4 Şubat 2014 Salı

Fuji'ye Uzaktan Bakmak

Japonya deyince herkes gibi benim de aklıma ilk gelenlerden birisi ne yazık ki; HİROŞİMA idi. 1945 yılında, üzerine atılan atom bombasından dolayı ilk’ler arasında. İnsanın “Olmaz olsun böyle unvan” diyesi geliyor. Ve Hiroşima deyince de Nazım Hikmet’in 1956 yılında yazdığı “Kız Çocuğu” şiiri.


Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.

Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.

Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.

Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâğıt gibi yanan çocuk.

Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler…

Atom bombasından on yıl sonra yazılan bu şiiri hala birçok bölge çocukları için söylemek, söyletmek lazım. Ruhun şad olasın Nazım Hikmet Ran…


Fuji’ye Uzaktan Bakmak

Temizlik Tanrısı “Hijyen” kendine bir yer seçmişse eğer, o yerin adı kesin Japonya’dır. Şimdilerde Japonya için aklıma gelen ilk’lerden birisi budur. Bunu saygı, sabır, sükûnet vs. ile sıralayabilirim. “S” harfinde takıldım kaldım.
Aklımda kalanlarla öğrendiklerimi, gördüklerimi ve yaşadıklarımı paylaşmak için yazmaya başladım. Ne ara biter bilmiyorum.

Buyurun,
29 Mart 2013 – Cuma, 30 Mart 2013 Cumartesi

Bakırköy’e vakitlice varıp, taksi ile 22.00 gibi Atatürk H.Limanı’na ulaşıyoruz.
Uçuşumuz 30 Mart 2013 - 00.50 Cumartesi. Havalimanına en kolay ve stressiz ulaşım aracı olan deniz otobüsünü seçtiğimiz için çok memnunum. Uykunun ağırlığı üzerimize çökmüşken “Doğan Güneşin Ülkesi”ne gitmek üzere uçaktaki koltuklarımıza yerleştik. Yolumuz uzun. Dile kolay 11 saat. İlk defa bu kadar uzun ve aktarmasız uçacağım. Daha evvelki, aktarmalı Nepal yolculuğum sıkıntılıydı. Bu yüzden aktarmasız olmasını tercih ettim.  6 saat fark varmış. Bugün 18.45 gibi Japonya’ya varış görünüyor.
Öncelikli görmek istediğim yerler varken bir anda Japonya yolcusu oluverdim. Hiç aklımda yoktu oysa. Bugün dikkatimi çekti, daha doğrusu aklıma geldi; bilgisayarımın ekranında yani masa üstünde Fuji Dağı’nın fotoğrafı var. Epeydir de duruyor,  değiştirmemiştim. Geri planda Japonların tarifiyle “Doğan Güneşin Ülkesi”ni görme isteğim mi oluştu acaba bilemedim. Japonca adını oluşturan Kanji karakterler “güneş” ve “köken” anlamına geliyormuş. Bu nedenle Japonya “Doğan Güneşin Ülkesi” diye biliniyormuş.
Asya’nın bir ucundan diğerine, batıdan doğuya uçacağız. Heyecan yok içimde. Neden acaba? Genelde çok heyecanlanırım uzak yerlere, özellikle bilmediğim yerlere giderken. Aslında, çok hazırlık da yapamadım. Japonya’ya 3 aya kadar olan seyahatler için vize almak gerekmiyor. En zoru da “Yen” bulmak oldu. İstanbul’dan almak daha avantajlı olduğu için harcayacaklarımızın tümü için Yen’leri hazır etmiştik. Hiç de ucuz olmayan uçak biletimi alıp, Asya’nın en doğusundaki adaya (ülkeye) gitmeye hazır olduğumu Nezihe’ye bildirmem yeterli oldu.
Bu gezinin mimarı; Japonya’da daha evvel yaşamış, Japonca konuşmayı bilen arkadaşımız Nezihe Güçlü. Tüm bilgisini enerjisini bizimle paylaştığı için “Arigato” Nezihe, çok teşekkür ederiz. Eğer yanınızda Japonca bilen yoksa herhangi bir tur ile de gitmediyseniz işiniz gerçekten zor. Her yerde Latin yazılar göremeyebilirsiniz.
