19 Ocak 2011 Çarşamba

LÜBNAN

Akdeniz’in incisi – Sedir Ağacı ülkesi: Lübnan
Gönül zenginliği, Gözün gördüğü zenginlik ve üzerinden nazarın eksilmediği bereketli topraklar...
Uzun zamandır hep aklımdaydı, “Şu Beyrut’u aradan çıkarsak, kısa tatillerden birini değerlendirsek” diye. Geçen yaz, bunu sesli düşündüğümde birkaç arkadaş “gidelim”li olunca daha bir heveslendim.
Bir yandan Lübnan’la ilgili araştırmalara başladım, bir yandan da uçak saatlerini ve fiyatlarını kurcalıyordum. Bir ara Pegasus’un ekim ayı süresince Beyrut’a uçuşlara başladığını öğrendim. Fiyatlar da fena değildi. “Geliriz” diyen arkadaşlarımla paylaştım ve herkes onayladı.
Aradan bir ay geçmişti ki bir telefon “Yaaa, şu biletleri alalım artık, ben bugün iznimi onaylattım !”. Derhal... Diğer katılımcılarla yazıştık ve aynı gün akşam olmadan hepimiz, Ekim sonu olan uçak biletlerimizi Temmuz ayında almış olduk. 6 kişiydik. Kimimiz gezi programından, kimimiz otel rezervasyonundan sorumluyduk. Yani hepimiz değişik kollardan araştırmalara, çalışmalara başlamıştık.
Geziye bir ay kala, 6 kişilik ekibimizin en heyecanlısı, bize erkenden biletleri aldıran can insan Nazan’ın sağlık problemleri çıktı. ”Belki gelir” olan ümitlerimiz tarih yaklaşınca doktorun onay vermemesi üzerine son buldu. Neyse ki Nazo’nun durumu iyiydi ve onun sağlıklı olması bize yeterdi.
Uçağımız Sabiha Gökçen’den olduğu için ayrıca çok sevinmiştik çünkü hepimiz Anadolu Yakasında oturuyorduk.
25 Ekim 2010 – İSTANBUL - BEYRUT
Evin önünden Hüsniye aldı, hep birlikte Sevcan’ın ofisine gittik. Yasin’le de buluşup tüm ekip Sevcan’ın aracıyla Sabiha Gökçen Havalimanına vardık. Uçuş kartlarımızı alıp akşam yemeği için kafelerden birisine oturduk. Nevalemiz boldu, Hüsniye çaylarımızı tamamladı ve akşam yemeğimizi afiyetle yedik.
Bir saatlik bir gecikme ile  Pegasus uçağındaki yerlerimizdeydik. Rotamız; Akdeniz’in doğusundaki, Arap ve Ortadoğu ülkesi olan  aynı zamanda Fenike uygarlığının vatanı olarak da bilinen Lübnan’dı. Lübnan’ın Akdeniz haricinde iki ülkeye sınırı bulunuyor. Kuzeyinde ve doğusunda Suriye, güneyinde ise İsrail var. Ancak Lübnan’daki haritaların çoğunda (bizim gördüklerimizin) güney komşusu olarak İsrail yerine Filistin yazıyordu.
20:30’da hareket eden uçağımız 1.5 saat sonra Beyrut Rafik Hariri Havalimanı’na indi. Aramızda saat farkı yok. Ortadoğu’nun en modern, en demokratik, şehir mimarisi en güzel olan bölgesindeydik artık.
Alçaldığımız sırada yukarıdan izlediğimiz manzara inanılmazdı. Deniz kıyısındaki ışıklarla bezeli Lübnan görüntüsü,  Akdeniz’in incisi gibiydi. Yüzölçümü 10.452 km².
Bizlere (T.C vatandaşlarına) vize yok. Pasaportlarımızın sayfaları tek tek incelendi. İsrail’e giriş-çıkış yapanları ülkeye almıyorlar bu yüzden çok sıkı kontrol ediyorlardı. Polis, benim pasaportumda silik olan bir damgayı epey inceledi. İkna olmadı iki polise pasaportun sayfasını gösterip birşeyler söyledi. Sonra da bana “Suriye’ye gittin mi ?” diye sordu. Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan vurulan damgayı tam anlayamamış meğer onun onayını aldıktan sonra pasaportumu verdi de geçebildim.
Havaalanından çıkmadan 50’şer usd para bozdurduk. 1 usd = 1.5 Lübnan Lirası.
Daha kapıya yaklaşır yaklaşmaz taksiciler hücum ettiler. Biz daha evvel gidenlerin notlarından okumuştuk. Şehir merkezine kadar 20 LL tutuyormuş. Taksiciler bizimle 60 usd, 50 usd gibi pazarlıklara başladılar. Kararlıyız, fazla para vermeyeceğiz. Bu arada pazarlıkları Sevcan yapıyor. Sonunda büyükçe Mercedes aracı olan birisiyle 30 LL’na anlaşıyoruz.
Ülkenin toplam nüfusu 4 milyon. Halkın yarısı Beyrut’ta yaşıyormuş. Tahminlere göre geçen savaşlarda ölenlerin sayısı ise 100 bin. 100 bin kişi de sakat kalmış. Beyrut, bugün iki milyona yaklaşan nüfusuyla Lübnan'daki tüm mezheplerin ve yabancıların yoğun olarak yaşadığı kozmopolit bir şehir haline dönüşmüş.
20 dakikalık bir süre sonunda Beyrut’un Hamra bölgesindeki Embassy Otelimize varıyoruz. Otelimizi de gelmeden evvel internetten Sevcan ayarlamıştı. Sağolsun, gezimizin başından sonuna kadar epeyce emeği geçti.
Ekrandan görülenle gerçeği bir olmuyor tabii. Otel görünenden daha vasattı ama bunu tahmin ediyorduk. Genellikle böyle oluyordu. Resepsiyondaki hanımla rezervasyonlarımız kontrol edildi ve kalacağımız tüm günlerin ödemeleri peşinen yapıldı.
Ertesi günkü program için otelden taksi istedik. Hüseyin adında kibar birisi geldi. Bizim programlarımız hazırdı. Kağıttan okuyarak, nerelere gitmek istediğimizi ve 5 kişi olduğumuzu söyledik. Tüm gün için bizden 120 usd istedi. Çok fazla itiraz da edemiyorduk. Çünkü çok yorgunduk. “Bu günlük böyle olsun” deyip odalarımıza çekildik.
26 Ekim 2010 – TRİPOLİ  – BYBLOS - JUNIE – El Harisa
08:30’da otelden hareket ettik.Tripoli’ye doğru gideceğiz. Jeepimiz çok güzel, 5 kişi rahat rahat yerleşiyoruz. Önceki akşam konuşup anlaştığımız Hüseyin, başka birini görevlendirmişti. Meğer, Hüseyin sadece anlaşmaları yapıyormuş. 60 yaşlarındaki amcamız iyi İngilizce konuşuyordu. Söylediğine göre Fransızcayı daha iyi konuşuyormuş fakat bizde bilen yoktu. Sevcan biraz bilse de amcayla anlaşamadılar, tekrar İngilizceye döndüler.
Lübnan, Fransızca konuşan ülkeler topluluğu (Frankofon) içerisinde yer alıyormuş. Dolayısıyla nüfusun %20’si Fransızca biliyormuş. Lübnan’ın resmi dili Arapça. Ülkede anaokulundan itibaren yabancı dil öğretildiğinden Fransızca ve İngilizce de epeyce konuşuluyormuş. Arapça, tüm etnik ve dini gruplar arasında kullanılan ortak bir dil.
Yazılanlara göre; 1866'da Beyrut Amerikan Üniversitesi'nin kuruluşuyla ilk defa konuşulmaya başlanan ve özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaygınlık kazanan İngilizce ise günlük hayatta iletişim dili olarak kullanılmasa da, uzun seneler ülkedeki Fransız etkisinden rahatsızlık duyan Müslümanlar tarafından tercih edilen bir yabancı dil olmuş...
Beyrut’tan denize paralel ana yoldan kuzeye (şimal) doğru yolculuğumuz başladı. Beyrut, Tripoli arası 85 km. Yolculuğumuz yaklaşık 1 saat.
Antik Çağda önemli bir Fenike şehri olan Trablusşam daha sonraki tarihlerde Perslerin, Romalıların, Arapların, Haçlıların ve Memlukların idaresinde kaldıktan sonra 1516'da Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferi sırasında Osmanlı topraklarına katıldı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra Fransızların idaresine giren Trablusşam 1946’da Lübnan’ın bir şehri haline geldi.
Osmanlı döneminde; Osmanlı devleti sınırları içerisinde aynı ismi taşıyan iki şehir vardı. Birisi Kuzey Afrika’daki diğeri de Lübnan’daki Tripoli şehirleri. Osmanlılar Lübnan’dakine Şam’a yakın olduğundan Trablusşam, Libya’daki şehre ise batıda olduğu için Trablusgarb ismini vermiştir.

