Bizim buradan birşeyler gitmesi gerekiyor.
Müzenin başka bir bölümünde de sergiler oluyormuş ama bizim gittiğimiz dönemde yoktu herhalde. Birşey göremedik.
Müzedeki görevli hanım bizlere kısaca müze ve Atatürk hakkında bilgiler verdi. Atatürk’e aşık olan Eleni Karinte’nin Atamıza yazdığı mektabundan bahseti. Turist çekmek için mi bu hikayeyi anlatıyorlardı ? Çok da anlamış değilim. Adam tarih yazmış, kısaca geçiyorlar. Ama birisi aşk mektubu yazmış, daha çok ondan bahsediyorlar. Hatta mektubun Türkçeye çevrilmiş halini de gruba ben okudum. Aşağıya ekliyorum, buyrun...
Kemal Atatürk’e, herhangi bir zamanda ve yerde !
Çok seneler geçti, ben halen her gün içerisinde senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla ve kağıttaki gözyaşlarımı görebileceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okurken, başka kadını seviyorsan, mektubumu kopar ve kendine sor; inanabiliyor mu ki, Manastır’lı bir Eleni Karinte, bir günlük tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıştır ? Ve, benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar seviyorsan, kendisine hiçbir şey söyleme, senin kadar mutlu olmasını diliyorum ! Fakat, balkondaki kızı hatırlıyorsan ve başkasını sevmiyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum !
Döneceğini, beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti, beni eve kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağlamadım, biliyorum ki tüm kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı. Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevebileceğimi sordu. Ben de kendisine; “Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum” dedim. Ve artık kendisini görmedim. Babam beni hiçbir zaman affetmedi ve ben de kendisini affetmedim. O zamanlardaki gibi artık genç ve güzel değilim.
Tüm ömür bir gün içerisinde !
Ebediyen seni seven ve seni bekleyen, senin Eleni Karinte.
Okuduğum metnin kopyasını yanıma almıştım. Hiçbir düzeltme yapmadan olduğu gibi yukarıya yazdım.
Sonra, Rutkay Aziz’in sesinden 15 dakikalık bir tanıtım videosunu izledik. Ardından ziyaretçi defterine o an içimden geçen birkaç satır yazı yazdım ve önden giden gruba yetiştim.
Bu arada müze giriş bileti 100 denar.
Devamında Şirok sokağının (“Maraşala Tito Caddesi” de deniyor) başında bulunan kahramanlardan birinin anıtını görüp sokağa girdik. Burası Manastır’ın en güzel sokağı. Yaklaşık 25-30 metre genişliğinde bir sokak. Araç girişi olmayan, tamamen yayaların kullandığı, sağlı sollu bakımlı binaların bulunduğu bir sokak. Şık kafeler ve lokantalarla şehrin en sosyal mekanıydı.
Güzelim sokakta yürümeye devam ediyoruz. Meşhur Eleni’nin evinin önüne gelmişiz meğer. Benim dikkatimi duvardaki reklam çekti. Mağazanın indirim reklamını karelemeye çalıştığım sırada rehberimiz “işte Atatürk’e aşık olan Eleni Karinte’nin evi burası” demez mi ! Şaşırdım kaldım. Peki, bu ilan özellikle mi buraya asıldı, yok canım olamazdı. Hemen bitişiğindeki mağazanın indirim ilanıymış meğer J. Pembe tonlarda bir afiş düşünün. Afişte; dizlerden başlayıp siyah ayakkabılara kadar görüntülenen bir fotoğraf ve bacaklara asılmış kırmızı renkte bir çamaşır. Üzerinde de kocaman “ -% 70” yazısı. Şaka gibi...
Biz yine anlatılanlara dönelim. Atatürk askeri liseyi okurken, bu evdeki genç kıza aşık olmuş. Genç kız Atatürk geçerken beyaz mendil atmış. Anlamı, “seni seviyorum” demekmiş. Ne hoş J.
Evin hemen karşısında da bizim Sütçü Ramiz’in pardon, Elveda Rumeli ekibinin konakladığı ve yemeklerini yedikleri mekan. Özellikle kuru fasulyesiyle ünlüymüş. Hemen rezervasyonumuzu yaptırdık ve geziye devam ettik.
Konsolosluk binaları, bankalar, oteller derken sağımızda bir cami gördük. Adlarını yanlış hatırlamıyorsam “Yeni Camii”ydi. İçeride tadilat vardı, arkeologlarla işçiler beraber incelemeler yapıyorlardı. Burasının eskiden kilise olduğunu, onunla ilgili kanıtlar bulduklarını anlattılar. Çok fazla kalamadık inşaat alanında ve dışarı çıktık. 
Yeni cami’nin önünde havuz ve bir de çeşmesi var. Ayrıca güzel de bir ağacı. Gruptaki arkadaşlarımızdan öğrendim, bir de türküsü varmış buranın. Hatta rica ettim, mırıldandılar birazcık (Gönül Hanım ve Aysen Hanım’a çook teşekkürler). Atatürk’ün sevdiği türkülerdenmiş. “Manastırın ortasında var bir havuz” internetten sözlerini bulup ekliyorum aşağıya.
Manastırın ortasında var bir havuz
Canım havuz
Bu yurdun kızları hepsi de yavuz
Biz çalar oynarız

Manastırın ortasında var bir çeşme
Canım çeşme
Bu yurdun kızları hepsi de seçme
Biz çalar oynarız

Manastırın ortasında var bir asma
Canım asma
Bu yurdun kızları hepsi de yosma
Biz çalar oynarız

İkinci cami ziyaretimiz “İshak Camii”ye doğru giderken sol tarafta 1664 yılında yapılmış, eski bir saat kulesi gördük. O da diğerleri gibi tadilattaydı. İkinci camimizi de ziyaret edip çarşıya dalıyoruz. Çarşıda dolaşırken Elveda Rumeli dizisindeki Terzi Hasan’ın (normalde çanta dükanıymış) ve Kasap Cabbar’ın dükkanlarının olduğu bölümleri gösteriyor rehberimiz. Çekim günleri sokak kapatılıyormuş, tüm isimler falan değişiyormuş. Çarşının devamında bedestene dalıp orayı da şöyle bir turladıktan sonra aç olan midelerimizi doyurmak üzere geri dönüyoruz.
Manastır gezimizi kuru fasulyeyle taçlandırmaya geldik. Rezervasyon yaptırdık güya ama yine de bekledik biraz. Bir iki hatırlatmanın ardından, ortaya kocaman üstü peynirle kaplı bir salata geldi. Ardından, toprak kaplarda buharı üstünde kurufasulyelerimiz ve yanında yoğurt servisi yapıldı. Tek kelimeyle nefisti. Bir de, özel ince uzun kendi yaptıkları ekmeklerinden getirdiler ki off, of. Meğer o güzelim ekmeklerin pişmesini bekliyormuşuz. Masayı silip süpürdük, sefamız olsun. Tüm bu güzellikler için 450 denar ödedik.
Öğleden sonra 14:00 gibi Balkanların en eski şehri olarak bilinen Ohri’ye doğru hareket ettik. Makedonya’nın incisi olarak anlatılan şehrin 4000 yıllık olduğu söyleniyor. İlk olarak Fenikeliler zamanında Lihnid adı ile kurulmuş. Sırpçada ise “tepedeki kent” anlamında “Vohrid” kelimesinden türemiş. Rakım: 695
Ohri, Üsküp’ün güneybatısında yer alan, kendisiyle aynı ismi taşıyan gölün kıyısında kurulu bir şehir. Nüfusu; 55 bin civarında. 1385 -1912 yılları arasında Osmanlı hakimiyetinde kalmış. Ortaçağdan ve Osmanlı döneminden kalan birçok izler sayesinde Unesco tarafından dünya mirası listesine dahil edilmiş.
Ohriye vardığımızda, şehir sıcaktan yanıyordu. Her yere de yürüyerek gitmemiz gerekiyordu. Rehberimiz havanın serinlemesini bekleyelim istedi. Türk çarşısında kısa bir gezi yapıp ardından bir kahveye oturup çay içtik, muhabbet ettik. Tüm Makedonya’da çaylar biraz acıydı. Çünkü seylan çayına hiçbirşey katmadan kullanıyorlardı. Ama kahvelerine diyecek yoktu, çok güzeldi.
Çaylarımızı içerken bir taraftan da anlatmayı sürdürüyordu rehberimiz. Ohri, 10.yy’da Slav Ortodoksluğunun dini merkezi haline gelmiş. Çok katılmamakla birlikte o günlere ithafen söylenmiş bir sözü de söyledi. “Her gün için bir kilise olacak şekilde 365 kilise inşa edilmiş deniyor. Ama ben katılmıyorum. Ohri’de toplam 8 adet Osmanlı camisi, 40 kadar da kilise var” demişti. İlk Slav üniversitesi de Ohri’de kurulmuş. Aynı zamanda Slav’ların kullandığı “Kiril Alfabesi”nin doğduğu yer olarak kabul ediliyormuş.
Dinlenmenin ardından hemen yakındaki Halveti Tekkesi’ne yöneldik. “Halveti, dini ibadetlerini tenhalarda yapmayı yeğleyen bir tarikat ve bu tarikattan olan kimseler” demekmiş. Sözlük (dini) anlamı da buna çok yakın zaten. Tek başına kalmak, ibadet etmek, düşünmek anlamına geliyor. Buralarda hiç görmediğim kadar tekke, türbe gördüm. Haydi hayırlısı !..
En fazla iki katlı dükkanların ve evlerin bulunduğu, şehrin nabzının attığı meydana doğru yürüdük. Bir anda karşımıza 600 yıllık, güzelim çınar ağacı çıktı.  Asırlık çınar ağacını ziyaret ettik, etrafından dolanıp fotoğraf çektirdik. Akşam üzeri bolca dolaşacağımız çarşının içinden geçerek sahile doğru yürüdük.
Bu arada şehirdeki Arnavut kaldırımları tam 500 yıllıkmış. İnanamadık. Çünkü hala çok sağlam ve gıcır gıcır duruyordu.  Bu alan bizim İstiklal Caddesi gibi, araç girişine kapalı olduğundan dolaşmak çok keyifliydi.
Sahildeki meydana geldik. Nasıl süslü bir şehir bu yaa !. Doğal güzellikleri yetmezmiş gibi bir de her yeri süslemişlerdi. Sokak lambalarına bile saksılar asılmış, yukarıdan pembe, mor ve sarı renklerde menekşeler sarkıyordu.
Solumuzdaki Aziz Clement heykeline doğru yöneldik. Yaklaştığımızda; Aziz Clement’in sol koluyla Ohrid şehrini kucaklayan heykeliyle karşılaştık. Tüm tanıtım broşürlerinde, kitaplarında Aziz Clement’in heykelini görmek mümkün. Kim olduğuna dair tam bir bilgi bulamadım.
Meydanın sağından güzel bir sokağa girdik. Safranbolu’ya mı geldik ne ? Bu kadar mı benzerlik olur ? Daracık bir sokak, sağlı sollu denize nazır Safranbolu evleri, hangisini fotoğraflasak şaşırıyoruz. 100-150 metre sonra rehberimiz sağda bir kapının önünde durup, bizim toparlanmamızı bekledi.
“National Workshop for Handmade Paper” yazan kapıdan içeri girdik. Kağıt yapımı ve baskı yapılabilen küçücük bir atölye. Girişte, Ohri’li güzel bir kız karşıladı bizi. Kağıt üretiminden, baskı çıkışına kadar herşeyi gösterdi. Hem rehberimizin tercümelerini dinledik, hem fotoğraf çektik. Baskı makinasının mucitlerinden Johannes Guttenberg’in orijinal makinalarından biri burada ve çalışır durumdaydı. Alman, J. Gutenberg, hareketli parçalar ile yazı baskısını Avrupa’da yaygınlaştıran, asıl mesleği altın ustalığı olan biriymiş.
Neyse, devam ettik. Makedonya’daki turizmin canlanmasında büyük katkıları olduğunu düşündüğüm, “Elveda Rumeli” dizisinin çekimlerinin yapıldığı mekanlardan bir kısmı da, bu sokaktaymış. Kaymakamın evi ve makamı bunlardan bazılarıydı. Birkaç tane daha eski Osmanlı evlerini ziyaret ettik. Evlerde ve müzelerde en çok büyülendiğim şey ahşap işçiliğiydi. Sanki etamine iğneyle işlemişler. Koltuklar, sehpalar, tavan işlemeleri... Herbirinin usta ellerden çıktığı belliydi.
Evlerin büyüsünden kendimizi alamadan yokuş yukarı yürümeye devam ettik. Sonraki ziyaretimiz; Bizans döneminin önemli kiliselerinden Sveti Sofia Kilisesi’neydi. Tütsü kokusu daha girişte kendini belli ediyordu. İçeride son kontrolleri yapılan bir hazırlık gözümüze çarptı. Sandalyeler sıralanmış, piyano akort edilmeye çalışılıyordu. Meğer burası hala konserler için kullanılıyormuş, akşama da gösteri varmış. Kilise görevlisinin kısa bilgilendirmesinden sonra ayrıldık mekandan.
Rehberimiz, sıcak yüzünden ve de grupta yürüme sıkıntısı çekenleri daha fazla yormamak için “kale” gezisini iptal etti. Çok da itiraz edemedik, bazen bu tür değişiklikler olabiliyor, varsın olsun. Biz de kısaca bilgi ekleyelim. 11. yy’da Çar Samuel’in kalesi olarak yapılmış. Anlatılan ve yazılan o ki; kaleden tüm şehir ve göl muhteşem görünüyormuş. Özellikle akşam saatlerinde gitmek varmış ya, işte kısmet ! Ohri, dinin merkeziymiş ne de olsa, insan kaderci de oluyor.
Yokuş yukarı tırmanmaya devam ettik. Arka grubun gelmesini beklerken, huşu içinde etrafı seyrettik. Hafif yamaçtayız, sağlı sollu taş evler hangisine baksak bilemedik, gözümüz bayram etti. Taş yol epeyce kalabalıktı. Plaja giden, plajdan dönen gençler kalabalığın büyük bir bölümünü oluşturuyordu.
Solumuzda, 288 mt. ile Avrupa’nın en derin gölü mavi mavi göz kırpıyordu. Bu sıcakta en çok istediğim şeydi gölde olmak ama daha program vardı.