Biraz Vikipedia’dan bilgiler aktarayım: Japonya, Doğu Asya'da bir ada ülkesidir. Büyük Okyanus'ta bulunan Japonya Çin, Kore ve Rusya'nın doğusunda, kuzeyde Ohotsk Denizi'nden güneyde Doğu Çin Denizi'ne kadar uzanır. Japonya üç binden fazla adadan oluşur. Bu adaların en büyükleri olan Honşu, Hokkaido, Kyuşu ve Şikoku adaları ülkenin %97'sini oluşturur. Adaların çoğu dağlıktır ve bazıları yanardağlardan oluşur. Japonya’nın en yüksek dağı olan Fuji Dağı bir yanardağdır. Japonya 128 milyonluk nüfusuyla dünyanın nüfus açısından onuncu büyük ülkesidir.
Uçaktayız. Sersem sepelek uyudum, uyandım. Bir ara, kolumdaki saatin (Türkiye saati) 8.30’u, ön koltuğun arkasındaki ekranın Moğolistan, Beijing arasında uçuşumuzu gösterdiği sırada, dilim damağım kurumuş vaziyette uyandım. Soluğu hostesin yanında aldım. Kana kana su içip koltuğuma döndüm. Hep söylenir ya; “uçakta vücut kolay su kaybeder. Dolayısıyla bol su içmek gerekir” diye.
Ayakta terlik, boyunda belde yastık, battaniyeye sarılıp sızmışım deyim yerindeyse. Bir kez de koridorda yürüdüm. Koridorda oturmanın avantajlarını bu uçuşumda yaşadım. Hiç şikâyetçi değilim. Dünyanın bir ucuna gidiyorum ve aktarmasız. Helal sana THY.
Osaka Kansai havalimanına varışımıza 3 saat kala, hosteslerden biri, bir ara elinde özel yemekle yanıma gelip, servis masamı açarak “size özel efendim” dedi. Şaşkınım çünkü daha yemek servisine başlanmamış. “Ben mi istemişim?” Hay Allah !. “Acaba bileti alırken yanlış bir şeyler mi tuşladım” diye içimden geçiriyorum. “Soyadınız Tezcan değil mi?” dedi. “Hayır, adım Tezcan” dedim. Neyse masama bırakıp gitti. Arkadaşlar da şaşkınlar. Özel yemek! Daha kimseye su bile servis edilmemişken masamda dumanı alüminyum folyodan açılan deliklerden sızan, iştah açan bir görüntü. Gözler masamda, acaba nasıl özel bir yemek diye merak ediyorlar. İçinden ne çıkacak ben de merak içindeyim. Yavaşlatılmış çekimde sağına soluna bakınıyorum. Hediye paketini açmaya uzanır gibi yemeğin kapağını kaldıracağım sırada hostes yanımda bitiverdi. “Çok özür dilerim, bu yemek 16 numara değil de 6 G’ninmiş” deyip aldı götürdü. Hala merak ediyorum.
Yanımdaki üç Japon yolcunun da maskesi var. Üstelik aksırıp tıksıran da onlar.  Benim takmam daha doğru olurdu diye düşündüm. Bu işte bir gariplik olduğunu o an düşünsem de sonraki günlerde bunun başkalarına olan saygılarından yaptıklarını anlayacaktım. Çok kibar ve çok saygılı insanlardı. Hiç konuşmadılar ve hep uyudular.
Türkiye saati ile 11.30 ama Japonya saati ile 18.30’da 2 milyon 600 bin nüfuslu Osaka şehrinin Kansai Havalimanına indik. Kansai Uluslararası Havalimanı 1994 yılında Osaka körfezindeki yapay dolgu bir ada üzerine kurulmuş. Yurtdışından Japonya’ya gelen ziyaretçilerin başlıca giriş yolu olduğu yazılıyordu. Bizim de ülkeye girişimiz bu şekilde oldu.