Tripoli (Trablus) 500 bin nüfusuyla Lübnan’ın ikinci büyük şehri. Tripoli’de yaşayan halkın çoğu Sünni Müslüman. Hıristiyan ve Nusayriler de Tripoli’de varmış. Şehir aynı zamanda sünni – şii çatışmasının en yoğun yaşandığı yer olarak geçiyor.
Internetten edindiğim bilgilere göre; 1932 yılından beri nüfus sayımı yapılmadığından ve halkın dini kimliği sorulmadığından dolayı çok net rakamlar yokmuş. Tahmini olarak; halkın  % 64.7’si Müslüman, %35’i Hıristiyan, %1.3’ü ise Dürzi’ymiş. Lübnan İç Savaşı ve sonrasında yapılan göç ve başka sebeplerden dolayı da Hıristiyanların sayısı azalmış, özellikle Şii Müslümanların sayısında artış olmuş.
Yolculuğumuz sırasında araçta müzik dinlemek istedik, ancak radyo kanallarının hemen hepsinde  konuşmalar vardı. Bizim kaptan da sürekli arama halindeydi. Tam Tripoli’ye yaklaşırken bir müzik duyduk. “Aaaa, batsın bu dünya çalıyor”. Ne çıksa yurdumun topraklarından çıkıyor valla. Hatay’a yaklaştığımız için oradaki radyo istasyonlarından birine bağlanabilmiş meğer. Şarkı biter bitmez Trablusşam şehrine varmıştık.
Osmanlı döneminden kalma yapılarıyla bizden bir şehir. En önemli Osmanlı eseri; şehrin tam ortasındaki saat kulesi. Yazılanlara göre; II.Abdulhamit’in tahta çıkışının 25.yılı sebebiyle dikilmiş. Yüksekliği 30 metre. Çok güzel, albenisi yüksek, 4 katlı gösterişli bir kule. Bayağı da sağlam görünüyordu.
Şöförümüz, aracı şehrin merkezindeki, saat kulesinin tam karşısına park etti. “Siz gelene kadar burada bekleyeceğim” dedi.
Şehir deniz kenarında kurulu ve her yer yürüyüş mesafesinde. Saat kulesinden kaleye doğru yürüyüşe geçtik. Eski çarşılarını dolaştık. Pazar yerlerine dalıp, meyveler aldık. Tatlıcının önünden geçerken kendimizi tutamayıp içeri daldık.  Hemen oracıkta yedik.
Yukarı kaleye kadar çıkıp içerisine girmedik. Haçlılar tarafından 1104 yılında yapılmış olan kalede tadilat vardı. Toz toprak içinde malzeme taşınıyordu içeriye. Devamında aşağıya doğru inişe geçtik ve bir anda kendimizi kapalı çarşıda bulduk. Abbaralı evlerin bulunduğu dar sokaklarında dolaştık. Kuyumcular Çarşısı görülmeye değerdi.
Şehir keşmekeş görünmekle birlikte aslında düzenli de sayılır. Planlama çok güzel biraz da yenilenme ve bakım olsaymış çok daha güzel olabilirmiş. En başta kablolar yer altına inse görünmese büyük oranda ferahlayacaklar. Kafanızı yukarı kaldırdığınızda sanki üstünüzde kablolardan bir ağ örülmüş gibi.
Yazılanlara göre 3500 yıllık tarihi geçmişi olan bu şehirde 160’a yakın medrese, cami, kervansaray, çarşı, anıt vs. gibi tarihi eserler bulunuyormuş.
Mansuri Büyük Camiiyi ziyaret ettik. 1294 yılında St.Mary Kilisesinden camiye çevrilmiş. Camiye girişte bayanların örtünmeleri gerekiyor. Bu işi görev edinmiş Fransız bir adam vardı kapıda. Ne iş anlayamadık ama kapıda bulundurduğu valizden bize renkli örtüler çıkarıp verdi. Çıkışta da bahşişini istemeyi ihmal etmedi.
1315 yılında yapılmış olan Ömer El Murtasi Camiisini de gördük. Hemen yanında da medresesi bulunuyordu.
Kaleyi, çarşılarını ve meşhur camilerini ziyaret ettikten sonra merkezdeki saat kulesine vardık. Aracımız hala yerinde duruyordu. Meydandaki sevimli polisten ünlü tatlıcının tarifini de alıp sahile doğru dümdüz yürüdük.
Sahil demişken eklemek isterim. Lübnan’ın sahip olduğu tek adalar Tripoli şehrinin hemen açıklarında yer alan dört tane adacıklarmış. Unesco tarafından dünya mirası ilan edilmiş. Kamp kurmak, ateş yakmak yasak çünkü yeşil kaplumbağalar ve çok ender görülen bir takım kuşlar yaşamaktaymış. Adada ayrıca Roma ve Haçlı devletlerinden kalma kalıntılar da bulunuyormuş.
Neyse, gezi yazılarında adını çokça duyduğumuz, şehrin meşhur tatlıcısı Abdurrahman Al Halabi tatlıcısına vardık. İçerisi son derece ferah temiz ve modern. Tüm tatlılar, tuzlular ortada, laboratuvar titizliğinde yapılıyor. İçerisi mis gibi kokuyordu. İnsanın yemeyeceği varsa da yiyebilir. Bu yüzden çok tehlikeli ve her gün uğranılmaması gereken bir yer. Zar zor boş bir masa bulabildik, epey kalabalıktı. Bildiğimiz, fotoğraflarından beğendiğimiz tatlılardan sipariş ettik. Sevcan, “sizin buraya özgü olan tatlınız hangisi?” diye sorup garsonun önerdiği tatlıyı istedi. Çaylar kahveler eşliğinde nefis tatlılarımızı afiyetle yedik. Sevcan biraz yavaş gidiyordu. Bize “çok hafif lütfen bir tadına bakın” diye yedirmeye çalıştı ama kimse yemedi. Yiyebilmek için tatlısının üzerine sürekli şerbet döküyordu. Şerbet de bitti tatlı da. Tüm bu güzellikler için;  35 000 LL ödedik.
Tatlıcıdan ayrılıp, merkezde bizi bekleyen aracımıza binip programımıza devam ettik. Bir ara bizim taksici rehberlik etmeye, bizim gezdiğimiz yerleri arabayla gezdirmeye çalıştı ama vaktimizin olmadığını, gezdiğimizi söyleyip teşekkür ettik. Sonra da kendi özel siparişlerini almak için bizi araçta bekletti. Çok garip bir insandı, onca saat boşu boşuna bekleyeceğine, kendi işini halletsene be adam !. Neyse, ilk gün herşeyini normal karşılamıştık.
Tripoli - Trablus ziyaretimizi tamamlayıp aracımıza bindik. Daha çok yere gideceğimiz için seri hareket ediyorduk. Saat 13:00 civarı Trablus’tan ayrıldık. Tripoli – Byblos arası 40 km.
Yaklaşık yarım saat sonra 11 bin nüfuslu (2005 sayımlarına göre) Byblos şehrine varmıştık.  
Biblos’la ilgili o kadar çok ilk’ler var ki öğrendiklerimi yazmak istiyorum:
- Dünyadaki insanların yaşamaya ilk başladıkları yer olarak bilinen şehir.
- Efsaneye göre Eski Mısır’ın yeraltı tanrısı Osiris’in kapatıldığı ve denize bırakıldığı sandık Byblos kentine kadar sürüklenmiş ve burada karaya vurmuş.
- Bugünkü modern latin alfabesinin temeli olan ilk lineer alfabeyi bulanlar Byblos’lularmış
- Mısır Piramitleri’nin yapımında kullanılan sedir ağaçlarını Mısır’a satan da Byblos’lularmış.