Bir anda evler azaldı, yol aşağı doğru inmeye başladı. Sağımız yeşil (ormanlık), solumuz mavi (göl), taş yoldan hafif hafif indik. Evlerin bittiği yerden, sola plaja ayrılan yolu pas geçip devam ettik ve tam burunda çok şirin bir kiliseye geldik.
St Kaneo Kilisesi. Burası kaya üzerine inşa edilmiş çok şirin bir kilise. Kilisenin karşısındaki taşların üzerinde oturduk. Hem kiliseyi seyrettik, hem hikayeleri dinledik. “Before the Rain – Yağmurdan Önce” filminin çekildiği mekan. Hatta filmin yönetmeni bizim rehber Naser bey’in liseden arkadaşıymış. Üsküp’te aynı okulda okumuşlar. Rehberimiz geçenlerde burada yapılan bir düğün töreninden de bahsetti. Amerikalı bir çift, 60 kişilik bir ekiple buraya gelip tören yapmışlar. Hikayesi de şöyle; gelin hanım rüyasında burayı ve burada evlendiğini görmüş. Damat beyi ikna etmiş ve muradına ermiş. Bu da başka bir yöntem herhalde...
Çok huzurlu bir mekandı. Mavi ve yeşilin bütün tonları etrafımızdaydı. Bahçedeki çeşmeden su içip serinledik ve mataralarımızı doldurduk.  Geldiğimiz yoldan geriye devam edip, plaj yolundan aşağıya sahile indik. Bir an yanlışlıkla da olsa suya girmeyi hatta ayağım kaydı bahanesiyle düşmeyi istedim valla. Su, o kadar temizdi ki dibi görünüyordu.  Hani değil suya girmek veya yüzmek insanın içesi bile geliyordu.
Göle girenlere imrenerek bakıp, bizi bekleyen teknemize bindik. “Ohh”, püfür püfür esiyordu. Kaptan da bizim için güzel oynak bir Makedon müziği koydu, değmeyin keyfimize. Rehbere “bu müzikten nasıl temin edebilirim, çok beğendim” dedim. Hemen kalktı kaptanın kamarasına gidip bir deste cd’den birini getirip verdi bana. Sonra ekipteki birkaç kişi daha aldı. Hazırlıklılarmış, demek hep olağan bir durummuş.
Ohri Gölü’nün, hem Makedonya’ya hem de Arnavutluk’a sınırı var. Büyük bölümü Makedonya’da. Ertesi gün geçeceğimiz dağlara bakıp anlatıyor rehberimiz. Ohrid Gölü’nün 3 milyon yaşında olduğu söyleniyormuş. Makedonlar’ın özellikle de Ohri’de yaşayanların büyük çoğunluğunun yaz tatillerini geçirdikleri bir yer.
Gölden bahsetmişken, notlardan aktarmaya devam edeyim. Gölde 4 tür alabalık ve yılan balığı yaşıyormuş. Üstelik bu yılan balıkları gölden çıkıp (Kara Drim nehri ile) denize, oradan da Atlantik’e göçüyorlar, büyüyüp olgunlaşınca üremek için tekrar göle geri geliyorlarmış. Bu da yaklaşık 8000 km.lik bir yol. Alanı 390 km2.
Akşamın en güzel saatindeydik yine. Güneş inmiş, sıcaklık dinmiş, hafif bir rüzgar esiyordu. Fonda Balkan müzikleri “ben seni severam, çok seni severam”. Ben de seni severam Ohri, hem de çok severam.
Akşam 19:00’a kadar tekne turumuzu yaptık. Kaptan bizi Ohri’nin merkezine yakın bir yere, Aziz Kyrillos ve kardeşi Methodis’in heykelinin önüne bıraktı.
Ohrid’liler, bu iki din bilgininin yaşamlarının önemli bir bölümünün kendi topraklarında geçtiğini, Kiril alfabesinin ilk burada kullanıldığını söyleyip övünüyorlarmış.
M.S. 9 yy’da Selanik’de doğmuş olan Bizanslı Yunan kardeşler, Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan misyonerlermiş (özellikle Slav halkına). Glagolitic alfabeyi geliştirmişler. Kiril alfabesi, bu alfabeyi temel almış.
Biraz interneti karıştırınca başka söylemlere de rastladım. Kiril alfabesini gerçekte onların geliştirdiğine ilişkin kesin bilgi olmadığından bahsediliyor. En son bulduğum kaynakta ise; “Kyrillos ve Methodius’un öğrencileri, 9.yy ortasında günümüzde “Kiril” alfabesi olarak bilinen bu alfabeyi Orta Çağ Yunan (Bizans) alfabesinin temelinde geliştirerek, Yunanca’da bulunmayan bir takım Slav seslerini de buraya eklemişlerdir” deniyor.
Heykelleri görüp, çarşıya doğru yürüdük. Alışveriş için biraz zamanımız vardı. Ohri’ye gelmişken Ohri incisi almadan dönmek olmazmış. Denen o ki; Ohrid gölündeki bir tür balığın pulları, toplanıp kurutulup toz haline getiriliyor ve işlemlerden geçirilip, bir tür sedef haline getiriliyormuş. Bu bahaneyle Sevinçoviç’le birlikte tüm zamanımızı takıcılarda geçirdik. Fiyatları da uygundu.  Alışveriş molasından sonra toplanıp şehrin uzağında olan güzel otelimize doğru hareket ettik. Duş ve kıyafet değişiminin ardından tekrar merkeze döndük.
Aslında, Ohri için en az iki tam gün gerekli. Çünkü görmediğimiz daha birçok yer olduğunu biliyorum. Gitmeden evvel dersime iyi çalışmıştım J. Gönlümden geçenler; yokuş yukarı yürüyüş yapmak, hatta tüm şehri adım adım dolaşmak. Ardından göle inip yüzmek, kıyıda bir yerlerde oturup tembellik yapmak, belki minik bir kayıkla ya da tekneyle akşam güneşini gölde batırmak, yıldızlara el sallamak, muhabbet etmek, güzel ekmeklerinden, renkli dondurmalarından yemek... Saymakla bitmez. İnşallah başka sefere.
Neyse, bu seferlik böyle oldu. Bu akşam biraz daha özel bir yerde yemeğimiz var. Naser Bey’in ayarladığı “Avrupa Restaurant” adındaki bir mekana gittik. Yemekler, mezeler, özellikle peynirler nefisti. Bir de orkestra ekibi vardı ki bizdeki kumkapı ya da balık pazarındaki tayfa gibilerdi. Ama enstrümanlar farklıydı tabii. Sırf bizim için 5-6 tane de Türkçe şarkı söylediler. Sağolsunlar. Özellikle “senede bir gün”ü bu kadar güzel söylemeleri hepimizi şaşırttı. Bir ara bizim Naser bey de onlara solist olarak katıldı. Epey de repertüarı varmış adamın. Gerçi, daha evvel bize biraz bahsetmişti ama bu kadarını beklemiyordum. “Benim arkadaşlarım onlar, ben emir vereceğim onlar çalacaklar” demişti. Hatta ben de sessizce “rica etseydik”  falan demiştim...
Neyse güzel ve yoğun geçen bir günün ardından aynı güzellikte bir akşam ve yarım gibi otelimize döndük.
Tesadüfen internetten bulduğum bu fıkrayı Makedonya kısmının sonuna eklemek istedim. Hasbiye hanım, gelininin odasına girer: – Kalk gelin kalk, bilimisin ki bütün gelinler kalkti. Süpürdilar avliyi, kurdilar kahvaltiyi, demledilar çayi. Ama sen hala uyiysin!
Gelin, gözlerini oğuşturarak kalkar ve der ki: - Aman hanımanne, o gelinlerin kaynanalari üldi, ama sen hala durisın.. ! .

22 Temmuz 2009 – Çarşamba –ARNAVUTLUK – KARTALLAR ÜLKESİ
En uzun yolumuz...
Hızlı hareket etmeliydik. Sabah 07:00’de uyanıp, çabucak hazırlandık ve 08:00 gibi otelden ayrıldık. Yolumuz uzun, yaklaşık 400 km. Rotamız; Arnavutluk üzerinden Karadağ’a geçiş. Haydi hayırlısı !...
Arnavutluk ile ilgili fazla bir bilgim yoktu. Sebebini bilemiyorum ama ezelden beri sempati duyarım bu ülkeye ve insanlarına. Bir de, Arnavutların sadece Arnavutlukta yaşadıklarını zannederdim. Meğer heryerdelermiş. Makedonya’da, Bosna’da, Kosova’da. Üstelik, Osmanlı’da her yedi sadrazamdan biri Arnavut’muş.
Arnavut ciğeri meşhur ama Arnavut inadı ondan da meşhurmuş. Öyle ki keçi inadının 5 misli olduğu söyleniyor. Bir de yazmaya elim varmıyor ama “kavgacı” olduklarını da söylerler. Hatta bir söz varmış; Arnavut kuşağını yere süre süre gidermiş, biri bassın da kavga çıksın diye...
Bulduklarım arasında en beğendiğim söz Aziz Nesin’e ait olanıydı.
’”Bir toplulukta, en kısa boylu olup da, en uzun görünen biri varsa o Arnavuttur.
Ohri’den ayrılıp, Struga yoluyla, 09:00 gibi Arnavutluk sınırına geldik. Pasaportlar toplandı, bekliyoruz. Şoför de araçtan indi. 09:50, hala bekliyoruz. Bir sorun olduğu belli, ama ne ? Bizim minibüsü kenara çektiler, biraz daha bekledik. Neyse 10:20’de rehber, şoför ve pasaportlar gelebildi. Araçla ilgili, acentanın atladığı bir formalite yüzünden epeyce vakit kaybettik.
En fazla beklediğimiz sınır burası oldu. Çoğu yerde damga bile basmadılar. Hani, altı ülkeye gittik desek belgeleyemeyebiliriz. Sınır geçmek çok kolay olmuyor, bir çıkarken görünüyorsun, 100 metre sonra bir de giriş yaparken kontrole giriyorsun. Bekle Allah bekle...
Arnavutluk’a girdik. Ohri Gölü solumuzda kaldı artık. Burası daha dağlık bir bölge. Yükseliyoruz habire. Orman çok fazla yok, bozkır gibi neredeyse. Sonrasında çok gördük ama girişte fazla yoktu. Bir anda dağların arasından kıvrıla kıvrıla ilerlemeye başladık. Tiran’a kadar 115 km’lik yolumuz vardı.
Arnavutluk “Kartallar Ülkesi” demekmiş. Bu yüzden bayraklarında da kartal figürü var. Ayrıca, Arnavutlar kendilerine  “Albanianlar” derler. Sadece biz Türkler onlara Arnavut deriz. Arnavutlara göre kökenleri İlliryalılar’dan. Bu topluluğun çok sayıdaki kabilelerinden birinin adı Albanoiler’miş. Arnavutluk adı bu kabileden geliyormuş.
Avrupa’nın en az gelişmiş ülkesi olduğu yazılıyordu. Gerçekten de öyle görünüyordu. Yollar bir felaketti. Son zamanlarda, yeni yollar yapılmış ama yetersizdi. Bir çoğunu da Türk firmalar yapmış. Enka Holding ve Mng Holding buralara yollar ve tuneller inşaa etmişler.
Fakirlik buram buram akıyor memlekette ama Mercedes kaynıyor heryer. İlginç !.
Ülkenin yüzölçümü 29000 km2. Nüfusu 3600 civarındaymış. Nüfusun; %70’i müslüman, %20 Ordodoks ve %10 Katolik.
Sınırdan girer girmez ara ara mantar şeklinde siperler gördük. Siperler (korugah) Enver Hoca zamanında ülkenin her tarafına yerleştirilmiş. Yaklaşık 300 tane korugah varmış.
Arnavutluk, 28 Kasım 1912’de bağımsız olarak kuruluyor. 1914-18 arası 1. Dünya Savaşı, 1920-30 arası Kabile savaşları başlıyor. Tam 10 yıl kendi aralarında kavgalar olmuş. 1930’da Kral Zogu başa geliyor.
1939-45 İtalyan işgali ve Enver Hoca dönemi başlıyor. Enver Hoca 11 Nisan 1985’teki ölümüne kadar yani 41 yıl ülkenin yönetimini elinde tutuyor.
Kısaca Enver Hoca’dan notlar ekleyelim. 1908 Girokastra doğumlu. 1930’da burslu olarak Fransa’ya eğitime gider, Marksist fikirlerle tanışır ve bursu kesilir. Çalışarak, kendi parasıyla eğitimini tamamlar. 1934’de Brüksel’de Arnavutluk Konsolosluğu’nda sekreter olarak çalışır. Kral Ahmet Zogo karşıtı olduğu anlaşılınca kovulur. 1941’de AKP yani Arnavutluk Komünist Partisi’nin kurucularından ve ilk üyelerinden biri olur. 1978’e kadar Sovyetler Birliği’ne, Çin’e ve ABD’ye kafa tutar ilişkileri keser. Hatta 1966’da Mao yanlısı politikalar ağırlık kazanınca 1967’de tüm dini kurumları kapatır ve dünyaya şu duyuru yapılır; “Arnavutluk yeryüzünün ilk ateist devletidir”.
Sürekli birilerine kafa tutmuş, ilişkileri koparmış ama kendi de birşey yapmamış. Diktatör sistem, önce casusluğu devamında da güvensizliği getiriyor. “İnsanlar şehirden şehire geçmek için bile polisten izin alıyorlarmış” diye anlatıyor rehberimiz. Gemilerle İtalya’ya kaçışlar olmuş, bu kaçışlarda çok kazalar meydana gelmiş ve çok canlar yanmış.
1948’de Tito’yla ilişkiler kesilince Yugoslavya ile Arnavutluğun arası açılmış, gidiş gelişler yasaklanmış.
Demokrasi  ülkeye taa ki 1990’larda geliyor ve seçim yapılıyor. Şimdilerde yeni yeni yatırımlar varmış. Çok sayıda insan (yaklaşık 700 bin kadar) yurt dışında çalışıyorlarmış, çoğu da İtalya’da.
Yol boyunca sağlı sollu araba mezarlıkları vardı. Bir de çok sık benzin istasyonları. Arada bir mısır ve üzüm bağları gözümüze çarpıyordu.