Yedinci yüzyılda kurulmasından bu yana, Osaka yabancı ülkelerle ticaretin üssü olmuş. Tokyo’nun ardından ülkenin ikinci büyük metropolü olduğu da yazılanlar arasında.
Uçakta doldurduğumuz formların dışında, alanda ayrı bir form daha doldurduk. Adın, soyadın, memleketin, kaç parayla geldin, ne kadar kalacaksın vs. Formlarla birlikte pasaport kontrolünün ardından valizlerimizi de alıp dışarıda bizi bekleyen arkadaşlarımıza kavuştuk. Birçoğu daha evvel tanışık toplam 9 kişiydik. 3 kişinin haricindekiler Emirates ve Korean Air’le gelmeyi tercih etmişlerdi. Her iki grubun da varışları bizden evvel olduğu için bizi bekliyorlardı.
Aslında bundan sonrasını Nezihe’nin peşine takılarak, şaşkın ama mutlu geçen bir hafta olarak kısaca özetleyebilirim. Bugünkü planımız, Osaka’daki otelimize varmak ve dinlenmekti. Saat farkı yüzünden günü erken kapatıyorduk. Oysa Türkiye’de daha yeni öğlen olmuştu.
Alandan çıkmadan evvel Osaka ve civarındaki (Kansai Bölgesi yani; Osaka-Kyoto-Nara-Kobe) tüm ulaşımlar için kullanabileceğimiz, “Kansai Area Pass” yani tren biletlerimizi aldık. Pasaportları göstererek alabiliyoruz. Biletin üzerinde adınız soyadınız, pasaport numaranızı vs tüm bilgileri yazıyorsunuz. Bilet bir aylık ama biz birkaç gün kullanacağız. Bir aylık biletin bedeli 6.000 Yen. Yaklaşık 120 TL’ye geliyor. Biraz pahalı olabilir ama zaten Japonya ucuz bir yer değil. Üstelik bunun gibi toplu biletleri almak daha bile avantajlı oluyor.
Bu arada benim telefon çalışmıyor. Hiçbir şebekeyi alamıyor, çekmiyor. Yeni bir telefon almam için bir işaret mi acaba bilemedim. Sağ olsunlar Nezihe ve Sevcan’ın hatlarından anneme ve eşime sesimi duyurabildim. Sonraki günlerde de Sevcan’ın telefonlarından birisine deyim yerindeyse, “El koydum”. Makineye kartımı taktım, aranamıyordum fakat ben arayabiliyordum. Bu da enteresandı! Türkiye’ye döndükten sonra öğrendim ki, 3G ve üzeri olan, yeni teknolojik makinelerin haricindekiler Japonya’da çalışmıyormuş. Benim telefon da 3 yıllık falan, benim için yeni ama teknoloji devi bir ülke için çok geri anlaşılan. Aslında Japonya ile ilgili notlarda yazıyormuş “telefonlarınız çalışmayabilir” diye. Yukarıda da yazdığım gibi hazırlıksızdım yani dersime çalışmamıştım, elektrikler kesikti J.
Trendeyiz. Bal dök yala, o kadar temiz. Camda, duvarda, koltukta tek bir çizik, iz, toz kir hiçbir şey yok. Bağıran yok, çağıran yok. Tek duyulan ses, durakları bildiren trendeki anonslar ki bu da insanın uykusunu getiriyor. Özellikle kadınların yaptığı anonslar. Masal anlatıyorlar sanki. Döndükten sonra öğreniyorum; meğer Japonya’da kadın dili, erkek dili şeklinde ayırımlar varmış. Erkekler oldukça erkeksi bir dille konuşurken, kadınlar bu dile ait kelimeleri ve ünlemleri pek kullanmazlarmış. Çünkü doğru bulunmazmış. Japonya hakkındaki yazılarda, geleneksel Japon kültüründe kadın – erkek ayırımından epey bahsediliyor.