Byblos’da bulunan harebeler de onların kalıntılarıymış. Harabelerin altını üstüne getirdik. İçindeki müze görülmeye değerdi. Devamında hem modern hem geleneksel hediyelik ürünlerin satıldığı güzel çarşısını dolaştık. Biblo güzelliğindeki taş evlerin sıralandığı sokaklarından yürüyerek sahile vardık. Byblos limanı Roma-ortaçağ döneminden kalmaymış ve restore edilmiş.
Keşke Trablus’da fazla yemeseymişiz. Deniz kenarında deniz ürünlerinin bol olduğu bir sürü lokanta vardı. Güzel limanına nazır, ünlü “Pepe’nin Yeri”nde balık yemek farzdı ama çok toktuk yiyemedik.
Byblos’u 2 saatlik bir sürede dolaştık ve istemeyerek de olsa 15:30 Byblos’dan ayrıldık. En az yarım gün gezilebilinir burada. Çok küçük bir yer belki ama her köşesi bir diğerinden güzel yerlerden birinde bile saatlerde oturup kalabilir insan. Bizim olduğumuz zaman da, son baharın son sıcaklarına denk geldiği için ayrı bir güzeldi.
 “Görmeniz Gereken 501 Şehir” kitabından Byblos’la ilgili yazıyı aynen aşağıya ekliyorum.
Biblos dünyadaki en eski şehirlerden biri olduğunu iddia eden Ortadoğu’daki birkaç şehirden biridir. Tarihi M.Ö. 7000 yılına kadar uzanmaktadır. M.Ö. 3000’den kalma kalıntılarda şehir planlaması belirtilerine rastlanmıştır. Lübnan’daki en zengin arkeolojik bölgelerden biri olarak UNESCO Dünya Mirası alanı ilan edilmiştir.
Bin yıl boyunca Biblos, Kenan ülkesinde bir şehir devleti olarak gelişmiş, daha sonra Mısır’ın ve Fenikelilerin ticaret sömürgesi haline gelmiştir. Kağıt ticaretinde önemli bir rol oynamış, papirüs ve fildişi karşılığında sedir kerestesi vermiştir. Batıda kullanılan harfe dayalıalfabe buradan çıkmış ve insanların iletişimi tamamen değişmiştir. Şehir Büyük İskender’in eline geçmiş ve M.Ö. 800’e gelindiğinde Yunanlılar bu yazı formunu, fikirlerini insanlara yayabilmek için kullanmıştır.
Günümüzde Biblos her yeri tarih kokan modern ve hareketli bir sahil şehridir. Restore edilmiş Roma-ortaçağ limanında farklı antik yerleşimlerin kalıntılarının ortaya çıkarıldığı kazılar yapılmaktadır. Şehrin tarihi bölgesinde taşlı sokakları olan bir çarşı bölgesi vardır. Haçlılar tarafından Selahaddin’in ordularına saldırmak için yapılan askeri bir üs olarak kurulmuş. 12.yy’dan kalma kalenin eteğinde bulunmaktadır. Burada da Roma amfitiyatrosunun ve alfabe yazısının keşfedildiği Fenike Kraliyet Mezarlığı’nın kalıntıları vardır. M.Ö. 2700’e tarihlenen üç Mısır tapınağı, Büyük Tapınak, Balat Gebal (Biblos’un Hanımı – gemi kaptanlarının azizesi) ve Obelisklerin Tapınağı görülebilir.
Deniz kenarında çok güzel sahiller vardır ve kışın bile, Akdeniz’e bakan güzel restoranlardan birinde Lübnan mutfağının zevkine varabilirsiniz.
“Bible” (İncil) kelimesi şehrin isminden gelmektedir. Antik Yunanca: byblos: kağıt demekmiş).
Aracımızla pardon jeepimizle 15-20 dakika sonra Beyrut’un 20 km kuzeyinde yer alan Junie kasabasına vardık. Daha çok Hıristiyanların yaşadığı bölgelerden birisi Junie. Aslında burası çoğunlukla yazlıkçıların yaşadığı bölgeymiş.
Buraya geliş sebebimiz, tepede görülen Meryem Ana (El Harisa) heykeli. Meryem Ana heykelinin bulunduğu dağ, 650 mt. yükseklikte. Buraya çıkış için karayolu ya da teleferik gibi seçenekler var. Bizim tercihimiz de çoğunun yaptığı gibi teleferik oldu. Teleferikler sabah 10:00’da çalışmaya başlıyorlarmış. 2 km’lik bir mesafe.
Teleferik biletlerimizi aldık (7500 LL) ve 2 kabine bölünüp yukarıya doğru çıkmaya başladık. Yükseldikçe Lübnan’ın manzarasını daha iyi seyrediyorduk. Evlerin yani apartmanların arasından geçerek yükseliyorduk.

Teleferikle seyehat bitiyor ama henüz yükselmiş olmuyorsunuz. Son 50 metreyi de asansör gibi birşeyle çıkıyorsunuz. 15-20 kişinin sığabildiği büyükçe bir kabinle yukarı El Harissa’nın kapısının önünde çıktık. Akşamın serinliği mi yoksa yüksekte olmanın serinliği mi bilemedik. Hemen montlar giyildi,  şallar ortaya çıktı. Sağ tarafdaki heykelin bulunduğu parkın kapısında bulduk kendimizi.
Heykel 19.yy sonlarında inşa edilmiş. Heykele çıkmak için etrafındaki merdivenler kullanılıyor. Tavaf edercesine yükseliyorsunuz. Çok kalabalık olmasına rağmen biz de merdiven kuyruğuna girdik. Aynı hattan hem çıkış hem iniş yapılıyor. Biz de yukarıya kadar çıktık birkaç fotoğraf çektirip tekrar aşağıya indik. Yukarıdan tüm Lübnan görünüyor. Şansımıza hava da çok güzeldi gökyüzü açık olduğu için Beyrut bile görünüyordu.
Heykelin bulunduğu parkda biraz oyalandık, etrafı seyrettik ve uzaktan gördüğümüz başka bir mekana doğru yürüyüşe geçtik. Katedral olduğunu düşündüğümüz mekan tadilatta olduğu için maalesef giremedik. Mekan sayesinde etrafı iyice bi kolaçan etmiş olduk.

Harisa’da 2,5 saat süre geçirdik, fazlasına da gerek yok zaten. 17:20’de Harisa’nın tepesinden aşağıya inişe geçtik. 10-15 dakikalık bir teleferik inişiyle aşağı Jünie kasabasına indik. Bu günkü son yerimiz Jeitta Mağarasıydı ama şoförümüzün söylediğine göre, önceden söylemediğimiz ve zaten orası erken kapandığı için gidemezmişiz.
Bu günlük yedik ya neyse. Aslında bizim Jeitta’lı programımız çok uygunmuş bugüne. Sabah ilk önce Jeitta yapılıp, ardından Junie, Byblos ve en son da Tripoli çok daha güzel olabilirdi. En azından bizden sonra gidecek olanlara önerebiliriz. Eğer günleri sayılıysa tabii.
Akşam yemeği için otelden referans istedik. “Lübnan’a özgü yemek yapan güzel bir yer önerir misiniz?” demiştik. Bize tarif ettiği yer bir kebapçıydı. Adı da;  İstanbul Rest. Neyse, saat 22:00 olmuştu, hem de çok acıkmıştık. Güzel kebaplarından ve mezelerinden yedik tüm bunlar için; 95000 LL ödedik. (bahşiş dahil) Bu arada çayları tuzlu musluk sularından yaptıkları için içemedik, geri çevirdik. Hadi banyolarına alıştık ama çayı içmeyelim müsadenizle. Burada herşey tuzlu, çeşmeden tuzsuz birşey akmıyor valla.
Bu günlük programımızın biri hariç hepsini yapmıştık. Jeitta Mağarası da bugünkü programımızdaydı aslında ama acemiliğimize denk gelmişti.

27 Ekim 2010 BEKAA VADİSİ - (BAALBEK – KSARA – ZAHLE - ANJAR)
08:00’de otelden Baalbek’e doğru hareket ettik. Yine aynı araç gelmiş. Dün fiyatla ilgili bize çok caz yapmıştı. (bugünkü taksi fiyatı için Hüseyin ile telefonda anlaşmıştık) Telefon sonrası “bu fiyata olmaz, ben gelmem” demişti ama sabah yine kapımızdaydı.
Bugünkü güzergahımız ülkenin en doğusu. Bizim de en tedirgin olduğumuz, adından dahi bir dönem ürktüğümüz yer olan Bekaa Vadisi. Lübnan Dağları ve Anti Lübnan Dağları arasındaki bölgenin genişliği 20 km, uzunluğu ise 200 km. Suriye sınırında yer alıyor. Beyrut – Baalbek arası 90 km.
Beyrut şehrinde yenilenme çok hızlı yapılmış, savaşın izleri neredeyse yok gibi. Şehrin hemen dışı ise çok farklı. Beyrut’tan çıkar çıkmaz çehre değişiyor. Bir anda başka bir ülkeye başka bir çağa geçmiş gibi oluyorsunuz. Çok sık aralıklarla kontroller yapılıyor. Araç içlerine bakılıyor, bazen evrak isteniyor. Daha evvel gidenlerin yazdıklarından ve anlattıklarından öğrenmiştik. Sık kontrol yapıldığı için pasaportlarımız hep yanımızdaydı. Bizim daha çok Güney Doğu’da kullanılan puşiler burada bazı grupları simgelediği için yanımıza almamıştık. Özellikle İsrail bayrağının rengi olan mavi renkte hiçbir t-shirt, örtü falan yoktu yanımızda.
Bulunduğumuz mevki Hizbullah’ın kontrolünde olan bir bölgeydi. Yol kenarlarında Hizbullah liderlerinin fotoğrafları asılıydı. Ayrıca Lübnan’a bizden bir hafta evvel ziyarete gelen Iran Başbakanı’nın fotoğraflarıysa ülkenin heryerindeydi.
Baalbek’e yaklaşırken Hizbullah’ın kontrolünde bulunan ve başka birçok örgütlerin kamplarının bulunduğu alanları gösterdi şöförümüz. Bölgenin insanı ürküten bir havası vardı gerçekten de ama hiç bir sorun yaşamadık.
Yazılanlara göre; Hizbullah, bu  bölgede yaptığı okul ve hastanelerle ve fakirlere sağladığı bedava hizmetlerle biliniyor, halk tarafından seviliyormuş.
Şöförümüz bizi ilk önce Ksara Şatosunun önüne getirdiyse de itiraz ettik ve doğruca Baalbek Antik Şehri’ne gittik.  Sabah sabah şarap tadına bakacak değildik.
Antik çağın en büyük Roma hazinesi ve Dünyanın ikinci büyük Roma dönemi harabeleri olarak bilinen Baalbek’e sabah 10:00 ‘da vardık.  