Yollar çok bozuk olduğu için ancak mercedes’ler başedebiliyormuş. Ama nasıl? Denen o ki; on, onbeş bin dolar veya euro’ya mal etmek çok kolaymış. Italya’dan çalıntı araçlar gelip Arnavutluk’da pazarlanıyormuş. Hatta sipariş veriyorlarmış. Hem Italyan mafyası hem Arnavut mafyası ortak çalışıyormuş. Üstelik aracı çalınan Italyan da memnunmuş. Italyan aracı çalındığı için sigortadan parasını alıp aracını yeniliyor. Aradakiler para kazanıyor. Arnavutluk da sağlam aracına kavuşuyor. Yani kimse şikayetçi değil bu işen. Çok fazla sayılmasa da BMW ve son moda ciplere de rastladık.
Artık Adriyatik solumuzda kaldı. 13:00 gibi, Arnavutluğun sahil şehirlerinden Dures’e varıyoruz. Rehberimiz mola teklif etti ancak razı olmadık. Çünkü bir an önce Tiran’a gitmek istedik. Dures büyük bir liman şehri. Uzaktan da olsa plajlarını seyredip, Tiran’a doğru devam ettik.
Bu arada, sorumuz üzerine “Banker” olayından da bahsetti rehberimiz. “Ordu depolarından alınan 700 bini aşkın silahtan sadece 100 bini toplanabilmiş. “Kalanı hâlâ bankerlerden parasını alacağını düşünenlerin elinde ya da el altından satılmışlardır” dedi.
Yaklaşık 50 dakika sonra bu dağ ülkesinin 400 bin nüfuslu, başkenti Tiran’a varıyoruz.
1614 yılında Osmanlı Paşası Süleyman Bey tarafından kurulmuş olan şehrin ilk ismi Tahran’mış. Ama zaman içinde bu sözcük Tiran’a dönüşmüş. Tiran, kelime olarak Eski Yunanca’da “mutlak güç sahibi yönetici” anlamına geliyormuş.
1612 metrelik Datji Dağı’nın batısında uzanan geniş düzlüğe yayılan Tiran, 1920 yılında ülkenin başkenti oluyor. Ağaçlarının boyu, binalarından yüksek olan ender şehirlerden biri olarak tanıtılıyor Tiran.
Yeni binalarla dolu bir şehir. Önce araçla kısa bir şehir turu atıyoruz. Meydanda ilk dikkatimizi çeken, İskender Bey heykeli. İskender Bey, Arnavutların Ulusal Kahramanı. Arnavutluk tarihinde oldukça önemli bir yere sahip. Heykelin bulunduğu meydanın adı da “İskender Bey Alanı ya da Meydanı”. Her yol meydana çıkar durumda. Bizim Kadıköy’deki “boğa heykeli” gibi. Tüm adresler “heykel” üzerinden veriliyormuş.
İskender Bey hakkında “Makedonya” bölümünde bilgi eklemiştim. Bu bölüme de H.Şişman’ın notlarından olduğu gibi aktarıyorum.
1400’lü yılların başı, bu civar köylerinden devşirilen bir Arnavut çocuk Edirne’de sarayda İç Oğlanlar Okulu’nda eğitilir. Tam 20 yıl bu son sistem eğitimi alan ve zamanın tüm bilgileri ile donanan, birkaç yabancı dil öğrenip idarecilik sanatını da kapan İskender bey, sonunda yurduna döner. Hatta Albanianlar der ki bizim İskender bey ile sizin Fatih, sınıf arkadaşıymış. Savaş sanatı dahil her şeyi iyiden iyiye bilen, aristokrat bir geçmişi olan İskender, o zamana dek birbiriyle kavgalı ve perişan duran aşiretleri bir araya toplar. Örgütler ve bir Albanian ulusu yaratmaya koyulur. Tabii ki ülkesini işgal etmeye çalışan Osmanlı ordusuna karşı da direnir ve tam 25 yıl boyunca Osmanlı’ya kök söktürür. Sonunda yenilir ve sıtmadan (aslında zehirlenmiştir) ölür. Ama arkasında bir ulus olabilme bilinci bırakır. Tüm bu uğraşlarını da Kuruye kalesinden yürütür. Bir anlamda ülkenin ilk başkenti de burasıdır. Önünde geniş ve verimli ovalar, arkasında da geçilmez dağlar vardır.
Geniş cadde ve bulvarların buluştuğu İskender Bey Meydanı, Tiran’ın merkezi. Meydan’dan devam edelim. Heykelin hemen yakınında, Osmanlıların yaptığı tek minareli Ethem Bey Camii bulunuyor. 18. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş. Caminin hem girişi hem içi Alaca camii gibi renkli süslemelerle bezenmiş. 50 yıllık Enver Hoca döneminde kapatılıp başka amaçlar için kullanılan camilerden günümüze sağ olarak gelen yegane cami. Oldukça güzel bir mimarisi var.
Caminin hemen yanı başında Saat Kulesi. Saat Kulesi 1830’da inşa edilmiş. Osmanlı’nın batılılaşma dönemine denk düşen bu tarih hem Balkan, hem de Anadolu şehirlerinde saat kulelerinin yapılmaya başlandığı yıllar olarak geçiyor.
Caminin karşısında Opera Binası ve Müze.  1981 yılında yapılan Milli Tarih Müzesi’nin görkemli bir girişi var. Cephesinde çok büyük bir mozaik. “Albania” adını taşıyan bu panoda savaşlarla geçen Arnavut tarihi anlatılıyormuş.
Meydanın etrafındaki bakanlık binalarını, müzeleri ve kültür merkezlerini gösteriyor rehberimiz.
Kültür Merkezi ya da Kültür Sarayı, Tiran’ın sembol yapılarından sayılıyormuş. 1960 yılında Sovyet halkının hediyesi olarak yapılmaya başlanan bina 1966’da Arnavutların kendilerine verdikleri bir hediye olarak tamamlanabilmiş. Binanın içinde tiyatro, restoran, kafe, sanat galerileri ve bir bölümü de Milli Kütüphane olarak hizmet veriyormuş.
Çok ihtişamlı görünüyorlardı ve hepsi de çok güzeldi. Tiran’ın hem siyasi, hem de mimari tarihine imza atan İtalyan’ların yaptığı binaları bu meydanda görmek mümkün.
Sonra araçtan inip karnımızı doyuruyoruz. Yeni yapıldığı belli olan şık bir alışveriş merkezinin lokantalarından birinde yemek yedik. Memleket buram buram Italyan kokuyordu. Yapıları, içecekleri, yemekleri herşeyleri italyan olmuş neredeyse. Arnavutların en sevdiği halk İtalyanlarmış zaten. Sanırım ikinci sırada da biz varız. Biz de uyduk İtalyan modasına, pizza ve makarna istedik. Ancak her ne katmışlarsa bu yemeklere ben ve birkaç kişi epeyce rahatsız olduk. Mide ve bağırsaklarımızı bozan yemekler için kişi başı 5-6 euro ödedik. Arnavutluk para birimi; Lek.
Yemek sonrası buluşma yerimiz olan Ethem Bey Cami’sine gittik. Kavurucu sıcakta caminin girişi ilaç gibi geldi. Münferit gelen birkaç Türk’le sohbet muhabbet derken saat kulesini görmeyi unuttuk. Gerçi hemen yanıbaşımızdaydı ama ayrıca ziyaret edemedim. Tabii yediğimiz yemeklerin de etkisi yok değildi. Kramplar geçene kadar gözümüz birşey görmedi. Araca binmeden ihtiyaçlarımızı tamamladık, kimimiz pil, kimimiz film peşindeydik.
Arnavutluk’un Bektaşilerin Merkezi olduğunu yazmadan geçmek olmaz. M.Balbay’ın notlarından...
Tiran’ın kuzeydoğusunda büyük bir Bektaşi Tekkesi var. Baba Reşat Bardi iki yardımcısı görevli. Buradaki erkeklerin tümü “mücerret” yani hiç evlenmeyen erkekler. Kar biçimindeki salonun her tarafı Ali’nin temsili resimleriyle dolu. Bir de Hz.Muhammed ve ve Ali’nin olduğu büyük resim var. Bektaşilerde resim yasak olmadığı için peygamber de temsili olarak resmedilmiş. Her yıl buradan Hacıbektaş’a bir heyet geliyormuş. İddiaları o ki, burası dünya Bektaşilerinin merkezi. Atatürk döneminde tekkelerin kapatılmasından sonra dönemin “baba”sı Arnavutmuş ve Tiran’a gelmiş. Demek ki Bektaşiliğin merkezi Tiran.
Balkanlar’daki Bektaşi tekkeleri ayrı bir araştırma konusu. M.Balbay’ın Reşat Bardi’den aktardıklarından... 1926’da dede Armed’di. Hacıbektaş’ta oturuyordu.  Tekkeler kapanınca altı dede Tiran’a geldi. Salih Niyazi dede, Rıza Dede, Kamber dede, Cafer dede geldiler. Burada toplantılar yapılıyormuş. Tetova’dan, Kosova’dan ABD’den gelen Bektaşiler oluyormuş. Bir de dergileri var; adı Belgelik.
15:30 gibi tekrar aracımıza geçtik ve şehir gezimize devam ettik.
Araçla yaptığımız şehir turunda bir ara Rehberimiz birkaç büstün bulunduğu bir alandan geçerken “Galatasaray’lı Ali Sami Yen’in babasının heykeli” dedi. Şaşırmıştım. İyi de niye heykeli büstü var ? Daha evvelden anlattı herhalde ben kaçırdım diye düşünüp sormadım ama notumu almıştım. Iyi ki internet (Vikipedi) var.
Tiran’ın merkezindeki bir parkta büstleri bulunan Fraşeri Kardeşlerden birkaç not: Fraşeri kardeşler de tıpkı İskender Bey gibi Arnavutluk’un ulusal kahramanlarından. Naim ve Abdül kardeşler Arnavutluk tarihinde önemli roller oynamışlar. Kardeşlerin en büyük olanı Şemsettin Sami’yi yani Sami Fraşeri’den ayrıca bahsetmek gerek. 1850’de Berat’a yakın Fraşer kasabasında doğar. Tımar sahibi Fraşer ailesinden Halit Bey’in beş oğlundan ikincisidir. Şemsettin Sami, Türkçe Sözlük ve filoloji alanındaki başarılarından dolayı dönemin sayılı edebiyatçılarından.  “İlk Türkçe Roman Yazarı” ünvanı tartışmalı olsa da hala gündemdeymiş. Aile geleneği Bektaşi tekkesine bağlı olan Şemseddin Sami, eski ve yeni Yunanca, Fransızca, İtalyanca, Türkçe, Arapça ve Farsça dillerini iyi biliyormuş.
Yine önünden hızlıca geçtiğimiz yerlerden birisi de Enver Hoca’nın eviydi. Gerçi tam bakamadık, birşeyde görünmüyordu ama kısa bir bilgi eklemek istiyorum. Enver Hoca’nın evi “misafirhane” olarak yabancı konuklar için kullanılıyormuş.  Müze falan değil. Eskiden adı “Villa Otuz Bir” miş.
Dağı sormadan edemiyoruz. 1612 mt.lik Dajti Dağı milli park ilan edilmiş bir kayak merkeziymiş. Hem yaz hem de kış Arnavutlar için iyi bir mekan. Şehirden uzaklığı 25 km.
Araçla geçerken renkli renkli binalar dikkatimizi çekti. Meğer, Tiran’ın belediye başkanı, sanat sever görünmek için birçok binayı özellikle İşkodra gölünden çıkan nehrin etrafındaki evleri rengarenk boyatmış. Yakışmamıştı.
Tiran’dan ayrılıp, Karadağ sınırına doğru devam ettik. Güzergahımız üzerinde bulunan İşkodra yakınlarındaki kalenin bulunduğu mekanda, Drim Nehri’nin kenarında kahve molası verdik. İşkodra Karadağ sınırına yakın, sadece 13 km. Nehirde yüzenleri seyrettik, kahvelerimizi içtik ve Karadağ’a geçmek üzere tekrar araçtaydık. Katil sivrisineklerden de nasiplerimizi almıştık.
İşkodra Gölü; Arnavutluk ve Karadağ devletleri arasında yer alan, Balkan yarımadasındaki en büyük göldür. Moraça nehri ile beslenir ve 40 km uzunluğundaki Bojana Nehri sayesinde Adriyatik denizi’ne ulaşır. (Vikipedi)
Zor ve sert ülkeyi terk etmek iyi gelmişti. Yol yüzünden olsa gerek çok sevemedim buraları. Yol yorgunluğumuz geçmeden ülkeye “ce” deyip ayrılmıştık. Aslında Berat’ı ve Işkodra şehirlerini de çok görmek isterdim. Hatta Tiran’da bir gece kalmayı, sokaklarında saatlerce yürümeyi, insanlarla muhabbet etmeyi. Neyse, kısmet.
18:40’da Karadağ sınırına vardık. Klasik olduğu üzere pasaportlar toplandı. Allahtan araç sayısı az, inşallah çok beklemeyiz. Haydi rastgele. Bugün çok yol yaptık, yorulduk da. Üstelik hala yolumuz var, bitmedi...
“Akıl insanın külahında bir çividir, yumruk yemeden içeri girmez.” Arnavut Atasözü
Dualarımız kabul oldu, 5 dakikada geçtik sınırı ve artık 14 bin km2’lik Karadağ’dayız. Yani Montenegro’da...
Sınırı geçer geçmez, sevmeye başlamıştım bu ülkeyi. Sağımız solumuz alabildiğine yeşil. Güzel, uzun selvileri yüzünden adeta büyülenmiştik.
Aklıma takılan ilk soruyu sordum “Burası yemyeşil, niye Karadağ demişler ?” Cevap gecikmedi; akşam olduğunda güneş dağların ardından battığında dağlar kapkara görünüyor. O yüzden de buraya Karadağ “Montenegro” deniyormuş. Bunu da çok beğendim. Kendine has bir isminin olması çok hoş doğrusu.
Dar ama düzgün yollarda kıvrıla kıvrıla ilerlerken, Karadağ siyasi geçmişini unutturmuştu.
Zeta Prensliği adıyla, bağımsız bir il olarak kurulan Karadağ, 12.yy sonlarında Sırp egemenliğine girmiş. 1711’de Rusya ile ittifak yapmak zorunda kalmış, çünkü Osmanlı ve Arnavutlarla sürekli savaşmış. 1860 – 1918 yılları arasında hükümdarlık yapan I.Nikola Petrovic, 1910’da kendini “Karadağ Kralı” ilan etmiş.
1946’da yapılan federal anayasa ile Karadağ, Yugoslavya’yı oluşturan altı özerk federe birimden biri yapılmış. 1992’de Yugoslavya’nın dağılmasından sonra, Karadağ aynı yıl içinde Sırbistan ile birlikte Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’ni oluşturdu. Bosna Savaşı’nda Karadağ polisi ve paramiliter güçleri ile birlikte Sırpların yanında yer aldı.