Havaalanı ile şehir merkezi arası 50 km. Hızlı trenler de var ama biz normal olanı ile 1,5, 2 saat sonra Osaka’ya varıyoruz. Alandan çıkar çıkmaz 3’er taksi ile yakındaki “Hotel il Grande Umeda” otelimize varıyoruz. Taksi ücreti; 640 Yen.  Otelimiz şehrin göbeğinde sayılır. Rezervasyonlar aylar öncesinden yapıldığı için fiyatların da makul olduğunu öğreniyoruz. 5 oda (3 gece) için toplam 90 bin Yen ödüyoruz. Kahvaltı hariç odalar için günlük; yaklaşık 67 TL.  Nezihe, odalarımıza çıkmadan otel paralarını toplayıp veriyor.
Normalde bu mevsim Japonya’nın en çok turist alan mevsimiymiş. “Sakura Zamanı” yani “Sakura Zensen” çiçeklerin açılması demekmiş. Mart ayının son haftasından, nisanın sonuna kadar süren festivaller için her yıl yaklaşık 500 bin turist Japonya’ya gidiyormuş.
Okuduklarımdan aktarmak isterim; “Sakura zensen” yani çiçeklerin açılması, 11 kentte ikişer haftalık festivallerle kutlanıyormuş. Japonya’dan başka Amerika, Kanada, Almanya ve Filipinler de bu doğa olayını festivale dönüştüren ülkeler arasındaymış.
Kiraz ağaçları Japon kültürü için büyük önem taşıyor çünkü bu ağaçların uçuk pembe çiçeklerinin ortaya çıkması kış mevsiminin bitişini ve baharın gelişini simgeliyor. Çiçeklerin dal üstündeki on gün veya en fazla iki hafta olması bu dönemi daha da değerli hale getiriyormuş. Japonlar kirazların çiçek açmasını hayata yeni başlangıç dönemi kabul ettiklerinden, şölenlerle kutlamakla yetinmiyor, yeni başlangıçlar olarak işe başlama, evlenme tarihlerini de çiçeklerin açış günlerine göre ayarlıyorlarmış. Okullar bu tarihe göre açılıyor. Biz gittiğimizde tatil dönemiydi.
Sakuralarla ilgili son bir detayı yazmak isterim. Japon kiraz ağaçları bizim bildiğimiz gibi tatlı bir meyve vermiyor. Sadece süs amacıyla yetiştiriliyor. Bu yüzden ağacın en değerli olduğu dönem çiçeklendiği günler.
31 Mart 2013 – Pazar – JAPONYA (OSAKA – NARA)
Yarım saatlik hazırlanmanın ardından 7.30’da Nara’ya gitmek üzere otelden ayrıldık. Uzun uçak yolculuğun ardından dinlenmiş görünüyoruz. Otelimizin yıldızı düşük ama her türlü konforu mevcuttu. Buzdolabı, su ısıtıcısı her gün yenilenen havlular vs. Her şey minimal ölçülerde, alçak tavanlı dar odalar ama tertemiz.
Yollardayız. Buralarda maalesef süre tutamıyorum. Kendimi akışa kaptırmış vaziyetteyim. Trenden etrafı seyrediyorum şaşkın bakışlarla. Herkes maske takmış durumda birçoğu da beyaz eldivenli.
Eldiven kısmını tam bilmiyorum ama dönüş yolunda Ankaralı bir yolcu, konuyla ilgili söz açıldığında anlatmıştı maskelerin sebeplerinden birini. 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombası her tarafı yakıp yıkıp kül ettikten sonra Japonlar kısa sürede yok olan alanlarını yeşillendirme, ağaçlandırma çalışmalarına girişmişler. Başka ülkelerden gelen fidanların, ağaçların polenleri halkta alerjiye sebep olmuş. Bu yüzden hem kendilerini hem de başkalarını korumak adına bu önlemi alıyorlarmış.
Konforlu tren yolculuğumuz, Japonya’ya yüz yıl başkentlik yapmış Nara’da sona eriyor. İstasyondan çıkıp Turizm ofisine doğru yürüyoruz. Bize gönüllü öğrenci rehber verebileceklerini öğreniyoruz. Japonya’da 50 bin gönüllü rehber (Goodwill Guide) bulunuyormuş. Bunların çoğu öğrenci olmakla birlikte emekliler ve ev hanımlarından oluşuyormuş.