Ülkenin ilk kurucuları Fenikelilerin memleketi olan Lübnan’ın geçmişinin en önemli göstergeleri burada yer almaktadır. Arkeologlara göre dünyada Roma dışındaki en önemli dini merkezlerden biri sayılmaktaymış.
Tapınağa gelmeden evvel Baalbek yakınlarında, tapınakların yapımında kullanılan taşların çıkarıldığı madene gittik. Bu bölgede bulunan dünyanın en büyük kütlesi sayılan taşın 2000 yaşında olduğu tahmin ediliyor. Uzunluğu 21,5 metre, tahmini ağırlığı ise 1000 ton. “Hamile Kadın Taşı” diye de bilinen büyük kaya kütlesinin fotoğraflarını çekip, yanında bulunan küçük dükkanı ziyaret ettik. Dükkandaki görevli, bize kendi kahvelerinden ikram etti. Hemen bitişikteki Ermeni mezarlığını da ziyaret edip, yürüyüş mesafesindeki Baalbek’e doğru yürümeye başladık. Ama bizim kaptan “yürünmez bu yollar” deyip tekrar aldı bizi araca.
Meşhur Baalbeck tapınağına vardık. Önce tapınağın etrafını dolaştık. Koruma amaçlı tarihi mekanın dışına duvar örüyorlardı.  Daha sonra 12000 LL değerindeki biletlerimizi alıp tarihi mekana girdik. Dışından görünen hiçbirşeymiş meğer. İçeride büyülendik resmen.
Internetten topladığım bilgilerden aktarayım. Fenikeliler tarafından kurulmuş. Baal tanrısına tapanların merkezi ve en büyük Fenike şehriymiş. Yunanlıların işgalinden sonra buralara Heliopolis (Güneş Şehir) adını vermişler. Yunanlılardan sonra, Romalıların eline geçmiş ve Antonius zamanında çok gelişmiş. Sonraki asırlarda Baalbek pek çok kez el değiştirmiş ve savaşlar yüzünden harap olmuş.
Bizans imparatoru Teodosius şehri ele geçirdiğinde Jüpiter tapınağının büyük bir kısmını yıkarak kilise haline getirmiş.
Baalbek'i yağmalayan ve en fazla tahrip edenler Haçlılar olmuş. 14. yüzyılda Haçlılar burasını kale haline getirmişler. Timur, Ortadoğu seferinde bu kaleye de hücum etmiş ve ele geçirmiş.
Bölge, Osmanlı hakimiyetine geçtiği zamanlarda Baalbek kendi haline terkedilmiş ve yarı yarıya toprağa gömülü vaziyette bulunuyormuş.
1899'da Türkler, Almanlara burada kazı yapma izni vermişler. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Lübnan, Fransızların eline geçmiş ve buradaki kazılara da Fransızlar devam etmiş. Daha sonra Lübnanlılar bütün kalıntıları ortaya çıkarmışlar.
Günümüzde Baalbek'te harabe halinde üç adet tapınak bulunuyor. Bunlar; Jüpiter, Baküs ve Venüs tapınaklarıdır. Bunlardan en büyüğü Jüpiter tapınağıdır. M.S. 3. yüzyılda yapılan büyük bir giriş kapısı vardı. Kapıdan girilince önce ön avluya, sonra da büyük avluya ulaşılıyordu. Büyük avlunun eni 104,5 metre, genişliği ise 117 metredir. Avludan sonra geniş bir kapıdan girilen tapınağın 84 granit sütunu vardı. Bugün bunlardan sadece 6 tanesi ayaktadır. Diğerlerinin bir kısmı kırılmış, bir kısmı da başka yerlere götürülmüştür.
Baküs tapınağı daha iyi korunmuştur. Bu tapınağın herbiri 18 metre yükseklikte 46 sütunu hala ayaktadır. Giriş kapısının yüksekliği 12 metre, genişliği ise 7 metredir. Venüs tapınağı da onarılmış durumdadır.
Selahattin Eyyubi’nin doğduğu bu topraklar, 1984 yılında UNESCO tarafından koruma altına alınmış.  Tarihi şehir Baalbek’in nüfusu 18 bin olarak geçiyor.
Çıkışdaki müzeyi de ziyaret ettikten sonra aracımızla ayrıldık tarihi mekandan. Gezi süresi toplam 2 saat sürdü. Lübnan’a gidip de Baalbek’e gitmemek olmazmış gerçekten de. Muhteşem bir yer.

Baalbek sonrası yönümüzü aynı bölgede bulunan Zahle’ye çevirdik. Zahle; yaz aylarında Lübnan’lıların kaçıp geldikleri sayfiye yerlerden birisi. Yöreye has beyaz taş evleri görülmeye değerdi. Şehrin merkezinde bulunan nehrin kenarındaki lokantalardan birinde (Mhanna Rest.) yemek yedik. Lübnan’da kaldığımız sürece yediğimiz en güzel yemekti. Ekmeklerin ve mezelerin tadına doyamadık desek yeridir. Lübnanlıların 100’den fazla mezeleri bulunuyormuş. Eminim bizimle birçoğu ortaktır. Tüm bu güzellikler için de  55000 LL ödedik.
Yemeğin ardından 14:00’e doğru Zahle’den ayrılıp,  Ksara Şarap şatosuna vardık.
Bizi güleryüzlü bir hanım görevli karşıladı ve kendisinin refakatinde mahzeni dolaştırdı. Şarapların imalatı, saklama koşulları ve koleksiyonları, hangi yıllarda yapıldıkları vs. hakkında kısa bilgiler verdi.
Bekaa vadisinin iklim ve toprak özellikleri şarap yetiştirmeye çok uygunmuş. Bölge eski çağlardan beri şarabı ile biliniyor zaten. Bölgedeki onlarca şaraphaneden en bilineni ise bugün ziyaret ettiğimiz Ksara. Kapısında 1857 yazıyordu.
Tünellerin içindeki şarap şişelerini ve fıçıları görüp fotoğrafladık. Daha sonra şarap tadımı için üst salona geçtik. Bayağı bir şarap denedik. Hoşumuza gidenlerden ve olmazsa olmaz araklardan birkaç tane satın alıp şatodan ayrıldık.
Gezi süresi: 1,5 saat. Rehberler gezdiriyorlar, herhangi bir ücret ödenmiyor.
Devamında ovanın güneyindeki,  Omayyad bölgesini ziyaret etmek için tarihi mekana Anjar’a gittik. Tüm yerler birbirine çok yakındı.  Anjar bu günkü programımızın sonuydu. Anjar, Lübnan Suriye otoyolu üzerinde bulunuyor. Hemen yakınlarında da bir Ermeni köyü var.
Anjar antik şehrinin girişinde araçtan indik. Girişin sağ tarafındaki hediyelik eşya dükkanının önünde dört beş kişi,  nargile içip muhabbet ediyorlardı. İçlerinden birisi “Türk müsünüz?” diye sordu. Biz de hemen muhabbete koyulduk. Oturanlardan bir iki tanesi pek memnun olmadı bizim gelişimizden ya da bize öğle geldi, hemen oradan ayrıldılar.
Bize “Türk müsünüz ?” diye soran sevimli amcayla epeyce muhabbet ettik. Bizim için günün sürpriziydi. Hepimiz çok memnun olduk tanışmaktan. Çok şeker sempatik bir adamdı. Hatay, Samandağ’dan gelmişler. Eşi de Anjar’ın girişindeki hediyelik eşya dükkanını işletiyordu. Türkçe konuşmayı özlemiş besbelli. Tekerlemeler falan söyledi, anılarını anlattı.
Hatay’dan Suriye’nin Halep şehrine gelmişler. Ardından Laskiye (Lübnan)’ye geçmişler. Lübnan hükümeti Laskiye’de deniz kenarında bunlara geçici olarak bir yer vermiş. Orada 3 ay kalmışlar. Daha sonra Lübnanın doğusundaki şu an bulunduğumuz Anjar’da onlara yer tahsis etmişler. “Anjar’a geldiğimizde buralar çöldü, hiç birşey yoktu” dedi.  Başlamışlar ağaçlandırma yapmaya, bostan ekmeye. Biz gördüğümüzde her taraf yemyeşildi. Bulundukları her yeri güzelleştiriyorlar. Anlatmaya devam etti; “Çok çetin zamanlardı, buralarda epey zorluklar çektik. Mesela katil sinekler vardı. Birini ısırdı mı 15 saat içinde mutlaka ölürdü ısırılan kişi.” Daha çok Hatay’dan, Samandağ’dan, tanıdıklarından bahsetti, bir iki anısını anlattı. Eşiyle de çok rahat alışveriş imkanımız oldu. Hava kararmadan Anjar’ı dolaşabilmek için vedalaşıp tapınağa girdik.
Anjar tapınaklarında dolaşmaya başladık. Baalbekten sonra bize biraz küçük geldi burası. Ama görülmeye değer. Üstelik buralara kadar gelmişken atlamamak gerekir.
Dönüş yolunda otele gitmeyelim direk sahile güvercinlik kayalarının olduğu bölüme gidelim dediysek de elimizde çantalarımız olduğu için vazgeçtik. 18:45’de otelimize vardık. Bugünlük taksi ücretimiz 130 usd’ydi.
Otele, Ksara’da yaptığımız alışveriş çantalarını bıraktık ve Müslümanların yaşadığı Rouche bölgesine yani Güvercin Kayalıkları’na gitmek üzere yürüyüşe geçtik. Akşam saatleriydi ve sahil çok renkliydi. Kadınlı erkekli gençlerin yaşlıların toplandığı ya da tek başına kafelerde nargile içtikleri güzel mekanlar bulunuyordu. Biz de tam kayalıkların karşısındaki Bay Rock kafede güzel bir masa kaptık ve konuşlandık. Bir nargile de ben istedim. “oohhh deymeyin keyfime”. Kafe’de Nargile: 12, çay 5 bin LL.
Kayalıklara nazır kafemizde yeterince vakit geçirdikten sonra başka bir yoldan tabii yine yürüyerek otelimize döndük. Bu arada Beyrut merkezdeki ziyaretlerimizin tamamını tabanvay yaptık. Hakan’ın gps’i sayesinde heryeri kolaylıkla bulabiliyorduk.