1996’da Sırbistan ile bağlarını kopardı, para birimini Alman Markı olarak değiştirdi ancak Sırbistan’la sürdürdüğü birlik yüzünden 1999’daki NATO bombardımanından da nasibini aldı.
21 Mayıs 2006’daki referandum sonucunda yüzde 55 oyla bağımsızlık kararı alınmış ve bu referandumdan iki hafta sonra, Karadağ bağımsızlığını ilan etmiş. 15 Haziran 2006’da Sırbistan’ın Karadağ’ı tanımasıyla birlik resmen sona ermiş.
Şimdilerde bölgeye, Rusların ekonomik yatırımları çok fazlaymış. Şu ya da bu şekilde varlıklarını hissettiriyorlarmış.
Karadağ’da ağaçlarının yaşı 200 ile 1000 olan en geniş zeytinlik alanlarının olduğunu öğreniyoruz. Hatta, Avrupa’daki 2000 yıllık en yaşlı, zeytin ağacı Bar şehrinde bulunuyormuş. Zeytin demişken devam edelim: Zeytin ağaçları ilk meyvelerini 30 yıl sonunda verirlermiş ve 100 yıl sonunda en verimli zamanlarıymış. Geçenlerde bir programda seyretmiştim; bizdekiler 3 yıl sonra verim alabildiklerini söylüyorlardı. Farklılar herhalde.
Sınırı geçtikten 25 km sonra deniz kıyısındaki Ulcinj şehrini pas geçiyoruz. Yorgunluktan bayıldığımız için farkına varamadık. Karadağ’ın en uzun plajının olduğu şehirden biraz bahsedelim.
Adriyatik Denizi’ne kıyısı olan Karadağ’ın güneydoğusunda bulunan eski şehir 1444 yılındaki büyük bir depremle yerle bir olmuş. Bugünkü eski şehir XII yy’da kuşatılmış.  Yeni şehir doğulu mimarlar tarafından korunmuş. Ulcinj, uzun zaman bir korsan gemisine ve onun mürettebatına ev sahipliği yapmış. Akdeniz ve Adriyatik’teki ticaret gemilerinin korkulu rüyası olmuşlar. 1675’te Süleyman Paşa Komutasındaki Türk donanması bu Utudz Alija komutasındaki korsan gemisini batırmayı başarmış. Bununla beraber çalınmış olan tüm servet de denize gömülmüş.
Akşamın kızıllığı asılmış gökyüzüne, etrafı seyrediyordum. Artık araçta uyumaktan da sıkılmıştım. Solda Adriyatik pırıl pırıl parlıyordu. Aaa, bir de ne görsem sağda bir kale. Hemen etrafında kalenin dokusuna uygun minik bir şehir. Rehberden rica ettim “Burayı dolaşabilir miyiz ?” diye. Sağolsun kırmadı. Girişi geçtiğimiz halde daha ilerideki son sapaktan geriye, kalenin bulunduğu minik şehire yani eski Bar şehrine girdik.
Ulcinj ile Avrupa’daki en büyük Liman şehri olan Bar şehrinin arası 24 km.  Ülkenin denize olan kıyısının toplamı ise; 294 km.
Aracı park edip, aşağıya hücum ettik. Kimsede yorgunluk falan kalmamıştı, büyülenmiştik âdeta. Hani bazı şehirlerin ruhu vardır ya, sıcaktır, samimidir. Burası da öyle bir yerdi işte. Önce bir iki fotoğraf çekeriz dedik ama yetmedi. Kaleye doğru yükseldik, kaleye girdik. Mistik, kendine özgü doğal havasıyla muhteşemdi. Şehrin içi ayrı güzel, kaleden görünen manzara ise büyüleyiciydi.
Lacivert Adriyatik, akşamın kızıllığına karışmıştı. Temiz havadan mı manzaradan mı bilemiyorum ama bizim de aklımız karışmıştı. Sanki çıplak ayakla kumlu, taşlı bir yoldan sonra çimenlere basmak gibiydi, yumuşak ve güvenli.
Yazıyı yazarken farkettim ki; bazı yerlerde Karadağ, bazı yerlerde de Montenegro olarak yazıyorum. Hepsini Karadağ olarak düzelttikten sonra vazgeçtim. Bu ikilemi yaşarken Rehber Naser’in anlattıkları geldi aklıma. Kendine has nükteli konuşmasıyla, aklımda kalanları aynen yazıyorum “Ben buralara Montenegro diyorum. Ne zamanki Karadağ diye anlatıyorum, bazı arkadaşlar Azerbaycan’a gidiyorlar. Onları oradan getirene kadar yoruluyorum” demişti. Anlaşılan Karadağ’la Karabağ birbirine karışıyormuş.
Bar, Montenegro sahilinde Rumija Dağı (1594 mt.) eteklerinde bulunan bir liman şehri. Montenegro için ekonomik öneme ve alana sahip. Şehir, Eski Bar ve Bar şehrinden meydana gelmektedir. Ortaçağ’ın başlarında 1183 yılında, Stefan Nemanja tarafından fethedilmiş ve Bizans imparatorluğunun parçası olmuş. 1443 yılında Venedik’in bir parçası, 1571’de ise Türkler tarafından fethedilmiş.
20:15 gibi liman şehri Bar’dan istemeye istemeye ayrıldık. İstikhamet Budva.
Bar – Budva arası 40 km. Güneşi de batırıyoruz bu arada. Hakikaten de dağlar git gide kararıyordu. Sahil yolunda giderken, her köşeden bir sürpriz çıkıyordu. Doğa tüm cömertliğini Karadağ’a vermiş olmalı, kıyılar vals yapıyordu.
Karadağ’lılar eski Yugoslavya içinde en tembel insanlar olarak tanınıyorlarmış. E haklılar da, bu kadar güzellik varken kim gözünü alıp işe bakabilir ki. Şaka bir yana, ülke aslında Turizm’le ayakta duruyormuş. Işsizlik oranı yüzde ondört.
Yolumuz üzerindeki Petrovac şehrini pas geçip Budva’ya doğru devam ettik. Zira heryer kararmıştı, vakit kalmamıştı artık. Budva şehri, Adriyatik’in incisi olarak tanımlanıyor. Budva’ya yaklaşırken sol tarafta sahile bitişik bir ada ve üzerinde ünlülerin kaldığı bir oteli bize gösterip “301 numaralı bir oda var ve geceliği 1500 euro“ dedi rehberimiz. “Almayalım, alana da mani olmayalım” dedik.
Budva’daki “Kangroo Oteli”mize gelip yerleştik. Burası da teras balkon ve manzara nefis. Yıkanıp, paklanıp aşağıya otelin restaurantına indik. Budva’dayız ne yiyelim diye sormadan hepimiz balık istedik.  Balık, salata ve çikolatalı krepten oluşan yemeğimiz nefisti.
Karadağ’ın nüfusu 679 bin civarı. Ancak tatil döneminde bu sayının iki hatta üç katı oluyordur. Özellikle genç Rus’lar mesken tutmuşlar buraları. Şaşırtıcıydı ama Japon turist çok azdı.
Budva, Montenegro turizminin merkezi. Dünyanın her yerinden yaz tatillerini geçirmeye gelen gençlerin en favori mekanıymış. Müzik festivalleri, kültürel ve eğlenceli programları ve spor aktiviteleri için en gözde tatil merkezi olarak tanıtılıyor.
Akşam, 10:00 gibi dışarı çıktık. Yemek sonrası dolaşmak iyi gelecekti, çoğunluk uyumayı tercih etti. Naser, Sevinç ve ben yürümeye kararlıydık.
Upuzun sahil ve ana baba günü. Meğer Budva’da hayat yeni başlıyormuş. Bizim sahil beldeleri gibi, dolaşanlar, satıcılar, eğlence mekanları. Tipik bir tatil yeri.
Turist ya da Karadağ’lı, dolaşanların yüzde doksanı gençlerden oluşuyordu. Gençlere “Yaz tatilini nerede geçirdin” diye sorulduğunda Montenegro sahili yerine “Budva” diye cevap veriyorlarmış. Aynı zamanda Budva, en büyük açıkhava diskosuymuş meğer.
Buraların sadece selvileri değil insanları da epeyce uzun boyluydu. Balkanlar’daki en güzel ırklar sanırım Sırp’lar ve Karadağ’lılar. Rus’larla Sırp’ları birbirinden ayırmak pek kolay olmuyordu doğrusu. Hepsi de uzun, ince ve sarışınlardı. Çünkü, çok fazla Rus turist vardı.
Rehberimiz alışmıştı ya da bize ayıp olmasın diye bakmıyordu. Sevinç’le ben gözümüzü alamıyorduk. Hani bazı dergilerde fotoğraflarını falan görüyoruz ya, işte burada onların hepsi yerde ve yürüyorlardı. Sarışını, kumralı, incesi ve daha incesi şeklinde şıklık yarışındaydılar sanki. Mininin en minisi, uzunun en uzunu (boylar), koca sahil podyuma dönmüştü.
Hele eğlence yerleri, inanılmazdı. Girişlerine birer yükselti koymuşlar, kızlar yarı çıplak dans ediyorlardı. Hani, girişi böyleyse devamı nasıldır kim bilir ? İnsan merak edip girmez mi ? Merak ettik etmesine de, bizi içeri almazlardı. Hem yaştan hem şort, t-shirt, sandalet üçlemesi kıyafetlerimizden giremezdik içeri. Üç tip, sağa bak, sola bak, ağzımız bir karış açık devam ettik yürüyüşe.
Naser, bizi sahildeki eski kalenin içinde çok şık bir mekana götürdü. Açık bir alan, yıldızlar üzerimizde, sessiz sakin, incesinden de müziğimiz geliyordu bir yerlerden. Çay içtik muhabbet ettik. Gecenin yarısı mı olmuş, uykumuz mu gelmiş, yorgun muyuz ? Hiç birinden eser yoktu. Ama mekan kapanıyordu, kalkmak zorunda kaldık. Epey geç olmuştu zaten.
Dönüş yolunda yine aynı güzellikleri gördük ama bizim bile gözümüz alışmıştı. Hatta, biz gecenin bir vakti dönerken, birçok kişi otelinden daha yeni çıkıyordu. “Sabaha kadar dans” durumları yani. En az üç saat yürümüştük bu akşam. Muhabbet ederek otelimize döndük, klasik oldu ama sızdık.
23 Temmuz 2009 – Perşembe – KARADAĞ
Adriyatikte yüzmek başka birşey J
Bugünkü programımız Kotor Körfez Gezisi. Son zamanların gözde uğrak yeri aynı zamanda. Sabah 07:30 da uyandık,  meyveli kahvaltımızı yapıp 09:00 gibi yürüyerek otobüs durağına vardık. Körfez gezisi için rehberimiz daha evvelden rezervasyon yaptırmıştı. Turumuzdaki tek tercihli gezi “Körfez” gezisiydi. Gruptaki herkes de katılıyordu. Tur için sadece fazladan 20 euro’yu otobüsteki hanıma ödedik. Otobüste Rusça, Sırpça ve Ingilizce olarak anonslar yapılıyordu. Resmi dilleri Karadağca olsa da,  Karadağ’da Sırp’ça hakimdi.
Bu arada etnik grupları da yüzde olarak eklemek istiyorum. Ortodoks 74.2, Müslüman 17.7, Katolik 3.5.
Dağların arasından yeni binaların fazla olduğu güzel bir kasabaya yani Tivat’a vardık. Yerini net hatırlayamıyorum ama yol üzerinde “Madonna ve Rollings Stones konserlerinin yapıldığı yeri de gösterdi rehberimiz.
Palmiyelerin sıralandığı sahilde uzun teknemiz bizi bekliyordu. Araçtan indik ve 10:00’da bizi bekleyen gezi teknesine bindik.
Bir iki yerde molalar verdik. İlki yüzme molasıydı. Yaşasın ! Hazırlıklıydık tabii, kaç gündür bunun hayalini kuruyorduk. Sevinç, Aysen Hanım ve ben bizim ekipteki yüzen gezginlerdik. Yanlız su bizim denizlere pek benzemiyor, daha çok dere sularına benziyordu. Çivi gibi. Herkes bir anda sulara atladı, nasıl da davetkar havası vardı suyun, aman yarabbi !. Tepede güneş, etraf yeşil, ayrıca yeşil suya rengini katmış, gelde girme. Tereddütsüz atladık tabii. Bir de yakınında minicik bir ada var. Baktım birkaç kişi adaya doğru yüzüyor. Ben de başladım yüzmeye. Tam ortalardayım, bir ara geriye dönüp baktım ki kimse yok, bizimkiler gelmiyor. Neyse tek başıma da olsam gideceğim dedim. Bir sürü Rus, Fransız gidiyor, bir tane de Türk gitsin bari. Adaya varıp bizimkilere el salladım, biraz nefeslendikten sonra da geri döndüm. Hiç sudan çıkasım gelmedi, çok güzeldi.
İkinci durağımız; 1520’lerde yani 16. yy’da yöre halkı tarafından elbirliği ile yapılan yapay bir ada. Adanın ortasında bir katolik kilisesi. Hikayesi şöyle: Balıkçılar tesadüfen bir kaya ve üzerinde de ikona bulmuşlar. İkonayı alıp bir kiliseye götürmüşler. Ertesi gün döndüklerinde ikonayı yine aynı kayanın üzerinde bulmuşlar. Sonra düşünmüşler ki buraya bir kilise yapalım. Fikir bu şekilde çıkmış.
Buraya ait bir de gelenek oluşmuş. Özel bir günde (ne zaman bilgi vermedi rehber) tüm erkekler toplanıp adanın etrafına bir taş koyarlarmış ki adayı sağlamlaştırmak için. Etrafında yüzmek yasakmış.
Adada bulunan kilisedeki ikonalardan birinin hikayesi de ilginç. İpekyoluna sefere giden bir adamın karısı, onu beklerken kendi saçlarını kullanarak ikonayı yapıyor. Hatta ikonanın son bölümleri gri-beyaz renkte (epeyce beklemiş anlaşılan).
Ada ve kilise turunun ardından, yine mavi ve yeşil güzergahımıza devam edip, gezimizin sonu olan Kotor şehrine vardık.
En az 2000 yıllık olan Kotor şehri Venedikliler, Osmanlılar, Avusturyalılar ve Fransızlar tarafından yönetilmiş.