İstasyonun çıkışındaki bir markette ayaküstü kahvaltımızı yapıyoruz. Her şeyin hazırı mevcut, tatlı tuzlu ne iterseniz, kahve her yerde var. Kahve çok popüler bir içecek. Jamaika yıllık kahve üretiminin yaklaşık %85’ini Japonya’ya ithal ediyormuş. Bu arada Japonya’da musluk suları içiliyor ve çok güzel.
Biz ayaküstü kahvaltımızı yaparken Nezihe 20 yaşındaki gönüllü rehberimiz Heidi ya da Kaide ile bize katıldı. Tanışırken kimimiz Kaide, kimimiz Heidi anlamışız. Sorun değil, “Heidi” de yabancı sayılmazdı hani çocukluk arkadaşımızdı. Ha bir de Klara vardı J.
Kaide ve Nezihe’nin peşi sıra Nara sokaklarına dalıyoruz. Nara Japonya’nın eski başkentlerinden biri olmasının haricinde Japon sanatları, el sanatları, edebiyat, kültür ve sanayinin beşiği konumundaymış. Turistik mekânların hepsi de istasyonun yakınında bulunuyordu. Buraya geliş sebebimiz Todaiji Tapınağı. Dünyadaki en büyük ahşap yapı olma özelliğinin yanı sıra en büyük Budha heykelinin de içinde bulunduğu bir tapınak.
En fazla 3 katlı binaların olduğu, tek tük araçların geçtiği sokaktan dümdüz yürüyoruz. Buralar tapınaktan geçilmiyor zaten. Gördüğümüz ilk tapınağa dalıyoruz. Bahçesindeki çiçek açmış kiraz ağaçları tapınaktan daha çok etkileyiciydi.
Sokaklar düzenli, temiz, sessiz sanki çizgi filmin içerisinde canlı kanlı dolaşıyoruz da etrafımızdaki birçok şey hareket halinde ve güzel şölen sunuyorlardı. Yol üzerindeki elektrik direklerinden insanı mest eden yumuşak tınılar geliyordu. Kimonolu genç kızlar, karete, judo takımının genç erkekleri, şirinlikleri dillere destan çocuklar sokağın neşe kaynağıydılar. Japonya’daki asıl Japon biz olmuştuk. Gördüğümüz her yerin,  her eşyanın, insanın, hayvanın fotoğrafını çeker olmuştuk.
Yürüyüşün devamında Nara Park’a varıyoruz. Budist sanatının tüm dönemlerine ait eserlerin yer aldığı Nara Ulusal Müzesi’nin de içinde bulunduğu Nara Parkının göz bebekleri geyiklere rastlıyoruz.
Turistlerin ilgisi daha çok geyiklereydi. Bu yüzden müzeye falan girmedik. “Çok geyik olur” diye. Ünleri o kadar yayılmış ki, Nara Parkı olmuş “Geyik Parkı”. Kimi yolda kimi parkta insanların kendilerini beslemesine alışmışlar. Bizim Eminönü – Yenicami’deki kuşlar gibi. Ama bunlar bisküvi yiyorlardı. Özel krakerler (bisküviler) 100-150 Yen’e satılıyordu. İnsanlar bu bisküvilerden satın alıp, geyikleri kendi elleriyle besliyorlardı. Turistik bir ritüel; geyik besle, fotoğraf çektir. Bizim Figen simit yedirmeye çalışıyordu.
Hava kapalıydı. Grinin tüm tonları vardı gökyüzünde. Biraz da soğuktu. Derken büyük bir gürültü galiba yıldırım düştü. Birkaç dakika sonra da oluktan akar gibi yağmur yağmaya başladı. En yakındaki alt geçide dar attık kendimizi. Yağmur yavaşlayıp tek tük atar vaziyette yağınca yürüyüşümüze devam ettik.