28 Ekim 2010 SAİDA – SOUR (Beyrut’un güneyi)
Sabah 08:00’de otelden ayrıldık. Tur programımızın tamamını rahat rahat yetiştirebilmek için her gün erken kalkıyorduk. Sadece ilk gün yarım saat geç başlamıştık. Sonraki günlerin hepsinde gezilerimize saat 08:00’de başlıyorduk.
Bugünkü programımız Lübnan’ın güneyindeki Saida ve Sur şehirleriydi. Tabii yol üzerinde sayılmasa da Beyrut’a 40 km mesafedeki Bedrettin Sarayı önceliklerimizdendi. Haritadan gezeceğimiz noktaların tümünü belirleyip, mesafelerini ölçüp ona göre programlamıştık. İlk önce Dürzi Liderlerinin yaşadığı sarayı ziyaret edip, ardından Saida ve Sur şehirlerini ziyaret edecektik.
Otelin taksi sorumlusu Hüseyin, bu sabah da aynı adamı göndermişti. Gerçi dün fazla sorun çıkarmamıştı. Bu yüzden olsa gerek, Hüseyin’e “başkasını gönder” deme gereği duymamıştık. Bizim, zaman ve saatler konusundaki hassasiyetimiz yine sürücümüzün kendi kafasına göre hareket etmesi yüzünden biraz aksamıştı. Belki bir saat fazladan yol yaptık ama herşey yetişmişti.  Dünden beri “Bedrettin Sarayı, Saida ve Sur” diye diye dilimizde tüy bitti. “Bunlar anlamaz nasıl olsa” demeye getiriyordu herhalde. Çünkü, ilk gün blöfünü yemiştik. Bugün, blöfü ona fazladan km ve benzin olarak geri dönmüştü. Üstelik ertesi günkü işini de kaybetmişti.
Lübnan’a gideceklere önerim; taksi şöförlerine mutlaka tembihleyin, bir kere değil en az üç beş kere söyleyin.
Saida şehrine girmek üzereyken, şoförün “oraya zaman yetmez, bugün yetişmez” demesine aldırmadan geri döndük. Bir süre sonra da doğuya doğru yol almaya başladık. Sahil yolu gibi dümdüz değil tabii, adam bildiğinden buralara girmek istemiyordu herhalde.
Biraz da rakım olarak yükseldik.  Manzara çok güzeldi. Yeşillik, ağaçlık, bağ bostandı heryer.

 Saat tam 09:30’da Dürzi Liderlerinin yaşadığı Osmanlı yapısı olan Bedrettin Sarayına vardık.  Sarayın yapımına 1788 yılında başlanmış ve yapımı tam 30 sene sürmüş. Osmanlı valisi Emir Bashir bu sarayı gücünün göstergesi olarak yaptırmış. Sarayın adı “iman evi” anlamına geliyormuş.
Velid Canbolat adlı Dürzi liderinin ailesine ait olan saray;  Beitdaine Sarayı, Amir Amine-Emir Beşhir Sarayı olarak da biliniyor.  Mozaikler, işlemeler, renkler, düzenlilik ve hamam kısmı gerçekten büyüleyiciydi. Saraya giriş ücreti; 7500 LL.
Ziyareti hızlı ve kısa tuttuk. 45 dakika kadar dolaşabildik. Yetti ama bir 45 dakika daha dolaşabilirdik. Çok büyük ve çok da güzel bir saray. Dışarıdan oldukça mütevazi görünen sarayın ilk avlu kısmı da oldukça sade görünüyordu. Ancak kutu içinde kutu şeklinde, bölmelere girdikçe zenginleşen, ihtişamıyla göz kamaştıran bir saraydı. Çok bakımlı ve çok da temizdi, heryer ışıl ışıldı.
Dürzi’lerle ilgili çok fazla bilgiye rastlayamadım. Internetten bulabildiğim kadarıyla; Dürziler, Şiiliğin, İsmailiye kolundan olup, 10. yy’da kurulmuş bir mezhep. Dürüstlük , kardeşlik , yaşlıya saygı, diğerlerine yardım, vatanı koruma, tek tanrıya inanma, ana ilkelerindendir.  İslam dinince reddedilen reenkarnasyon’a da inanırlar. Suriye ve Lübnan’da yoğun olarak yaşarlar. Sayıları en fazla bir milyon olarak tahmin edilmektedir.
Lübnan’da Dürziler çoğunlukla Chouf dağlarının eteklerinde yaşarlarmış. Chouf Lübnan sıradağlarının, Beyrut’un güneydoğusunda yer alan bölümüne verilen ad olarak geçiyor.
Devamında 10:15’de saraydan ayrılıp, Sidon - Saida’ya gitmek için  güney batıya doğru  hareket ettik. Saray yakınlarında bir iki müze daha vardı (Marie Baz Müzesi) ancak vaktimiz olmadığı için ziyaret edemedik.  11:00’de Saida’ya vardık.
Internette, Gokben Utkun adlı bir gezginin notlarından çok güzel bilgiler buldum. Saida Arapça balıkçılık ve avlanmak anlamına gelen kelimenin kökünden türemiş. Geçmişinde özellikle Mısır ile güçlü ticari ilişkileri olan bir kentmiş. En önemli ihraç malzemesi ise mor-erguvan renk elde etmekte kullanılan murex adındaki deniz canlısı imiş. (Teşekkürler Gokben)
Ekim ayının sonları olmasına rağmen Lübnan’daki günlerimiz yaz gibi geçiyordu. Güneye inince sıcak iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlamıştı. Şapkasız ve susuz dolaşamıyorduk.
Saida da çok eski şehirlerden, 6000 yıllık olduğu tahmin ediliyor. Şöförümüz sahilde kalenin hemen yakınındaki otoparka çekti aracı. Sahildeki tarihi kale Haçlılardan kalmaymış. Saida’nın sembollerinden, 13. yy ‘da Haçlılar tarafından , küçücük bir ada üzerine yapılan ve Araplar tarafından da karaya bağlanan bu kalenin orjini , Fenike tanrısı Melkart’a adanmış olan bir tapınağa dayanırmış.
Saida Kale giriş ücreti 4000 LL. İlk önce kaleyi ziyaret ettik, üst kata çıkıp güzel sahilini ve sahilden şehrini fotoğrafladık. Gerçekten çok güzel, kartpostal gibi bir şehir. İkinci durağımız Sabun Müzesi (Musee du Savon). Sahildeki kaleye arkanızı dönüp dümdüz yukarı şehrin içine doğru daldığınızda, yolun sonunda sağ tarafta karşınıza çıkıyor.  Sokaklar inanılmaz renkli. Seyyar satıcılar, pazarlar, esnaf dükkanları, güzel gözlü insanlarıyla çok sıcak bir şehir.
Buraların ekmek ve un mamulleri gerçekten çok lezizdi. Bu durum Hakan’ın gözünden kaçmadı tabii. Bir ara baktım tezgahların birinin başında birşeyler alıyor. Elinde çanta şeklinde bir ekmekle bize doğru gelip ikram etti. Sıcak ekmeğin içini açıp baharat koyup öyle servis yapıyorlarmış. Gerçekten de çok beğenmiştik. Biz de elimizde ekmek parçasıyla dolaştık bir süre.
Gezi süresince tüm ödemelerimizi yapan, notlar tutan kasamız, Yasin Demirtaş, nam-ı diğer Sensey de bize sürekli meyveler alıyordu. Özellikle kırmızı üzümleri on numaraydı. Muz zaten her yerdeydi. Ülkenin her yerinde yetişiyordu.
Buralar hem Arap, hem Akdeniz şehri gibiydi. Bizim dolaştığımız yerler tarihi mekanların ve medinasının bulunduğu eski Saida şehriydi. Sahil boyunca yeni yerleşim yerleri ve binalarla bir sahil şehriydi Saida.
Müzenin bulunduğu mekan da eski şehir medinanın içindeydi. Tabii daha bakımlı durumdaydı. Muhtemelen eski bir handı. 3 katlı gibi ama araları boş olan değişik güzel bir binaydı. İçerisi çok güzel kokuyordu. Benim gibi sabun kokusunu sevenler için. Duvar zannettiğim yerlerin sabunlarla dizili olduğunu görünce çok şaşırmıştım. Her baharatın, her bitkinin sabununu yapmışlardı neredeyse. İçerisinde ürünlerinin satıldığı bir de mağazası vardı ama oldukça pahalıydı. Ya da bize öyle gelmişti.
Müze sonrası kaleye doğru yükseldik ama kaleye girmek istemedik. Direk tarihi çarşının (Saida Medina) içine tepeden daldık. Daracık sokaklar, yazın kavurucu sıcağında tam bir rahatlama sağlamışlardı. Sokaklar birbirine o kadar yakındı ki, her daim serin ve gölgeydi. Osmanlıdan kalma daracık sokaklar. Sıcaktan koruma amaçlı olarak inşa edilmiş. Biraz daha temiz olsaymış keşke. Tünel mi abbara mı çok anlayamıyorduk. Başımızın üstünden metrelerce kablolar çekilmişti. Çok sakat görünüyordu aslında. Yerlere sular dökülüyor, çoğu yer ıslak ve yukarıda çıplak elektrik kabloları falan.
Sabun müzesinden aldığımız tarihi çarşı haritasından yerleri kolaylıkla bulabiliyorduk. Onlarca han, hamam, camii ve kilise vs numaralandırılmış ve hangisini ziyaret etmek istediysek çok rahatlıkla ve kolaylıkla bulabiliyorduk.
Medinanın içinde koşuşturanlar, seyyar satıcılar, dükkanlar hepsi iç içe geçmiş vaziyetteydi. Tünellerden çıkıp biraz daha geniş meydanlara çıkıyorduk, oralarda da sebze meyve pazarları, tezgahları kuruluydu. Labirentin içinde geze geze bir anda yine sahil tarafına varmışız (şehrin içinden dolaştığımız için fark edemedik). Büyükçe bir cami muhtemelen Ömer Camiisiydi. Haçlılar tarafından yapılan bir kilise iken 13.yy’da camiye çevrilmiş. Biz giremedik çünkü öğle namazı vaktiydi. Daracık sokaklarından biraz daha vakit geçirip saat 13:00’de sahildeki Khan Al-Faranj – Yabancılar Han’a girdik. Handaki büyük bir bölüm Türkiye’nin tanıtımına ayrılmış. Duvarlarda Türkiye’nin her yerineden tanıtıcı reklamlar pullar asılmış. Göcek, Pamukkale, Hacıbektaş veliler vs.
Han’ı turlayıp dışarı çıktık acıkmıştık da. Sahildeki kaleye nazır bir falafelci vardı. Falafel Abou Rami’de denize nazır masalardan birine oturduk ve falafelle bir güzel karnımızı doyurup saat 14:00’de Sidon – Saida şehrinden ayrıldık.
Falafel ile ilgili kısa bilgi: Mısır’da bakladan diğer ortadoğu coğrafyasında ise nohuttan yapılır. Haşlanmış ve kabukları soyulmuş nohutlar ezilerek püre haline getirilir, içerisine değişik baharatlar ve maydanoz katılarak köfte biçimine getirilir, kızgın yağda kızartılır, özel lavaş ekmeği içerisinde üzerine humus eklenerek dürümlenir ve tadına varılır.
Bizim yediklerimizin üzerinde humus yerine yeşillik vardı. Öbür türlü nohut üzeri nohut gibi oluyormuş.
Saida’dan ayrıldıktan sonra, yani daha güneye doğru gittiğimizde çehre yine değişmeye başladı. Yeşillik ve muz tarlalarının arasından ikide bir bir kontrol noktası karşımıza çıkıyordu. Bir kaç gündür dikkatimi çekti, her bölgenin askerinin farklı renkte üniformaları vardı. Bir manası vardır herhalde. Yollarda sık aralıklarla durduruluyorduk. Buralarda daha fazla asker vardı. Aslında çok da normaldi, sınır bölgesindeydik. Hemen ilerisi İsrail’di. Askeri alanlarda kesinlikle fotoğraf çekmek falan yasaktı. Aracın içinden bile çekilmesine müsade etmiyorlarmış.
Bugünkü programımızın son durağı olan Sur şehrine varmıştık. Araçtan inip biletimizi alarak, (Sur giriş ücreti: 6000 LL) tarihi mekanı dolaşmaya başladık.  Biraz daha ilerleyip Roma harabelerine doğru yürüdük. İçinde dünyanın en büyük Hipodromu bulunuyor. Al Bass dedikleri UNESCO Dünya Miras Listesinde yer alan en iyi korunmuş Roma hipodromu olarak geçiyor. 20 bin kişilik kapasitesi olduğu yazılıyor.
Sıcağa aldırmadan hipodromu ve tüm mekanı baştan sona dolaştık. Hipodromun sağlam kalan bölümlerinin birisine çıkıp seyirci gibi oturup etrafı seyrettik. Bizden başka tek tük turistin haricinde, Sur’lu öğrenciler vardı mekanda. Biraz onları izledik. Yazmadan geçmeyeyim, antik şehrin içinde onlarca kertenkele gördük. Taşların üzerinden gelenleri seyreder halde duruyorlardı. Epeyce poz verdiler bizlere. Grubumuzun fotoğrafçısı Hüsniye az buz poz harcamadı. Tabii Yasin’e harcadığının yanında kertenkeleninkiler hiç kalır. Bundan sonraki gezilerde ben de hep Hüsniye’nin yanında dolaşacağım. Benim de güzel gezi fotoğraflarım olsun istiyorumJ.