Tüm gün teknede, her dilde “Osmanlılar tarafından ele geçirilemeyen yer” olarak bahsedildi. Ama kendi kitaplarında bile Osmanlılar tarafından yönetildiği yazıyordu. Tezat bi durum. Bu şirin Ortaçağ şehrini görmek çok keyifliydi.
Kotor, Lovcen Dağı’nın altındaki güneydoğu bölgesinde yer almaktadır. UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde bulunan Kotor, denizcileri ve deniz tüccarlarıyla ünlenmiş. Turizm kitaplarında, 1326’da ilk eczanesine ve 1350’de ilk hastanesine sahip oluşundan bahsediliyor.
Kotor’da yaklaşık 1 saatlik bir zamanımız vardı, sonrasında yine geldiğimiz otobüslerimize binip Budva’ya dönecektik. Gruptakilerin çoğu ortaçağdan kalma eski şehri gezmeye gittiler. Ben ve Sevinç denizi tercih ettik. Doymamıştık suya, plaja gidip yüzmeye devam ettik.
Son 15 dakikamız vardı, diğerleriyle buluşmak için eski şehre doğru giderken kapıda rehber karşıladı ve sayesinde hızlı bir şehir turu yaptık. Sağolsun adamcağaz, tanıtmak dolaştırmak için elinden geleni yapıyordu.
Şehrin eski bölümü, küçük üçgen alanda kalkınmış ve Aziz Ivan Kalesiyle çevrilmiştir. Kaleyi dolaşmak çok keyifli olacaktı ancak vakit dardı.
Ilgilenmek isteyenler için; www.tokotor.com
Vakitlice otobüsümüze binip Budva’ya vardık. Bundan sonrası klasik artık, otele dön, duş temizlik, yemek ve ardından yürüyüş. Bu akşam daha kalabalık olarak yürüyüşe çıktık. Çok fazla dolaşmadan biraz alışveriş yapıp otele döndük. Karadağ’da Euro geçiyor.
Yarın bu güzel ülkeye veda edecektik...

24 Temmuz 2009 – Cuma DUBROVNIK (Hırvatistan)
Ragusa’ya yolculuk...
Sabah 08:45’de Budva’dan hareket ettik. Az kalsın pasaportları otelde bırakıyorduk. Resepsiyondaki görevli hanım, o sabah biraz gergindi. Anahtarı verirken başında biraz bekledim ama konuşması bitip de bana dönemedi. Bizim rehberle konuşuyordu, herhalde rehbere verir, ben de ondan alırım diye düşünmüştüm. Sonrasında telaş yaptık, valizleri yerleştir derken pasaportları almayı unuttum. Tam araç hareket etmişti ki “Bizim pasaportları verdi mi ?” diye sordum. Rehber “Hayır, bana birşey vermediler” deyip fırladı araçtan ve iki dakika sonra pasaportlarla döndü. Neyse ucuz atlattık.
Ne iyi etmişiz de bu tura katılmışız diye defalarca birbirimize söylenip durduk. O kadar güzel yerlerden geçiyorduk ki, birkere bile “Buraya niye geldik ?” demedik.
Neyse, Budva’ya veda ettik. Yolu kısaltmak için Tivat’tan tekneyle Kotor Körfezi’ni geçip, karşı sahildeki Herceg Novi’ye geçiş yaptık. Kotor Körfezi’ni geçişimiz sadece 10 dakika sürdü. 09:30 gibi sahildeki Herceg Novi’de, Osmanlı Egemenliğindeki adıyla Yeni Hersek’teydik. Arabalıyı kullanmakla 100 km.lik bir karımız olmuş meğer.
Tıpkı Bar şehri gibi, Herceg Novi de eski ve yeni şehir olmak üzere iki kısımdan oluşuyormuş. Bugünkü yerleşim bölgesi I.Tvrtko tarafından inşa edilmiş. Osmanlı burayı 1483 yılında fethetmiş, 1538’de ise Venedik ve İspanyol donanmaları tarafından fethedilimiş. Bundan bir yıl sonra Barbaros Hayrettin’in gemileri Herceg novi’yi yeniden Türk hükümdarlığı altına almış. Devamında; Venedik, Avusturya, Rusya, Fransa ve 1918’e kadar Avusturya.
Rehberimiz, hemen yakınlardaki Kanlı Kale’yi göstererek “Osmanlı eseri. Karadağ’lılar bile buraya Türkçe ismiyle hitap ediyorlar, Kanlı Kale diyorlar” demişti.
10:10 Hırvat Sınırına geldik ve beş dakikada geçtik. Pasaportlara, değil damga vurmak, bakmak bile istemediler. Ama giriş kapısında biraz kuyruk vardı. Yine aynı sorun, araç yüzünden bizi birazcık beklettiler. Beklerken dikkatimi çekti et, süt ve peynir’in ülkeye girişi yasakmış.
11:50 nihayet çıkıyoruz. Sınırdan Dubrovnik’e 40 km.lik bir yolumuz var. Dalmaçya Sahilleri solumuzda, manzara bir görünüp bir kayboluyor. Dubrovnik, Venedik’ten sonra en fazla turist alan şehirmiş.
Şehre varmadan yol üzerinde bir yerde fotoğraf molası verdik. Stari Grad dedikleri eski şehir muhteşem görünüyordu, hem eski hem yeni gibiydi. 1990’larda Hırvatistan’ın Sırp saldırılarına maruz kaldığı dönemde (iç savaşta) epey yaralanmış. UNESCO‘nun çabalarıyla 2005’te yenilemeler yapılmış.
Şehrin merkezine hatta kalbinin attığı yere yaklaştığımızda epey bir kalabalıkla karşılaştık. Dubrovnik’in nüfusu 49 bin. Ancak turizm mevsiminde sayı fazlalaşıyor. İnsan ve araç kalabalığından hızlıca araçtan inip kalenin girişindeki kafelerden birini mesken tuttuk. Burada Hırvat rehberimizin gelmesini bekledik, kural gereği yerel rehber almak gerekiyordu. Bu arada en fazla motorsiklet de bu şehirde gördük. Her taraf motor kaynıyordu.
I.Murat döneminde yani 1365 yılında buraya ayrıcalık tanınmış, buna karşılık Ragusa şehir devleti Osmanlı himayesine alınmış ve 443 yıl Osmanlı hakimiyetinde kalmış.
1806’da Napolyon burayı işgal ediyor. Onlar gelince aristograt aileler kendilerince protesto ediyorlar. Protestoları da; ailenin erkekleri evlenmeme kararı alıyorlar ki soyumuz bitsin, burası aristoklardan yoksun kalsın diye.
1808 yılında ise Fransız ordusu Napolyon dönemine son verip, şehri Fransa’ya bağlamış. 1815’deki Viyana Kongresi’nde ise şehir Avusturya yönetimine verilmiş.
Dubrovnik, sahildeki 2 km’lik yüksek surları ve surların içindeki eski şehriyle ünlü. Tüm hayat orada. Kentin belki de ülkenin geçim kaynağı, adı sanı herşeyi orada.
11:30 gibi UNESCO listesinde olan eskişehre girdik. Ortaçağ’ın içine doğru yolculuğumuz başladı.
Gezimize şehrin meydanından ve meydandaki tarihi çeşmesinden başladık. Kiliseler, manastırlar, saraylar, kuleler, ünlülerin heykelleri, kafeler, restaurantlar, mağazalar, hangi birini yazsam bilemedim. Oteller bile şehrin içinde. Hatta bir tanesinin sahibi Türk’tü. Güneş tepemizde, sokaklar dar, ve turistten geçilmiyordu. Hani büyükçe bir masa düşünün, ve her türlü güzel yemeğin o masada olduğunu hayal edin. Neresinden başlayacağını şaşırıyor insan, herşey çok yoğundu. Hani ortaçağ’ın içine gömüldük diyebilirim. En azından benim için bu kadar tarih fazlaydı.
Herşey de ortaçağ değildi. Mesela bir euro’luk herhangi bir şey burada en az 4 euro’ydu.  Çiftini 1 euroya aldığım kalem pile, burada 2 çiftine 6 euro verdim, içim “cız” etti valla.
Dubrovnik’ten aldığımız rehber “Bizim tek gelir kaynağımız turizm” demişti. Günde iki ve/veya üç tane gemi geliyormuş. Her bir gemide en az 1500 yolcu olduğunu varsayarsak, eski şehir için “Darphane” desek çok abartmamış oluruz. Gemilerin haricinde bizim gibi grup ya da kendi başına gidenleri de katınca varın sayıyı siz düşünün.
Yarımada üzerindeki eski şehrin daracık sokaklarıyla ilgili olarak, rehberimizden yaz günlerinde serinlik, gölgelik vermesini sağlayacak şekilde, kışın ise soğuktan tipiden koruyacak şekilde planlandığını öğreniyoruz.
Lavanta kokuları eşliğinde tüm şehri dolaştık. Lavantaları meşhurmuş, süslü, işlemeli kumaşların içinde ya da değişik şekillerdeki paketlerde satış yapılıyordu.   Kale surlarını dolaşmak için ayrıca 7,5 euro verip bilet aldık. Surlardan manzara daha mı güzel görünüyordu ne ? Aşağı inesimiz gelmedi doğrusu. Adriyatik, durgun ve ışıl ışıldı. Kalenin içindeki, denize bakan kafelerin çoğundan denize giriliyordu. Bunu yukarıda dolaşırken keşfettik. Birkaç basamak (kayalık) aşağılara şezlong ve havlular atmışlar, hem yüzüyorlar hem yiyip, içiyorlardı. Gel keyfim gel. Deniz o kadar temizdi ki, yukarıdan bakınca bile yüzenlerin ayaklarını görebiliyorduk. Epeyce süre yüzenleri ve suya atlayanları seyredip fotoğraflarını çektik. Hatta yukarıdan surların dışında kalan şehri de seyrettik. İki en fazla üç katlı bahçeli taş evler, kırmızı kiremitleriyle çok güzel görünüyordu. Aslında surların dışında kalan renklerin içindekilerden çok da farkı yoktu. Bana göre, biri turistik öteki yerleşikti.
Öğlen bir Boşnak rest.yemek yedik. Bizim Boşnak Rehber tanıdığı bir yere götürdü bizi. Boşnak köftesi, boşnak böreği ve yoğurt yedik. Kişi başı 8 euro ödedik. Aslında burada çoğunlukla deniz ürünleri vardı. Akdeniz kültürü özellikle de İtalyan kültürü çok hakimdi buralara. Öyle ki “Ragusa” olan eski adı bile İtalyanca. Adriyatik’in en eski ticaret limanlarından olan Ragusa, uzun yıllar Venedik etkisinde kaldığı için İtalyan üslubu ve mimarisi çok baskındı.
Her yerde rengarenk iştah kabartıcı dondurmalar vardı. Hava da sıcak, biz de fazla dayanamadık, gördüğümüz yerde yedik. Çok güzeldi.
Mustafa Balbay’ın notlarından birkaç bilgi... Tito, Balkanlar için son derece önemli bir insan. Her ne kadar kızgın olanları varsa da kimse nefret etmiyor. Bilakis sevenleri çok fazla. Eski Yugoslavya’nın parçası olan ülkelerin çoğunda, “Maraşala Tito” caddelerinin adı hala aynı. 04 Mayıs 1980’deki ölümünden sonra da saygınlığı değişmemiş. Tito 1892’de Zagreb yakınlarındaki Kumrovec köyünde doğmuş. 14 kardeşin 7.siymiş. Gerçek adı Josip Broz. “Tito” onun takma adlarından biriymiş.
Hırvatlara göre Tito hep Sırpları sevdi. Başkentin Zagrep oluşunu kanıt gösterdiler. Sırplara göre ise Tito hep Hırvatları ve Slovenleri sevdi. Çünkü babası Hırvat, annesi Slovendi.
Hırvat ve Sırpların Tito’ya olan ortak kızgınlıkları ise, Müslümanlara ulusal kimlik vermesi olmuş.
Tito kadar ünlü olmasa da başka bir ünlüden bahsetmeden geçmek olmaz. 1958 Dubrovnik doğumlu asıl adı Remka Rebroyna olan Banu Alkan’ı anmadan geçmeyelim. Tüm Balkan’larda benzerlerine çok fazla rastladık.
Neyse, Balkan fıkrasıyla noktalayalım. Hırvatistan Devlet Başkanı Tudjman hasta. Yaklaşık 40 gündür yaşam fonksiyonlarının çoğunu yitirmiş durumda hastanede yatıyor. Saraybosna’lılar soruyor: “Tudjman neden ölmemekte direniyor ?” yanıt gecikmiyor. “Tito ile yüz yüze gelmekten korktuğu için !”.
Dört, beş saat yetmişti buraları için. Belki başka bir zaman sadece Hırvatistan ve adalar için gelirsem daha fazla keyif alabilirim. Bu program içinde bu kadarı yeterliydi.
Akşam 17:00 gibi Hırvat sınırından çıktık. İstikhamet gezimizin son ülkesi olan Bosna Hersek.
Burada çok enteresan bir durum var. Koca sahilde sadece 23 km.lik bir alan (Neum) Bosna Hersek’in. Hırvatistan’dan çıkıyorsun, 23 km.sonra tekrar bir sınır kapısı ve Hırvatistan topraklarına yeniden dönüyorsun.
1700’lerde Dubrovnik bu sahili Osmanlılara satmış. Venedik’ten gelecek herhangi bir saldırı olursa diye. Venedik Osmanlı varken cesaret eder mi, haşa. Kendisine bir güvence olsun diye savunma için 23 km.lik bir kıyıyı vermişler. Tabii sonradan savaşlar oldu, haritalar değişti sahil Bosna’ya kaldı.
17:40’da tekrar Hırvat sınırındaydık. Neretva (Mostar’dan gelen su) nehri solumuzda kalacak şekilde, karadan Bosna Hersek sınırına doğru devam ettik. Geçtiğimiz yerler Neretva nehri sayesinde, meyve sebze cennetiymiş. Neretva için çok güzel bir benzetme var kitaplarda. Hayat verdiği için “Hersek Güzeli” diye geçiyor.
Ve nihayet, yaklaşık üç milyon nüfuslu Bosna Hersek’e giriş yapmak üzere Metkoviç sınır kapısındaydık.
18:35 nihayet Bosna topraklarındayız. Buradan Mostar’a 40 km.lik bir yolumuz var. Ama öncesinde Adriyatik’e 30 km uzaklıkta bulunan çok şirin bir yeri göreceğiz.