Todai-ji; dünyanın en büyük ahşap yapısı. İkinci özelliği de dünyanın en büyük Buda heykelini barındıran tapınak. Bu tapınak aynı zamanda, bir Budist okulu olan, Kegon’un da ana merkeziymiş.
UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde bulunan Tōdai-ji’ye (Büyük Doğu Tapınağı) giden yol araç trafiğine kapalıydı. Sağlı sollu turistik eşya satanlar ve tabii geyikler bulunuyordu.
Tapınağın arazisine girişi sağlayan 21 metre yüksekliğindeki 18 tahta direkten oluşan iki katlı devasa kapı da başka bir sanat eseri. Nandaimon Kapısı, yani “Büyük Güney Kapısı” olarak anılıyor. Bu kapının inşaatı da 12. yüzyılın sonunda tamamlanmış. Bahsi geçen 21 metre yüksekliğindeki kapısında uzun ahşap sütunlar ve her iki tarafında da sert görünümlü “Nio Guardian Kings” heykeller bulunuyor. Rehberimiz Kaide’nin anlattığına göre bu heykeller Japon alfabesindeki ilk (A) ve son (IM) harflerinin simgesi yani doğuşu ve ölümü anlatıyorlarmış. Her iki heykel de 1988-1993 tarihleri arasında yenileme görmüşler. Bu kapı da tıpkı tapınak gibi ulusal hazinenin içindeymiş.
Tapınaklarla ilgili internetten topladığım bilgilerden aktarayım. Tapınağın ilk versiyonu 728 yılında İmparator Shōmu döneminde inşa edilmiş. Bu dönemde Japonya’da salgın hastalıkların ve bir sürü felaketin ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemesi nedeniyle, imparator salgın hastalıkları ve doğal felaketleri önlemek için her bölgede bir tapınak yapılmasını teşvik etmiş.
Depremler ve yangınlar yüzünden ancak 751 yılında tamamlanmış, 752 yılında da 10.000 kişinin katıldığı bir tören ile açılmış. Budizm’de
Japonya’nın en önemli merkezi olan Tōdai-ji, sonraları bu rolünü kaybetmiştir.
Şu anda ayakta durmakta olan mevcut bina 1709 yılında tamamlanmış. Daibutsuden (Budha’nın olduğu salon) 57 metre uzunluğu ve 50 metre genişliği ile oldukça büyük bir yapı olsa da, orijinal yapıya kıyasla yaklaşık %30 daha küçükmüş. Ayrıca rutubeti engelleyen orijinal bir havalandırma sistemine de sahipmiş.
Görkemli tapınağın bahçesi de tam seyirlikti. Tapınağın önündeki (giriş kısmında) kullanılan mermerleri anlattı genç rehberimiz. Tam ortaya yani giriş kapısına denk gelen koyu gri mermer Hindistan’dan, onun yanındaki Çin’den onun yanındaki de Kore’den gelmiş diğerleri de Japonya’da üretilen mermerlerdendi. Bunların aslında bir anlamı vardı. Mermerlerle anlatılmak istenen Budizm’in Japonya’ya geliş yoluydu. Budizm; önce Hindistan’a, oradan Çin’e, daha sonra Kore’ye ve oradan da Japonya’ya ulaşmış.
Tapınağın bahçesinde ayrıca “Arınma Çeşmesi” dedikleri, tapınağa girmeden önce arınmak amacıyla ellerin ve ağzın yıkanması için kullanılan çeşme bulunuyor. Rehber Kaide bize uzun ahşap saplı su kaplarıyla ellerin ve ağzın hangi sırayla kaç defa yapılacağını gösterdi. Şu anda hatırladığım tek şey o sudan epey içmişliğim.
Tapınağın girişinde tütsüler yakılıyor. Biz de yaktık, kokladık. Büyük kapıdan içeri girer girmez ünlü Budha heykelini karşımızda buluyoruz.