Hüsniye ve Yasin
 Sur için 1,5 – 2 saat yeterli gelmişti. Ve 16:30 civarı programımızın tamamını tamamlamış olmanın huzuruyla aracımıza binip Beyrut’a doğru yola çıktık.
Bu gezinin sonunda Beyrut’u dolaşmaya karar verip, bizi Solidere ya da diğer adıyla Down Town’a yani şehrin merkezine bırakmasını istedik.
 
Solidere ya da Down Town; bir zamanlar Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında en çok şiddetli çarpışmaların yaşandığı alan. Şimdilerde şık kafeler, rest. Alışveriş merkezleri ünlü markalar yer alıyor.
Hazır hava kararmadan birkaç yer görmek istedik. Gerçi yarın tüm günümüzü Beyrut’a ayırmıştık ama madem vaktimiz kalmıştı boş geçirmeyelim dedik. Mavi kubbeli görkemli Yeni Camiinin önünde indik araçtan. İlk önce caminin bitişiğindeki kiliseye (katedral de olabilir hep karıştırıyorum bunları) girdik. Yandaki camiye girmek istedik ama yine namaz vaktiydi giremeyip uzaktan gördüğümüz saat kulesine doğru yürümeye başladık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yeni camiiyi solumuza alarak aşağı doğru boş boş yürümeye başladık.  Bir anda kendimizi, eski başbakanlarıdan  Rafik Hariri’nin mezarının bulunduğu alanda bulduk. Ziyaret edip, dualarımızı okuduk.