Her bölgede farklı müzikler dinleten rehberimiz, Bosna sınırına girer girmez Emina Sandal’ın cd’sini dinletmeye başladı. “Sizin gelin, Mustafa Sandal’ın eşi” diye kısaca tanıtmıştı. Ama ben onun değil pop müzik söylediğini, sanatçı olduğunu bile bilmiyordum. Bu turda epeyce magazin bilgim oluştu. Emina Sandal meğer basketbolcu Mirsad Türkcan’ın da kardeşiymiş. Neyse ki abisini tv’de maçlardan tanıyordum.
Beş on kilometre sonra yolda bir trafik, haydaa ! Duruyoruz. Yolun sağ tarafında önde siyah bir araç (minibüs) yavaş yavaş ilerliyor. Arkasında neredeyse 300 metrelik bir kalabalık. Onlar da yavaş giden aracın ardından üzgün üzgün yürüyorlardı. Meğer önden giden cenazeymiş, arkadan da cemaati gidiyormuş. Kısa bir beklemenin ardından, 19:00’da Neretva ırmağının kıyısındaki şirin Poçitel’e (Poçitely) varıyoruz.
Türk köyü olarak da bilinen Poçitel’in yerinde başlangıçta sadece Ungurus’ların (Osmanlı’larca Macaristan ve civarına verilen isim) Osmanlı’lara karşı savunmak için yaptıkları kale varmış. Osmanlı’lar bu kaleyi 1471 yılında fethetmişler ve 1888’e kadar Osmanlı’nın hakimiyetinde kalmış.
Poçitel’in kelime anlamı; “Dinlenme” demekmiş. Ne kadar hoş. Savaştan önce, sinema yönetmenleri, ressam ve diğer sanatçıların gözde mekanlarından birisiymiş Poçitel. Taştan yapılmış evlerin hepsinin yönü Neretva’ya doğru, şehrin tamamı Neretvayı görecek şekilde kurulmuş.
Araçtan iner inmez satıcılar karşıladı bizi. Kağıtları külah şeklinde yapıp içlerine kuru meyveleri koymuşlar ve 1’er euroya satıyorlardı. Her birimiz birşeyler aldık. Yaban mersini en favori yemiş oldu.
Savaşı en ağır yaşayanların mekanına gelmiştik. Acıları çok tazeydi, kayıpları çoktu. Hiçbirşey kaybettiklerini yerine getiremeyecekti. Satıcı teyzelerden biri –ilk tanıştığımız Bosna’lı- iki oğlunu ve eşini savaşta kaybettiğini anlatıyordu. İçimiz yandı, “Allah bir daha göstermesin, ne size ne de başkasına” demekten başka birşey söyleyemedik. Üstelik bunlarınki sınır düşmanlığı da değildi. Düne kadar komşuydular, arkadaştılar, aynı sınıflarda öğrenciydiler sonra düşman olmak ne kolay ya !..
 “Sen şusun, sen busun”la başlayıp, “Siz biz”’le devam eden etnik ayrımcılık,  sonunda da düşman oluyorlar.
Hangi yıl olduğunu tam hatırlayamıyorum ama savaşın son dönemleriydi galiba. Nasıl olduysa bizimkiler bir şekilde yardım ediyorlardı. Savaştan yıpranan çocukları tatil amaçlı birkaç günlüğüne Türkiye’ye getirmişlerdi. Bir gazetecinin aktardıkları hiç aklımdan çıkmadı. Uçakta yolculara (çocuklara) yemek servisi yapılmış. Çoğu yemeklerini tam bitirmemiş, servislerini de geri vermemişler. Hosteslerin dikkatini çekmiş bu durum. Sormuşlar “Neden yemediniz, yoksa beğenmediniz mi ?” Cevap çok vahim, “Daha sonra yeriz” demişler. O kadar çok kıtlık çekmişler ki, çocuk halleriyle bile bunu öğrenip saklıyorlarmış meğer. Şu savaşın yaptığına ne demeli ? Hani, çocuklara “Savaş” ismini bile vermemek gerekir diyorum başka da birşey diyemiyorum.
Neyse, taş yoldan yürüyerek camiye doğru yükseldik. Şişman İbrahim Paşa Camisi diye de bilinen Hacı Ali Camiisi 1562 yılında yaptırılmış. Caminin önündeki büyük selvi ağacı görülmeye değerdi gerçekten. Cami, minaresiyle beraber son savaşta yıkılmış, Türkler tarafından yeniden restore edilmiş.
Cami ziyaretimizi tamamlayıp, taş yoldan yürüyerek tekrar aşağıya indik. Medrese ve hamamları uzaktan görüp fotoğraflarını çektik. 
Burada insan kendi mahallesindeymiş gibi hissediyor. Çünkü herkes Türkçe konuşuyor. Bir de buralarda, “Allaha emanet” diye kullanıyorlar. Hani sonunda “ol” yok. Sadece “Allaha emanet”.
Boşnak, Sırp ve Hırvatların konuştuğu dillerde toplam sekiz bin Türkçe sözcük varmış.
Poçitel’e veda edip Mostar’a doğru yola çıktık.  Neretva Nehri’ni takip ederek devam ettik. Neretva, doğaya insanlara hayat verdiği gibi bir de sınır görevi üstlenmiş. Şöyle ki, nehrin sağ tarafında Hırvatlar çoğunluktaymış, sol tarafında da Boşnaklar.
Etnik gruplardan söz açılmışken kısaca değinmek gerek. Boşnakların nüfusu 1.270 bin, Sırp 892 bin, Hırvat 515 bin. Geri kalanlar da hiçbir etnik kimliği kabul etmeyip “Yugoslavım” diyenlermiş. Etnik gruplarla ilgili bilgiler M.Balbay’ın kitabından.
Bu bilgi de bulunsun: Boşnaklar Müslüman, Hırvatlar Katolik, Sırplar ise Ortadoks’larmış.
Savaş yüzünden ve/veya  bölünmelerden olsa gerek, nüfus sayılarında epeyce karışıklık var. Yani her bir kaynakta farklı bilgiyle karşılaştım. Bosna Hersek nüfusunun, kiminde 3 milyon, kiminde 4.5 milyon olduğu geçiyor.
Bazı ülkelerde, tüm Bosna-Hersek halkına Bosnalı deniyormuş. Sadece Türkçe’de tarihten gelen yakınlıktan dolayı Bosnalı denildiği anda Boşnaklar yani Bosnalı Müslümanlar kastediliyormuş. Aslında Bosnalı veya Hersekli olmak da ayrı etnik kimliği belirtmek için kullanılıyormuş. Şöyle ki; Bosna’lıyım demek Müslümanım, Hersek’liyim demek Hırvatim demek oluyormuş. 
Mostar ovasının Roma döneminde de yerleşim yeri varmış. Bugünkü yerine yakın bölgede 15.yyda yeni bir kent oluşmaya başlamış. Kent kuruluş aşamasındayken 15.yy sonunda Osmanlılar bölgeye gelmiş.
Yollardaki levhaların düzensizliği sorulunca rehberimiz açıklama yaptı. Saray Bosna’da Kiril ve Latin alfabeleri resmi olarak kullanılıyormuş. Ancak, Hırvatların yoğun yaşadığı yerlerde, Hırvatlar Kiril alfabesini silerlermiş. Aynı şekilde Sırplar da Latin yazıları silip, Kiril alfabesini kullanıyorlarmış. Alfabeden bahsetmişken, ülkedeki araç plakalarından da bahsedelim. Yaşanan gerginlikler yüzünden, aracın hangi şehirden olduğu anlaşılmasın diye, basit bir düzen kurulmuş. Hem Kiril, hem Latin alfabesinde ortak olan harfler rakamlarla birlikte kullanılıyormuş. Hatırladıklarımdan; A,E,K,M ve T harfleriydi.
Gün bitip, hava kararmak üzereyken vardık Mostar’a. Mostar’daki Bristol Hotel ’e giriş yaptık. Savaş sonrası inşa edilmiş çok güzel bir otel. Bizden başka bir Türk grup daha vardı otelde. Neyse, odalarımıza yerleştik, yıkandık paklandık ve aşağıya yemeğe indik. Yemeklerde, tavuk, pilav, salata ve tatlı vardı.
Bu akşam bende ne iştah vardı ne de keyif. Yemek sonrası kısa bir Mostar gezisi yapalım istedik. Şehrin içinden, çarşılardan geçip meşhur Mostar Köprüsü’ne vardık. Hatta seyre daldık. Köprüyü geçip karşı taraftan otelimize döndük. Öğlen Dubrovnik’te yediğim köfteler midemde savaşıyorlardı. O yüzden de akşam birşey yiyememiştim. Tabii tüm gece onları çıkarmakla uğraştığımdan rahat bir uyku çekemedim.
Bosna Hersek ile ilgili biraz tarihi bilgiyi notlardan aktarmaya devam edelim. (özellikle sona ekledim, ilgilenmek isteyenler için)
Zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya karar veren müttefiklerin baskısı sonucu, Bosna’daki Osmanlı idaresi savaşılmadan masa başında Avusturya Macaristan İmparatorluğu’nun kontrolüne verilmiş.
1918’e kadar sürecek olan Avusturya Macaristan İmparatorluğu idaresi döneminde Rusya’nın finansal desteği oldukça fazlaymış. Çünkü büyük Sırbistan’ın kurulması hedefleniyormuş.  Müslüman halkın Osmanlı idaresindeki diğer bölgelere zorunlu göçü ve yerlerine Sırpların yerleşmesi Bosna’daki etnik yapının değişmesine vesile olmuş.
1918-1941 yılları, Yugoslavya ‘da  karışıklıklarla ve savaşla geçmiştir.
1941-1945 ‘deki İkinci Dünya Savaşı sırasında Naziler Yugoslavya’yı işgal ederek Slovenya’yı Almanya’ya, Hırvatistan’ı İtalya’ya ve Makedonya’yı Bulgaristan’a bağlamışlar. 
Naziler, özellikle Yahudi ve çingenelere karşı etnik bir temizlik hareketine girişerek toplama kamplarında binlerce insanı öldürmüşler.
1945-1990 yıllarının 35 yılı Tito’nun liderliği altında geçti. Bu dönemde Boşnak’lar kültürel kimliklerine yeniden kavuştular.
SSCB’nin çöküşünün ardından, Yugoslavya 1992 yılında özerk bölgelerinin bağımsızlığının ilan etmesi ile dağılmaya başladı. Bosna-Hersek’in Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilan etmesi sırasında yaşanan eşitsizlik savaş ve Sırp katliamları, Yugoslavya’nın parçalanması sürecindeki en büyük olaydır.
1986-1992 yılları arasında yaşanan kanlı iç savaşların sonrasında Yugoslavya parçalandı. Aşırı milliyetçi Slobodan Miloshevich ve onun desteklediği militanlarca büyük Sırbistan’ı kurma hayalleri ile sistematik bir soykırım gerçekleştirildi. Bu dönemde 10 binin üzerinde Boşnak yaşamını yitirdi.
Şubat 1992’de bağımsızlığını ilan eden Bosna – Hersek, 7 Nisan 1992’de ABD ve diğer batılı ülkelerce tanındı ve 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler’e yaptığı üyelik başvurusu kabul edildi.

25 Temmuz 2009 – Cumartesi – MOSTAR (Bosna-Hersek)
“Most” Boşnakça köprü anlamına geliyormuş.
Sabah 09 gibi otelden ayrıldık. Valizleri araca yerleştirdik ancak biz yayan yürüyeceğiz. Küçücük Mostar’da araçla gezmeye gerek yok.
Mostar, Bosna-Hersek Cumhuriyeti’nin Hersek bölgesindeki Neretva Nehri’nin kıyısında yer alan ülkenin 4.büyük şehri. 105 bin nüfuslu Mostar şehri, iç savaş sırasında çok büyük zararlar görmüş.
Yürüyerek şehri dolaşmaya başladık. Savaşın izleri hala ortadaydı. Yerle bir olmuş binaların yerine yenileri yapılıyordu, çoğundaysa hala savaşın o acımasız, çirkin izleri olduğu gibi duruyordu.
Sadece binalarda değil, insanların yüzlerinden, gözlerinden de savaşın ne denli tahribatlar yaptığı okunuyordu. Biraz güvensizlik, biraz kırgınlık, belki biraz ümit ama en çok da herşeyin henüz düzelmediğine olan inançları çok belli oluyordu. Yaraların üzeri açıktı belki de, bakışlar tedirgindi. Bu duyguyu Saraybosna’da daha çok yaşadım. Mostar sanki anne-babalarını kaybeden bir ailenin küçük sevimli çocuğu, Saraybosna da tüm sorumlulukları üzerinde taşıyan büyük çocuk görünümündeydi. Hayat devam ediyordu ama gelecek ne getirecek ve nasıl gelecekti ? Ağırıma giden de, savaştan evvel buralara bu kadar turistin gelmediğiydi. Savaşa paye vermek ve bu durumun içinde olmak beni utandırdı resmen. Öte yandan, gitmesem belki tüm bunları anlayamayacaktım, bilmiyorum...
Hem Mostar’da hem Saraybosna’da en yeni yapılar mezarlıklardı. Biz de ziyaretimize şehrin meydanındaki mezarlıktan başladık. Doğum ve ölüm tarihleri arasında 20’yi geçmeyen kısacık ömürlü binlerce gençten birkaçının mezarını boğazımız düğümlenerek dolaştık. Balkanlar’da mezarların çoğunda mezar başlarına fotoğraf koymuşlardı. Bir sürü çocuk, kimbilir hangi güzel günler için çektirmişlerdi o fotoğrafları.
Mezarları dolaşırken bir ara dedemin şehit haberlerini gözyaşlarıyla dinlerkenki hali geldi aklıma. 1914 doğumlu olan (95 yaşında) dedem için, kendi ömrünün üçte birini bile yaşayamadan öldüklerinden vijdan muhakemesi yapıyor diye aklımdan geçirirdim. Aslında yanılmışım, daha da fazlasıymış.  Kitapların birinde “Savaş insanları insanlıktan çıkarıyor” diye yazıyordu. Ne kadar da haklıydı...
Neyse, “Daha güzel günlere” diyelim.