Oldukça sade ve gösterişsiz olan Budha heykeli, 15 metre yüksekliğinde ve 450 ton ağırlığındaymış. Büyük Budha’nın sağ elinin avuç içi halka bakacak şekilde havada, sol eli yine açık vaziyette avuç içi yukarı bakacak durumda. Sağ el “Korkma ben seni her şeyden korurum”, sol el ise “Senden gelen dilekleri istekleri kabul ediyorum” manasındaymış. Heykelin şu andaki mevcut elleri 1568 ile 1615 yılları arasında, kafa kısmı da 1615 ile 1867 yılları arasında yeniden inşa edilmiş.
Kafasında 966 tane insan kafası büyüklüğünde oymalar varmış. Her bir oyma bir insan kafası büyüklüğünde. Manası da kafasında 966 tane insan taşıyormuş aslında. Manası tam da bu mu bilmiyoruz. Sordum, büyüklüğünü anlamak için yapılmış olduğunu söyledi.
Not: Anıları yayınladıktan sonra sevgili arkadaşım Nihal Artar şu bilgiyi vermişti: “966, mutluluk ve huzurun şifresini barındırdığına inanılan bakara suresinin ayet sayısı. İslam’da Budizm’den çok esinti var. Namaz kılar gibi ibadet eden bir Budist kolu da var.” Çok teşekkürler Nihal.
Heykelin arkasında lotus çiçekleri bulunuyor. Budizm’de Lotus çiçeği ilk doğuşu simgeliyormuş. Bataklıktan çıkan bu güzel çiçek aslında insanı, renginden dolayı sadeliği ve saflığı da simgeliyor.
Heykelin önünden ayrılıp, soldan devam ediyoruz. Hemen yakınında daha küçük ebatlı, ellerinin konumu tam tersi olan, ışıltılı görkemli bir heykel daha duruyordu. Gönüllü rehberimizin anlattığına göre, bu da paraya gösterişe önem veren tam tersi bir örnekmiş. Bunun haricinde birkaç tane daha Budist (melekler) heykeller bulunuyordu.
Birkaç adım sonra çocukların şen kahkahalarını duyar olduk. Büyük kalın bir kütük ve arasından ancak çocukların geçebileceği darlıkta bir boşluk. Çocuklar o delikten geçip sevimli pozlar vererek fotoğraf çektiriyorlardı. Bu deliğin Buda’nın burun deliği ile aynı ölçüde olduğu ve buradan geçebilenlerin bir sonraki hayatında mutlu olacağı gibi sözler kalmış hafızamda.
Daibutsuden’in önünde ahşaptan yapılmış bir heykel daha vardı. Kolçaklı bir sandalye (taht) üzerine oturtulmuş ahşap büstün başında kırmızı bir bone ve omuzlarına attığı yine aynı kumaştan kırmızı bir örtü vardı. Fotoğrafını çekmiştim ama ne olduğunu bilmiyordum. Internetten bulduğuma göre, 18. yy.da yapılmış. Budizm’in yayılmasında önemli rol oynayan Pindola Bharadyaja, Japonya’da kısaca “Binzuru” olarak biliniyormuş. Binzuru’nun gizli güçleri olduğuna inanılıyormuş. Hatta Binzuru’nun heykeline sürülen vücut kısımlarındaki hastalıkların iyileştiği inancı da yaygınmış. Daha evvel bunu bilseydik, deneme yapardık.
Tapınağın çıkışına doğru bir takım hediyelik eşyaların, dini figürlerin, dilek tahtaları vb objelerin satıldığı tezgâhlar bulunuyor. Hatta falımıza bile baktırdık, eğlendik. Yine aynı yoldan aynı bahçeden dönüşe geçtik.
Çok detaylı olmasa da birkaç tapınak ziyareti daha yapıp Nara’nın caddelerine dağıldık. Nara’dan ayrılmadan evvel yemek için gözümüze kestirdiğimiz bir lokantaya gittik. Aslında Nezihe ve rehberin gittiği lokantaydı. Sevcan çok istedi orada yemeği, bizim de başka önerimiz yoktu. İyi ki de diretmiş. İçerisi tıklım tıklım üstelik bekleyenler de vardı. Biz de bekledik.