Tekrar meydana çıktık. Bu meydanda görülecek, fotoğraflanacak o kadar çok şey var ki. Camiler, kiliseler, kafeler, lokantalar aklınıza ne gelirse. Ünlü, tüm markalar, en pahalı dükkanlar her şey bu bölgedeydi. Ertesi gün de dolaşacağımız için meydanı ve saat kulesini turlayıp, birkaç da fotoğraf çektirdikten sonra otelimize doğru yürümeye başladık. Yine gps ile tabii. Solidere’den otelimizin bulunduğu Hamra bölgesine kadar yürüdük ve bir gün evvel gözümüze kestirdiğimiz %100 Lübnan mutfağı yazan yere yemeğe gittik. Adına güvenip gittik ama humusdan başka Lübnan’a özgü birşey yoktu. Ne yemekler ne de servis bizi memnun etmedi. Ufak tefek birşeyler atıştırıp biraz da Hamra bölgesini dolaştıktan sonra otelimize döndük.
Biraz Vikipedia’dan bilgi ekleyelim : Lübnan, karışık dini yapıya sahip bir devlet olmasına rağmen sosyal yapının gerektirdiği politik dengenin kurulmasıyla, Ortadoğu'nun en düzenli ve yaşam koşulları oldukça yüksek olan ülkelerinden biri idi.
Ülke istikrarı, Arap-İsrail çatışması sonucu Lübnan'a gelen Filistinliler'in çoğalmasıyla bozulmaya başladı. Özellikle 1970'lerden itibaren Müslümanlar, demografik üstünlüğü elde ettiler ve bu üstünlüğü egemenlik faktörüne yansıtarak ülke yönetiminde Hristiyanlar kadar söz hakkı alma mücadelesine başladılar. Sonuçta; ülkede başlayan Müslüman- Hristiyan mücadelesi, 13 Nisan 1975'den itibaren iç savaşa dönüştü. Ordunun ülkede kontrolü neredeyse tamamen kaybettiği ve parçalanmanın eşiğine geldiği bir ortamda, darbe girişimine ve istifa çağrılarına muhatap olan Cumhurbaşkanı Franciye'nin yardım çağrısı üzerine Suriye, Nisan 1976'da Hristiyanlar lehine iç savaşa müdahil olmuş ve diplomatik arabuluculuk girişimleri sonuç vermeyince 1 Haziran'dan itibaren, eski müttefikleri Lübnan Ulusal Hareketi ve FKÖ karşısında askeri olarak çatışmalara girmiştir.
1975-1991 Lübnan İç Savaşı; Lübnan, Suriye, Mısır, Kuveyt ve Suudi Arabistan devlet başkanlarının 17-18 Ekim 1976'da Riyad Toplantısında aldıkları kararlarla yeni bir boyut kazandı. Bu antlaşmanın üç ana unsuru şöyle idi:
a. Lübnan'da 21 Ekim'den itibaren ateşkes yürürlüğe girecek ve savaşan taraflar, 1975 Nisan'ından önceki hatlara çekileceklerdir.
b. Lübnan için 30. 000 kişilik bir Arap Barış Gücü teşkil olunacaktır. Bu güç esas itibari ile Suriye askerlerinden oluşmuştur.
c. FKÖ gerillaları Lübnan'da kalmaya devam etmekle beraber, Lübnan'ın egemenlik ve güvenliğine saygı göstereceklerdir.
Bu sonuncu şartı birçok FKÖ gerillası kabul etmedi. İsrail de bunu bildiğinden, Litani nehrine kadar olan Güney Lübnan topraklarını kendi kontrolü altına alıp, bu toprakları kendisi için "Güvenlik Bölgesi" ilan etmiştir.
İsrail kuvvetleri daha sonra Beyrut'u kuşattılar ve bunun sonucunda, Filistin Kurtuluş Örgütü Lübnan'ı terk etmek zorunda kalmıştır. FKÖ unsurları, Lübnan'a çıkan Amerikan, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan 2. 000 kişilik Barış Gücü himayesinde, 21 Ağustos 1982'de Beyrut'tan ayrıldılar.
FKÖ'yü Lübnan'ı terke muvaffak olan İsrail, 1985 yılında kademeli olarak bölgeden çekilmeye başladı, İsrail'in çekilmesi Müslüman - Hristiyan mücadelesini tekrar başlattı. Bunun üzerine, Suriye Lübnan'a müdahale etmek için harekete geçti. Ayrıca, İran da dolaylı olarak müdahaleye katıldı. 1989 yılı sonlarından itibaren ise, FKÖ tekrar Güney Lübnan'a yerleşmeye başladı. Sonuç olarak; 1970 yılında başlayan Lübnan sorunu ve 1975 yılında başlayan Lübnan iç savaşı, çeşitli aşamalardan geçti. İç savaş Lübnan'da çok ağır maddi hasara ve can kaybına yol açtı. Savaş 1991 yılında resmen sona erdiğinde Lübnan ve Beyrut bir harabeye dönüşmüştü ve 150.000 Lübnan'lı can vermişti. 1992 yılından itibaren İsrail ile FKÖ arasında başlayan olumlu gelişmeler üzerine de olaylar şiddetini kaybetmeye başladı. Fakat, Lübnan, 1976 Riyad Antlaşması ile bölgeye 30 bin kişilik bir askeri güç göndermeye muvaffak olan Suriye'nin belirli ölçüde eyaleti durumuna geldi. Ancak 2005 yılında patlak veren ve eski başbakan Refik Hariri'nin suikastiyle sonuçlanan kriz sonrası bir çok askerini geri çekmiştir.
12 Temmuz 2006 tarihinde başlayan 2006 İsrail-Lübnan Krizi'nde İsrail’in hava saldırıları sırasında Lübnan ve Beyrut kenti, özellikle güney kısmı ağır hasar görmüştür ve ekonomisi büyük ölçüde çökmüştür.

29 Ekim 2010 BEIRUT - JEİTA GRATTO MAĞARASI
Sabah 8’de otelden ayrıldık. Otelden çıkışta kapıda Hüseyin’i (taksileri ayarlayan) görüp selamlaştık. Üç gündür 120 veya 130 $ günlük kazanıyorlardı. Tabii bu son günü de kaçırmak istememiş olabilirlerdi. Uyanık amcanın dünkü yaptığından sonra bir daha otelden taksi istemedik.
Yürüyerek otelin biraz ilerisinde, sokaktan geçen taksilerle pazarlığa koyulduk. Hakan ve Yasin pazarlık yapıyorlardı. Sonunda Beyrut’un en külüstür ama mercedes taksicisiyle 60 LL karşılığında anlaşma sağlandı. (aslında 60 000 LL. Bizim parayla 60 TL’ye denk geldiği için bazen üç sıfır yazmayı atlamış olabilirim. 1 TL = 1000 LL)
08:15’de Jeita’ya doğru hareket ettik. Araba dökülüyor. Ali adında şöförümüz de sigara içmekten erimiş bitmiş. Sevdik kendisini ama arabada sigara içmesine izin verecek kadar değil.
Ben önde oturuyorum. Belim rahatsız diye kibar arkadaşlarım beni öne oturttuysa da gerçeği hepimiz biliyorduk. Bu gün sıkışık gidiyoruz ama olsun gururluyuz. Burnumuz düşse yerden almayız valla. Külüstür mülüstür değişiklik iyidir. Öndeyim ya, emniyet kemeri takayım dedim. Bin bir zorlukla kemeri bulup takmıştım ki kendiliğinden yerinden çıktı. Aracın durumunu varın siz tahmin edin.
Jeita Mağarası Beyrut’a 18 km mesafede. Önce yükseldik ardından alçalarak bir vadiye girdik. Yollar biraz dardı ve bizim kaptan epey tedirgin olmuştu. Neyse sabah 09:00’da Dünyanın en büyük kireçtaşı mağaralarından birindeydik. İndik araçtan. Çıkışa kadar taksi şöförümüz bizi bekleyecek. Adama acıdık yarın sabah havaalanına gitmek için ona teklif etmeyi düşündük.
Kişi başı 18.150 LL ödeyerek biletlerimizi aldık. İlk önce teleferiğe bindik. 1 kabin 5-6 kişiyi alıyor. Rengarenk kabinler oyuncak gibilerdi. Geldiğimizden beri teleferikten inmedik desek yeridir J. Ağaçların arasından teleferikle yükselerek (100-150 metre kadar) mağaranın girişine vardık. Yandan da yol yapmışlar ama böyle de ayrı bir güzel olmuş. Aferin Lübnan’lılara.
Jeita Grotto Lower mağarası 1836 yılında William Thomson tarafından keşfedilmiş. Üst mağara ise daha sonra 1958 yılında keşfedilmiş. Her iki mağara arasında 60 mt. mesafe bulunuyor. Yeraltına doğru 6200 metre derinliğe sahip olan mağaranın, yer üstünde görünen kısmı ise sadece 600 metredir. İki ayrı mağaranın birleşmesinden oluşuyor.  Mağara kışın (bazen) kapalı oluyormuş. Yüksek su seviyesinden dolayı.
İlk önce üst katı gezdiriyorlar, daha sonra da alt katı. Jeita’da fotoğraf çekmek yasak. Girişte tüm fotoğraf makinası, kamera ve cep telefonlarını kasalara kilitledik. Ve zaman tüneline doğru seyehatimiz başladı.
Bilim kurgu filmlerini çok seyretmesem de bir anda kendimi Star Wars filminin içinde buldum. Bir hoşluk hissi, güzel bir derinlik ve uçuşan uzay araçları falan. Rüya gibiydi. Dokuya zarar vermemek için yürüyüş platformu ve merdivenler yapılmış. Epeyce tırmanıyorsunuz, yükseldikçe mağara derinleşiyor, büyüyor. Büyük ekrandan 3 boyutlu ekrana geçmiş gibi oluyorsunuz. Nefesimizi tutarak, ağzımız bir karış açık vaziyette gözlerimizi kırpmadan seyre dalıyoruz. Su damlalarının ve doğadaki minerallerin mükemmel bir uyumla yaptığı sarkıtlar ve dikitler, usta heykeltraşların, ressamların sanatçıların ellerinden çıkmış gibiydiler.