Devamında, hemen yakındaki Karagöz-Bey Camiisini ziyaret ettik. Mehmet Karagöz tarafından 1557 yılında yaptırılan bu cami Mostar ve Hersek başcamisi olarak geçiyor. Son savaşta gördüğü zararlar tamir edilmiş haldeydi. Caminin girişinde savaş sonrası çekilmiş harap haldeki fotoğrafları duruyordu. Camiyi sağımıza alarak yukarı Osman Cikiç sokağına, Muslibeyzade Evi’ne doğru yürüdük. Muslibegovica Kuca (kuca; ev demek) 1876’da Osmanlı döneminde yapılmış son evlerden biridir. Bodrumlu, iki katlı ve çatı katı da olan bir ev.  Odalarını dolaştık, bahçesinde birer bardak çay içip ayrıldık bu güzel Osmanlı evinden.
Sokaklarda yürürken duvarlardaki ilanlar dikkatimi çekti. A4 ebatlarında, matbu bir kağıt. Boşlukların çoğu da bilgisayardan doldurulmuş, sol üst tarafta da fotoğraflar var. Ölen insanlar için düzenlenmiş, onlar adına okunacak duaların yer ve saatlerini bildiren ilanlar olduğunu öğrendik.
Sokakların çoğu Neretva nehrinden çıkarılan taşlarla döşenmiş. Hatta evlerin ve camilerin avluları da aynı taştan döşeliydi. Çok doğal ve estetik görünüyorlardı.
Köprüye doğru yürüyerek çarşının içlerine daldık, biraz seyrettik biraz da alışveriş yaptık. Gündüz gözüyle daha bir güzel görünüyordu. Neretva’nın yeşili diğer yeşillere benzemiyordu. Satıcılar ve sanatçılar kalenin her bir tarafını mesken tutmuşlardı. Nehirden çıkan taşların üzerine Mostar köprüsünü resimleyen bir ressamın yaptıkları ilgimi çekti. Çöktüm tezgahına ve yeni yaptığı resimli taşlardan birine talip oldum. Grup arkadaşların da dikkatini çekince epeyce resimli taş satın aldık.
Hani, size bir doğa fotoğrafı çizin, boyayın deseler ne yapardınız ? En azından benim tablomu yazayım. Etrafında dağları, ortasından geçen nehri ve birkaç tane de evleri olan bir resim yapardım. Hayal ettiklerim belki kağıda beze yansımazdı ama o hayal ettiklerimin hepsi Mostar’da canlıydı. Gözlerinizi nereye çevirirseniz çevirin, değişik bir manzara görüyorsunuz. Mostar sanki Balkan’larda değil de, Türkiye’de herhangi bir yerde ve biz de akraba ziyaretlerimizden birisini yapıyor gibiydik. O kadar güzel ve samimiydi herşey.
Neyse meşhur köprüye geldik. Sudan yüksekliği 19-20 mt, genişliği 4 mt. Köprünün üstü turist kaynıyordu.
450 yıl boyunca depremden savaşa her şeye göğüs germiş. Ancak 1992 Mayısında Sırpların saldırısıyla ağır hasar görmüş. 1993 sonbaharında ise Hırvatların ateşiyle suyla bir olmuş.
2004 yılında  Türkiye, ABD, Hollanda, İtalya ve Hırvatistan’ın (?) katkılarıyla ER-BU adlı bir Türk şirketi tarafından aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş.
2005 yılında da eski Mostar şehri, UNESCO tarafından Dünya Miras Listesine alınmış.
Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayrettin tarafından 1557-1567 yılları arasında yapılmış. Neretva nehrinin iki yakası en çok burada birbirine yaklaşıyormuş.
Mostar’da bir gelenek varmış: Gençler evlenince mutlaka köprünün üzerinden geçermiş.
Evliya Çelebi de, üzerinden defalarca geçtiği Mostar köprüsü için “Gökkuşağı” benzetmesini yapmış.
Köprünün her iki tarafında da tellerin dışında birer mayolu suya atlamaya hazır genç duruyordu. Ve şapkasıyla köprünün üzerindeki turistlerden para topluyorlardı. En az 20 euro olunca köprüden aşağı atlıyorlar ve fotoğrafçıların objektiflerine konu oluyorlardı.
Nehrin her iki tarafında da bolca hediyelik eşya satan dükkanlar vardı. Ayrıca dondurmalarından da denemek lazım. Çeşit çeşit dondurmaları var, meyveli, ballı, yoğurtlu falan. Hem de sudan ucuz, 1 euro. Türk kahvesi buralarda bizden daha çok tüketiliyor. Sunumları daha da güzel sanki.  Minik bakır tepsi içinde kahve, su ve lokumla ikram ediliyor. Bazen yanına kıtlama şeker de koyuyorlar. Sunumun kendisi bile kahve içimine davetkardı.
Nehrin kenarından, taş yoldan yürüyerek Tabhane (Tabakhane miydi acaba sormak aklıma gelmedi)’ye doğru gittik. Şimdilerde sanat galerisi olarak kullanılıyordu. Gittiğimiz dönemde Fransız bir hanımın eserleri sergileniyordu. Hatta girişte eserlerini yapmaya devam ediyordu.
Devamında Koski Mehmed Paşa Camisine gittik. 1617 yılında yapılan Koski Mehmet Paşa Camisi şehrin merkezinde, eski köprüden yüz metre uzaklıkta, hemen nehrin yanında. Bu caminin içi de sade süslemelerle renkli ve çok güzeldi. Boyamaların orijinal ve 1992’ye kadar da geldiği yazıyor. Savaşta epey hasar görmüş ancak sonrasında yenilenmiş. Bu caminin benim aklımda kalan kısmı, merdivenle minaresine çıkılıyor olmasıydı. Oradan Mostar Köprüsü, manzara, nehir herşey mükemmel görünüyordu. Emanet makinamla birkaç fotoğraf çekebildim.
Boşnakların mekanına gelip de başka şey yemek olmaz tabii. Yine Boşnak Böreği ve ayranla öğlen karnımızı doyurduk. Sanırım bizim rehberin en sevdiği şey börekti. Bizi habire börekçilere götürdü J. Öğleden sonraki serbest zamanda da yine çarşıyı dolaşıp eskiden mağara şimdilerde kafe olan çok güzel bir mekanda kahvelerimizi içtik.
15:00 gibi Mostar gezisini bitirip, şehrin 12 km dışındaki Tekke’ye doğru hareket ettik. Bosna’nın ilk tekkesi olan Blagay Tekkesi, çay bahçeleri, restaurantlar ve kayanın dibinde iki katlı, ahşap bir binadan oluşuyor.
Issız yerlerde bulunan tekkeler için, Balkan çoğrafyasının karakteristik özelliklerinden olduğu yazılıyordu. Osmanlı bölgeyi fethetmeden evvel buralara gelip yerleşmiş. Yanı başında doğan Buna Nehri ve tekkenin sırtını dayadığı dağ tekkeye ayrı bir mistik hava katmaktadır. Sarı Saltuk Türbesi de deniyormuş.
Neyse, tahta merdivenlerden içeri girdik, tabii ki girişte örtü veriyorlar. Sarındık, sarmalandık. Bir iki dolanıp çıktım dışarı. Aysen Hanımla birlikte, aşağıdaki nehire ayaklarımızı soktuk. Cosss. Kavurucu sıcakta ilaç gibi geldi. Bu arada çaylar çok güzeldi, hatta şimdiye kadar içtiklerimiz içinde en iyisini burada içmiştik diyebilirim. Hem sunumlarını da çok beğendim. Çayları, lokum ve kıtlama şekerlerle birlikte ikram ediyorlardı. Ve tabii kahvelerini de. Hatta onların yanında birer bardak da su geliyordu, bizdeki gibi tekrardan su istemen gerekmiyor. E, herşeyin bir bedeli var tabii, tekkedeki çaylar 1,5 euro. Girişler de 2 euro’ydu. Yaklaşık 1, 1.5 saat kadar tekkede oyalandık.
18:30 Saraybosna’ya 40 km kala, Konjik Şehri’ne geldik. Burası Fatih’in Bosna-Hersek’i Osmanlı topraklarına katmasından sonra, Konya’lıları yerleştirdikleri yermiş. Adı da bunu çağrıştırıyor, Konjik. “Niye Konyalılar buraya yerleştirilmiş?” Biraz araştırdım ancak cevap bulamadım. Bizim geliş sebebimiz Konjic Köprüsü.
Bu köprü de birçoğu gibi Türkler tarafından onarılmış. Osmanlı Padişahı Sultan 4.Mehmed’in fermanıyla 1682’de inşa edilmiş. 2.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında epeyce hasar gören köprü, yakın zamanda yine bizimkiler tarafından onarılmış.
Yeşil sarhoşluğu yaşadık yine. Dağlar, ovalar, nehirler, heryer yemyeşildi. Yol boyunca, hava kararana kadar hatta havadaki bulutlanmalar bile mani olamadı.
Akşam 20:00’de, 420 bin nüfuslu Saraybosna’ya vardık. Güneşli günler bitti mi ne, bulutlu, puslu ve serin bir hava karşıladı bizi. Gerçi hiç şikayetçi değildik bu durumdan. 
Şehrin içinde tramvaylar var. Yüzyıldır kullanılıyormuş. Taaki Avustralya – Macaristan zamanından kalmaymış.
Neyse, otelimiz şehrin 5 km dışında dört yıldızlı Hotel Exclusive oteli. Odamıza yerleştik, yemek için aşağı indik. Tam asansörden çıkmak üzereyken, Sevinç bir tanıdığıyla karşılaştı. İş yerinden bir arkadaşı, onlar da başka bir turla gelmişler, tesadüfe bak ki aynı otelde karşılaştılar. 5-10 dakikalık hoşbeşden sonra yemeğe geçtik. Üsküp’teki hariç tüm otellerimiz gayet güzeldi. Bu otelimiz daha bir güzel geldi bana. Özellikle restaurantları ve sunumları çok hoşuma gitti. www.hotel-exclusive.ba Tel: +387 33 580 000; Fax: +387 33 580 010.
Gelenek olduğu üzere, akşamları şehri dolaşmak istedik. Otelimiz şehrin dışında olduğundan taksiyle gitmek gerekti. Biz dört kişi (Aysen-Gönül Hanımlar, Sevinç ve ben) rehberimizin yardımıyla taksi çağırdık ve Saraybosna’nın gece gündüz tüm canlılığını koruyan ünlü Başçarşı’ya doğru gittik. Taksiye tembihlemişti, “Sebil’in orada inin” diye de bizi bilgilendirmişti. Otelden Başçarşı 40 Marka yani 20 Euro.
Avrupa’nın en özel çarşısının sembolü olan, Sebil (çeşme)nin yakınlarında taksiden indik. Osmanlı döneminden kalma çarşıları, sonradan eklenen kafeleri, camileri, saat kulleleri ve kiliseleriyle her daim Saraybosna’nın gözdesi olan çarşıyı sessiz sakin dolaştık. Birkaç kafe ve lokantanın haricinde çok açık dükkan kalmamıştı. Birkaç sokağa girdik çıktık, Milijacka Nehri’nin etrafından yürüdük başka bir taksiyle otelimize geri döndük.
Bu arada, Bosna Hersek’te Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça resmi dil olarak kullanılıyor. Rehbere sormuştum, “Anlayabiliyor musunuz kim Boşnak, kim, Hırvat, ya da belirgin bir özellikleri var mı ?” diye. “Devamlı yaşayanlar anlıyorlar ama ben her zaman emin olamıyorum” demişti.
Balkanlarla ilgili son bir fıkra daha ekleyelim. İki Sırp, Hırvat ve Boşnaktan oluşan 4 kişilik ekip bir mekik ile uzaya gönderilirler. Mekik ay toprağına iner inmez Hırvat hemen bayrağını dikerek, “Burası Hırvat toprağıdır. Çünkü önce biz geldik” der. Boşnak, Hırvatı sakin olmaya davet ederek “Kavga etmeye gerek yok. Toprak yeterince geniş; hepimize yeter. Federasyon kurar, birlikte yaşarız.” Tam bu esnada bir el silah sesi gelir. Sırplardan biri, başka bir Sırpı alnının ortasından vurmuştur. Diğer Sırp silahının dumanını üfledikten sonra Boşnak ve Hırvatlara dönerek “Burası Sırp toprağıdır. Çünkü Sırp kanı dökülmüştür” der.

26 Temmuz 2009 – Pazar – SARAYBOSNA - SARAJEVO (Bosna Hersek)
Her güzel şeyin bir sonu var. L
Özellikle Bosna-Hersek’te şehirlerin nüfuslarıyla ilgili çok farklı bilgiler karşıma çıkıyor. Saraybosna’dan aldığım kitapların birinde (Turistik Monografi); 2008 yılı verilerine göre Saraybosna’daki nüfus 297.416’ymış. Savaş öncesine göre belirgin bir düşüşün olduğu da yazıyordu.
Saraybosna çok eski bir yerleşim yeri. Yakın çevresinde m.önceki dönemlere ait kalıntılar varmış. Önce Gotlar sonra Slavlar, 7.yydan itibaren bölgeye yerleşmeye başlamışlar. Osmanlı öncesi kayıtlarda adı Vrhbosna olarak geçiyor.
Fatih Sultan Mehmet, bölgeyi Osmanlı topraklarına İstanbul’un fethinden on yıl sonra katmış. Vrhbosna’ya atanan valilerin oturması için çok güzel bir saray yaptırılmış. Kentin adı da bu saraydan esinlenerek Saraybosna olmuş. Valilerin oturduğu o güzel saray 1853’de, yine Osmanlı döneminde yıkılmış.
Saraybosna 1878’de Avusturya İmparatorluğu’nun eline geçmiş. Osmanlı bunu 1908’de resmen kabul etmiş.
Bu sabahki kahvaltımız diğerlerinden daha güzeldi. Binbir çeşit ekmek, peynir, yoğurt, bal, reçeller, kompostolar, meyveler anlatmakla bitiremem. Ne yazsam eksik kalır. Zehir gibi de bir garson vardı ki, elimizi neye atsak “ben yardımcı olayım efendim” şeklinde yaklaşıyordu. Birşey eksik olsa hemen tamamlıyordu, üstelik tüm bunları güler yüzle yapıyordu, maaşallah. Çok memnun kaldık.
Kahvaltıda diğer Türk gruplarla muhabbet ettik, bugün onların da son günüymüş, aynı uçakla dönüyormuşuz.
Sabah 09’da otelden hareket ettik. Bugünkü ilk programımız, son savaşta Boşnak’ların inşa ettikleri tuneli ziyaret etmek. Henüz müze statüsü alamadığı için herhangi bir levha yok. Bizim rehber de hep farklı otellerden gittiği için yolu henüz ezberleyememiş.
Şehrin merkezinden uzak yerlerde yine aynı görüntüler. Binaların çoğu yenilenmiş ama bir kısım binalar unutturmamak için yaralı halleriyle yerlerindelerdi.
Tunelin olduğu bölge Sırpların çoğunlukla yaşadığı mahalleymiş. Kime sorsak yanlış yönlendiriyordu. Sırplar ısrarla yanlış adres veriyorlardı, biri sağa gönderiyor, diğeri sola gönderiyordu. Aynı çemberin etrafında defalarca dönüp durduk. Bazılarıysa hiç yüzümüze bakmadı, “Bilmiyorum” da demiyorlardı.
Birkaç tane de enteresan durum oldu yazmadan geçemeyeceğim. Rehberimiz, adres sormak için ön camdan sarkarak yoldan geçen yaşlı bir hanımla konuştu. Biz anlamıyoruz tabii konuşulanları ama bir ara baktım, minibüs hareket etti, kadın hala konuşuyordu. Başka bir adamın önünde aracı durdurup yine camdan birşeyler soruyordu ama hem yoldaki adam hem rehber aynı anda konuşuyorlardı. Kendi aramızda, yaşanan diyalogları konuşarak sabah gerginliğini epey dağıtmıştık.
Yoldan geçen bir taksi şöförünün yardımıyla tuneli bulabildik. İki katlı, bahçesi olan mütevazi bir ev. İçeri girdik bize kısa bir tanıtım videosu seyrettirdiler. Savaşın tüm rezilliğini, bombalanan evleri, binaları, her tarafından acı akan insanları yüreğimiz sıkışarak seyrettik. Ardından evin bodrum katında bulunan sergi amaçlı toplanan malzemeleri gördük. Tunelin 20 metrelik orijinal bir bölümünü ziyarete açmışlardı.
Oradan aldığım tanıtım kitapçığından özetleyecek olursak; Sırpların etnik temizliğe başladığı ilk bölgeler Bosna ile Sırbistan sınırında yer alan şehirler olmuş. Çok kısa bir sürede Sırplar bu şehirleri ele geçirmişler. Bu şehirlerde yaşayanlar öldürülmüş, göçe zorlanmış ya da toplama kamplarına alınmışlar.
Bir karşı direniş gerekiyordu ancak av tüfekleri ve ilkel silahlar ile donanmış insanların karşısında, Avrupa’da askeri açıdan dördüncü sırada olan bir güç vardı. Saraybosna’da durum artık çok ağırdı. Yugoslavya Ordusu’nun desteğini de alan Sırplar, pek fazla zorlanmadan tüm sınırı, hatta havaalanını da kuşatıp, şehrin özgür bölgeler ile olan tüm irtibatını kesmiş. İnsanların suları, elektrikleri, yiyecekleri tükenmişti. Az sayıdaki silahlı kişiler de merkeze yönelmişlerdi. Bu arada dünya Bosna’ya sırtını çeviriyor, sadece olanları seyrediyordu.
Çareyi kendileri bulmuşlar. Büyük bir gizlilikle tünel yapımına başlamışlar. Mevcut şartlar ve tünelin havaalanı pisti altından geçecek olması nedeniyle, pistin yapısı ve insanların güvenliğinin tehlikeye sokulmaması için proje çalışmalarının büyük bir uzmanlıkla ve hatasız yapılması gerekiyordu.
Tunel başlangıç noktaları Dobrinje ve Butmir’den seçilmiş.Tünel her iki ucundan kazılacağından kazı çalışmaları istikametlerinin çok dikkatli bir şekilde belirlenmesi gerekliydi.
28 Ocak 1993’de başlanan çalışma 30 Temmuz 1993’de tünelin karşılıklı iki tarafında çalışan iki tünel işçisi havaalanının altında bir yerlerde ellerini birleştirmişlerdi.
Tünel 800 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde ve 1,5 metre yükseklikte idi. Ve bu tüneli kullanarak, silah, asker yiyecek vs. her türlü yardımı alabilmişlerdi. Tünelden günde ortalama dört bin insan geçiş yapıyormuş. Sırplar’ın sürekli bombardıman ve keskin nişancı atışı nedeniyle malzeme geçişi geceleri yapılıyormuş.
Daha çok detay (döküman) var elimde ancak gezi anı yazısı için yeterli olduğunu düşünüyorum.
Ardından savaş sırasında kullanılan ekipmanların, malzemelerin bulunduğu iki minik odayı gezdik. Savaş sırasında ve sonrasında çekilen fotoğrafları ve haritaları gözlemledik. Gelen ziyaretçilerin fotoğrafları da vardı. Bir de defter koymuşlardı. “Bir daha böyle acıları yaşamamanız dileğiyle” yazmak geldi içimden ve yazdım.
Çıkışta, yaşlıca bir teyzeye rastladık. Seyrettiğimiz videodaki askerlere su ve ayran veren teyzenin ta kendisiydi. Çünkü ev de onun eviydi. Boşnak teyzem ayakta güç bela duruyordu,  Türkçe bilmiyordu. “Selamünaleyküm” deyince selamımızı aldı. Hepimiz elini öptük. Bizi evine davet etti, ama vakit azdı. 11:30’da vedalaşıp yolumuza devam ettik.
İkinci ziyaret yerimiz Vrelo Bosna (Bosna Pınarı) yani kaynaklar . Bol ağaçlı, yeşil mekanı dolaşıp, bol bol fotoğraf çektik. Adet olduğu üzere, burada da kahvelerimizi içip son durağımız olan Başçarşı’ya gittik .
Ama ondan evvel, adını tam hatırlayamıyorum ama minibüsle bir tepeye doğru çıktık. Tepeden Saraybosna şehri muhteşem görünüyordu. Biraz yürüdükten sonra aşağı yamaçta yeşilin orta yerindeki, beyaz mezar taşlarının olduğu mezarlığa (şehitlik) doğru yürüdük. Tıpkı Mostar’daki gibi, burası da sözün bittiği yerdi.
Gökyüzüne doğru yükselen uzun beyaz taşlar, kimi fotoğraflı, kimi fotoğrafsız, nizami dizilmiş, pembe, kırmızı, mor güllerle etrafları bezenmiş. Aralara patikamsı yürüme yolları bile yapmışlardı. Epey de ziyaretçisi vardı.
Mezarlığın orta yerinde özel birinin kabri (türbe) vardı. 6-7 tane sütunun üzeri kubbe şeklinde örülmüş, önünde de sağ eli sol göysünün üzerinde kıpırdamadan duran nöbetçi bir asker. Bu özel insan “Bilge Kral” lakabıyla da tanınan, Eski Bosna – Hersek Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç’ti (1925 – 2003).
Mezarlık ziyaretimizin ardından aşağı yoldan yürüyerek devam ettik. Beş on dakikalık bir yürüyüşün ardından Başçarşı’nın girişine, sebilin önüne varmıştık.
Dün gece şöyle bir dolaştığımız Başçarşı’yı bu gün biraz daha fazla tanıdık. Başlangıç sebil ve güvercinler. Yem alıp kuşlara attık onlar da başımıza...
Saraybosna’da bir söz varmış; “Başçarşı’dan su içen bu kentten ayrılmaz” derlermiş. Fiziki bir ayrılık yaşasam da aklım oralarda. İnşallah tekrar giderim, çünkü çok az kalabilmiştim.
Neyse, Başçarşı hakkında biraz kitabi bilgi ekleyeyim. Orta Çağdan beri var olan Başçarşı meydanı, civar köylerin ticaret merkezi ve aynı zamanda uzak yolların kesiştiği yermiş. Doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm insanların ve malların karşılaşma noktası olan yer Osmanlının buraya gelmesiyle Balkanlar’ın en güçlü ticaret ve zanaat merkezlerinden biri olmuş. O zamanlar çarşıda 80 çeşit zanaat yapılıyormuş.
Zanaat yerleri, yapılan işlere göre ayarlanmış. Sokaklara ve özel küçük çarşılara da hangi zanaat yapılıyorsa ya onun adını ya da yapılan işin adını veriyorlarmış.
İlk ziyaret yerimiz Ali Paşa Camii. Bosnalı Sancak Beyi Hadim Ali Paşa’nın  bağışlarıyla 1560 yılında inşa edilmiş. Devamında, 1537 yılında kurulan Kurşunlu Medrese’sini ziyaret ettik. İlk eğitim kurumlarından birisiymiş.
1531 yılında inşa edilen heybetli Gazi Hüsrev Bey Camisi de ziyaret ettiklerimiz camilerdendi.
Gezinin sonlarına doğru sadece uzaktan bakabildik. Çünkü birkaç saatimiz kalmıştı. Kiliselere ve katedrallere zaman kalmamıştı. Ayrıca sokaklarda bir sürü anıt, ya da sokakların hikayeleri vardı.
Bunlar içinde en önemlileri tarihe “Saraybosna Süikasti” diye de geçen, I.Dünya Savaşını ateşleyen cinayettir. 28 Haziran 1914’te Saraybosna’ya gelen Avusturya-Macaristan veliahtı Arşidük Franz Ferdinand, Saraybosna Gabriel Prencip adlı bir Sırp öğrenci tarafından öldürülünce savaş patlamıştı.
Milli Müzeden hemen sonra, Saraybosna’nın tarihi köprülerinden olan “Taş Köprü”den geçince, turistlerin en çok tercih ettikleri kafelerden, İnat Kuca’yı gördük. Buranın hikayesini gitmeden evvel okuuştum, çok hoşuma gitmişti.
İnat Kuca; Nehrin kıyısındaki iki katlı, şirin bina. İnatçı sahip, eski evinin yerine Milli Kütüphane yapımı tasarlanırken bulunduğu yerdeki ev sahipleri ikna edilmiş. Biri hariç. Nehrin kıyısında küçük iki katlı evin sahibi, “olmaz” demiş. Bir türlü kabul ettirememişler. İnatçı sahip sonunda bir şartla razı olmuş. “Evin bütün tuğlalarını tek tek sökeceksiniz. Aynısını nehrin tam karşı yakasına inşa edeceksiniz” demiş ve kabul etmişler. Ev aynen inşa edilmiş, duvarına da küçük bir yazıt konmuş “İnat Kuca”. İlk sahibi ölmüş ama ev hala yaşıyor. Savaşta da hiç yara almamış. Şimdilerde kafe olarak hizmet veriyor. Bizim rehbere kısaca öğrendiğim hikayeyi anlattım “Duydum ama ben inanmıyorum” demişti.
Sokakları arşınlarken yine bir anıt karşımıza çıktı. 6 Nisan 1945 tarihinde Saraybosna’ya ilk saldırının yapıldığı yerde sürekli yanan bir ateş, duvarında da o güne dair 3 dilde yazılmış metin bulunuyordu. Dua okuyanlar ve fotoğraf çektirenler oldukça fazlaydı.
Yolumuzun üzerindeki pazarı da ziyaret ettik. Sırpların, pazar yerine attıkları bomba sonucu 60 küsür insan ölmüş. Pazarın içindeki duvarlarda, o gün ölenlerin isimleri yazıyordu.
Bu gün de börek yedik. Kusur kalmayalım ne de olsa son günümüz. Hatta peynirli, patatesli karışık istedik. Ama gerçekten de çok güzeldi, ve hafifti.
Yemek sonrası saatlerimizi kontrol ederek sokakları tekrar tekrar arşınladık. Birkaç birşeyler aldık. Alışveriş demişken yazmadan geçemeyeceğim. Saraybosna’da kendi paraları marka’nın haricinde euro da geçiyor ancak demir para almıyorlardı. Para üstü verirken de özellikle euro vermeyip, marka veriyorlardı. Bu durumdan dolayı epeyce sıkıntı yaşadık. Sırf bu sebeple, börekçideki para muhebbetinde ortam biraz gerildi. Bizim Rehber bize yardımcı olmak için izah ediyor, çünkü artık son günümüz ve marka’larla harcama yapacak zamanımız yoktu. Onlar da ısrarla euro vermiyorlardı. Sağolsun, çok yardımcı oldu, onlar vermeyince, Markaları kendi alıp, bize euroları vermişti. 
Başçarşı’da dolaşırken, bir ara çok güzel bir binaya girdik. İtiraf edeyim, müzeye falan gireceğimi zannediyordum. Çünkü binaların hepsi çok güzeldi, hatta birer şaheserlerdi. Aaa, meğer et, peynir gibi ürünlerin satıldığı şarküteri tarzı bir yermiş. Girer girmez is kokusu karşıladı. Kurutulmuş islenmiş etler buralarda çok tüketiliyor. Sucuk, et ve biraz da peynir alıp paket yaptırdık.
Son yarım saatimiz vardı, daracık sokaklardan birinde güzel bir kahveye girdik. Kahve kültürü yani kahvehane kültürü bizimle yarışır durumda. Kahveler, çaylar geldi, yanına nargile de istedim, sefam olsun...
Akşam 16:30’da Saraybosna Havalimanına geldik. Bir haftadır bizimle olan Kaptanımızla ve Rehberimizle (Naser İdris) vedalaştık. Onlar, bizi bıraktıktan sonra Üsküp’e doğru yola çıkacaklardı.
18:30 kalkan THY uçağımıza yerleştik. Havadan epeyce fotoğraf çektik, muhabbet ettik. Aynı gün, 20:30’da güzel memleketimize geri dönmüştük.
Birçok defa birlikte seyehat etme şansını bana verdiği için sevgili dostum Sevinç’e (Sevinçoviç) yürekten teşekkür ederim.
Sabredip sonuna kadar okuduğunuz için, sağolun, varolun...
Yeni Güzergahlarda Buluşmak Üzere...
Benden bu kaa...

Sevgi ve Saygılarımla,
Tezcan - Daimi Gezgin
J

Kısa... Kısa...
  • 215 Osmanlı sadrazamından 62’si Balkan kökenliydi. (33 Arnavut, 12 Boşnak, 7 Rum, 5 Hırvat, vs.)
  • Savaş sonrası çocuklarda psikolojik sorunların başında içe kapanıklık geliyor. Savaş sırasında orta derecede okuyan çocuklarda ise; karamsarlık ve güvensizlik gözlemleniyor. Büyüklerde ise ani tavır değişikliği, birden ağlama, durup dururken bağırma.
  • Saraybosna’da kayıpların sayısı 15 bin
  • Öneri (henüz okumamış olanlar için). Ayşe Kulin – SEVDALINKA. (Boşnakça “sevda şarkıları” demekmiş)