Aynı yoldan tekrar geri dönerek filmin pardon mağaranın ilk bölümünü tamamlamış olarak çıkıyoruz. Dolaplardan fotoğraf makinalarımızı alıp kapıda bekleyen vagonlara yerleşiyoruz. Yürüyüş mesafesinde ama Lübnan’lılar hoşluk olsun diye teleferik ve tren gibi güzellikler eklemişler.
Alt katta bulunan mağaraya girdik. Güzel mavi ve mor ışıklar. Biraz önümüzde oturma koltukları gibi birşey gördüm. Çok aydınlık olmadığı için oturmak ve seyretmek için yapıldığını düşündüm. Hepimiz yerleştik ama bir enteresanlık var bunda. Üst kattaki sarhoşluktan olsa gerek oturduğumuz yerin tekne olduğunu çok sonra anladım. Motorlar çalıştı ve sırayla tekneler ışık hüzmelerinin içine dalıp, yüzmeye başladılar. Suyun altından ışıklandırmalar falan yapmışlardı. Düzenleme muhteşemdi. Bir ara elektrikler gitti, birkaç dakika bekledik. Sonra tekneli mağara gezimizi tamamlamış olarak alandan çıktık. Program yapacaklar için bildirmek isterim; gezi süresi toplam 2 saat. Biraz da etrafı seyredip birkaç fotoğraf çektikten sonra 10:30’da Jeita Gratto’dan ayrılip, taksimizle Beyrut’a doğru yola çıktık.
Beyrut’a vardığımızda 11:15’ti. Şoförümüz Ali, bizi Gimnazye bölgesinde bıraktı. Bu bölgede inmeyi biz istedik, görmek dolaşmak için. Merkeze yürüme mesafesindeki Gimnazye bölgesi, daha çok zenginlerin yaşadığı muhitmiş. Evlerinden de anlaşılıyordu aslında. Merkezde çok görmesek de daha iç kesimlerde 15 yıllık savaşın izlerine rastlamak mümkündü. Birçoğunda tadilat ve yeniden yapılanmalar sürüyordu. Bir taraftan fotoğraf çekiyorduk bir taraftan da Hakan’ın rehberliğinde (GPS’i ile) Ulusal Müze’ye doğru yürüyorduk. Müze Eşrefiye Mahallesi sınırları içinde bulunuyordu. Beyrut’un tamamını yürüyerek dolaştık neredeyse. Dışını da taksilerle J.
Beyrut Ulusal Müzesi, iki katlı çok güzel bir müze. 19. y.yıla kadar, savaştan arta kalan 1300 civarında buluntu ve eser sergileniyormuş. Müzenin kendisi bile uzun yıllar restorasyon görmüş. Beyrut’un geçmişi hakkında çokça bilgiler veriyor. Özellikle minik heykelleri gerçekten göz kamaştırıcıydı. Müzede epeyce gezdik dolaştık. Müze giriş bileti; 5000 LL.
Bugün Türkiye’den epey turist gelmiş anlaşılan. Müzede Türkler’den başka kimse yoktu. Yasin birkaç arkadaşıyla karşılaştı. Saat 13:00’te müzeden ayrılıp Down Town’a doğru yürüdük. Bugün Lübnan’daki son günümüzdü. Dolu dolu 4 gün ayırmıştık. Programlarımızın tamamına yetmişti. Listemizde kalan birkaç mekanı ziyaret edecektik. Bir ara, ara sokaklardan birine daldık, çok güzel binalar görüntüledik. Tam Down Town’a yaklaşırken yol üzerinde solumuzda (Bachoura caddesi sanırım) bir falafelci gördük. E acıkmıştık da. Büfe gibi küçücük bir yer. Girip siparişlerimizi verdik, çok da ucuzdu. Dürüm şeklinde falafellerimizi alıp kapının önünde ayakta turşularla birlikte atıştırdık. Saida’da yediğimize benzemiyordu bu daha güzeldi. Birer taneyle doymuş gibi yapıp yolumuza devam ettik. Geldiğimizden beri günlük güneşlik olan Lübnan, akşama doğru bulutlanmaya, ufak ufak yağmur atıştırmaya başlamıştı.
Sosyetenin ve turizmin merkezi Down Town’a varıp, rahat rahat dolaşmaya başladık (dünden de biliyorduk buraları). Birleşmiş Milletler binası, Başbakanlık Binası, Parlemento Binası vs. Hepsi de bu bu civardalardı. Gerçekten de çok güzel örnek mimarileri vardı.
Beyrut’ta 100’ün üzerinde 5 yıldızlı otel bulunuyormuş. Bir çoğu da bulunduğumuz bölgedeydi. Bugün heryerden Türkçe sesler duyuyorduk. 29 ekim dolayısıyla birçok turlar düzenlenmiş olmalı. Ve bizim turumuzun bittiği zamanda onlarınki başlıyordu.
Tarihi Mecidiye Camii diye girdiğimiz yerin Ömer Camiisi olduğunu öğreniyoruz. Aslında her ikisi de listemizdeydi ancak sürpriz oldu. Ömer Camiisini ziyaret edip çıktıktan sonra, diğer caminin adresini alıp, inşaatların ortasında kalmış olan Mecidiye camisine doğru yürüdük.
Çok sempatik şirin bir mimarisi vardı, ama önüne ve arkasına büyük yapılar inşa ediliyordu. Yazık olacak. Tarihi camii, Abdülmecit tarafından yaptırılmış. Savaş sırasında yerle bir olup çok kısa zamanda Beyrut’un yeniden yapılanmasında büyük rolü olan eski Başbakan Rafik Hariri’nin girişimleriyle eskisini aratmayacak şekilde restore edilmiş. Benim Lübnan’da en çok beğendiğim camiydi.
Adını hatırlayamadığım birkaç camii ve kilise ziyaretlerimizi de yaparak (listemizi aşmıştık bile) gönül rahatlığıyla akşam 17:00 Down Town’da bir kafede oturduk. Kimimiz kahve, kimimiz dondurma, kimimiz çorba içtik. Aslında nargile içmek için oturmuştuk ama, oturunca nedense vazgeçtim.
Zamanımızın bundan sonrası hediyelik eşya arama, fotoğraf çekme şeklindeydi. Ama aklımız akşam yediğimiz falafelde kalmıştı. Bir ara hepimiz itiraf ettik ve 19:20’de falafelciye ikinci kez gittik. Birer falafel daha istedik. Tüm çalışanlar bize güldüler, biz de kendimize. Gülme krizi eşliğinde falafellerimizi yiyip ayrıldık mekandan. Köşeyi döner dönmez, Hüsniye ve Sevcan geri gittiler. Birar tane de paket yaptırıp çıktılar. Yalanım yok valla. Bu kadar muhabbetten sonra falafelcinin adını yazmak farz oldu. Falafel M. Sahyoun. Yolu Beyrut’a düşecek olanlara şiddetle tavsiye edilir.
Bu kadar falafel yemek bazılarımıza iyi gelmedi. Falafel’in adı bile değişti; Farafar falan demeye başladılar. Çatıdaki antenlerin hepsi birer “ay” oldu. Otele gidene kadar daha bir sürü “ay” gibi şey gördük. Birbirimizi anlayana kadar gülmekten karın kaslarımız çatladı. Neyse ki yürüyerek falafellerin bir kısmını eritip normale dönmüştük.
Bir ara bizim taksici Ali’ye rastladık, yolda selamlaştık falan. Dünya gerçekten küçük. Her zamanki gibi yürüyerek otelimize vardık. Merkezden, bizim kaldığımız otele yürümek en az yarım saat sürüyordu. Hazırlık yapmamız gerekiyordu cünkü ertesi gün / gece 04:00 gibi kalkacaktık.
30 Ekim 2010 – BEYRUT – İSTANBUL
Ali, sabaha karşı 04:30’da, tam vaktinde otelin kapısındaydı. Helal olsun adama.
Tüm gezi boyunca yağmur yağmadı, günlük güneşlik havalarda gezdik dolaştık. Sadece dün akşam bizim program bitince, falafelciden çıkınca biraz yağmura yakalandık. Bir de havalimanına doğru giderken.
Yolda bir ara yağmur çok hızlandı, silecekler yetişmiyordu. Kendi aramızda “bozulursa silecekler bozulsun, araba bozulursa yandık” gibi endişeli espirilerle havaalanına kadar tek parça halinde vardık.  
20 LL’na anlaşmıştık ama Hakan dayanamayıp 5 LL daha verdi. (çünkü Ali baştan beri 25 istiyordu)
07:00’de kalkacak olan uçağımız 10 dakika erken kalktı. Çok güzel rahat bir uçuş geçirdik. Uçakta fazla yolcu yoktu bu yüzden geniş geniş oturduk. 08:30’da Sabiha Gökçen Havalimanına indik.
Gezimizin harcamalarından sorumlu bakanı Yasin’in hesaplarına göre; dört tam günlük Lübnan seyehati için; toplam 650 $ (910 TL) harcamışız. Buna 5 günlük konaklama, uçak, taksiler, yemek, konut fonu falan herşey dahildi.
Bu seyehatimde arkadaşlarımın (dostlarımın) emeği çoktu. Plan aşamalarımızın tümünde bizimle birlikte olan ama sağlık problemleri yüzünden bize katılamayan can insan Nazan Özçınar’a, gerek bilgileriyle gerek gezi süresince en haz etmediğim parasal mevzuları takip ettiği için (Sensey) Yasin Demirtaş’a, gezinin tadı tuzu, pratik, yardımsever ve güzel fotoğrafları için Hüsniye Mıhçı’ya, gezi öncesi titiz araştırmaları sonucu otel organizasyonumuzu ve gezi süresince tercümanlığımızı yapan grubumuzun beyni Sevcan Orbay’a ve bana katlanabildiği için sevgili eşim Hakan Çetin’e çook teşekkür ederim. Yukarıda adları yazılı olan dostlarımla, onların beni kabul ettiği tüm etkinliklere seve seve katılacağımı bildirir, hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim...
Sabredip sonuna kadar okuduğunuz için de sizlere teşekkür ederim.
Yeni güzergahlarda buluşmak üzere,
Sevgiler, Saygılar.
Daimi Gezgin
Tezcan

daha fazla fotoğraf için: https://picasaweb.google.com/lh/sredir?