Bu arada Japonlar yemek için gerekirse saatlerce bekleyebiliyorlarmış. Sokakta uzun kuyruklar gördüğümüzde öğreniyoruz, tüm bunların yemek kuyruğu olduklarını. Bu arada sokakta gezinirken güzel bir tatlı da yedik. Dışı hamur içi tatlı, güzel bir şeydi. Japonya gezimiz süresince de her yerde rastladığımız bir tatlıydı. İç kısmı, siyah, kırmızı, yeşil vs. her renkte (meyvelerine göre) olabiliyordu. Plastik oyuncaklara da benziyordu ama yenen cinsten.
Neyse, sıra bize geldi, geçtik ocak başı masamıza. Japonya’da lokantaların çoğunda masalar ocaklıydı. Tüm lokantalarda oturur oturmaz su ve sıcak ıslak havlu geliyor. Kahve bile içmek isteseniz sularınız geliyor. Çubukları yazmıyorum artık. Kısa beklemenin ardından dumanı üstünde yemeklerimiz gelip ortadaki sıcak saç ocağın üzerindeki yerini aldı. Her şeyden denemek için birkaç çeşit sipariş etmiştik. Hepsi de çok lezzetliydi, sildik süpürdük. Adlarını falan hatırlamıyorum ama ahtapotlu, sebzeli, dana etli, makarnalı vs gibi çeşitler vardı.
Dönüş yolunda kiraz ağaçlarının altında piknik yapanlara da rastlıyoruz. Aslında gezi boyuca gördüğümüz şehirlerin hepsinde aynı manzara vardı. Sakuraların ağaç üzerindeki kalım süresi kısa olduğundan halk bu güzel mevsimin tadını çıkarmak için ağaçların altına yaydıkları (belediyenin sunduğu) örtülerde toplanıp yiyip içip eğleniyorlardı. Bizdeki gibi mangal, darbuka falan yok tabi, en fazla kahkaha sesleri duyuluyordu. 14.00 treni ile Nara’dan Osaka’ya dönüyoruz.
Osaka, (okunuşu: o saka) Japonya’nın üçüncü en büyük şehri. Osaka Körfezi’ne dökülen Yodo Nehri’nin ağzında kurulan Osaka şehri aynı zamanda Batı Japonya’nın ticaret ve sanayi merkezi.
Osaka’da onlarca gülen Buda heykellerinin bulunduğu renkli, ışıklı sokakları olan, Osaka’nın downtown dedikleri Shinsekai bölgesine varıyoruz. Bulunduğumuz bölge Osaka’nın güneyinde eski bir semtmiş. Tsutenkaku Kulesi (cennete ulaşılan kule)’nin de içinde bulunduğu mahalle 20.yüzyılın başında modern görüntüsünün yanında, kentin yerel turistik cazibe merkezi olarak da ünlenmiş.
Aslında bu bölgenin epey ünü varmış. 1990’larda suç oranının en çok olduğu bölgeymiş. Kimi kaynaklarda da; suç oranının yüksek olduğu yer değildir ama hava karardıktan sonra gidilmemesi daha iyi olur gibi öneriler var. Bunun yanında yaşlıların, evsizlerin, fahişe ve travestilerin de mekânıymış. Kısa sokakları turlarken, iki katlı bir bina gördük. Kapısının önündeki afişlerden dolayı -yaklaşana kadar- sinema zannettik. Girişinde büyük çıplak kadınlar, kadınlı-adamlı çıplak fotoğraflar falan vardı. Yaklaşınca anladık genel ev olduğunu. Osaka’nın varoş mahallesinde epey renkli görüntülere rastladık. Hele film afişleri “iki film birden” olanlardandı.
Trafiğe kapalı olan sokaklarda sağa sola bakınarak dolaştık. Köşe başlarındaki sarı renkli gülen Buda heykelleriyle epey fotoğraf çektirdik. Bir de Japonya’da en pahalı kahveyi buralarda bir yerde içtik.
Bitişikteki Onsen Spa Merkezi’ne yöneliyoruz. Daha sonra gideceğimiz Onsen Kaplıcasının giriş çıkış saatlerini ve biletlerle ilgili bilgileri öğreniyoruz. Daha sonra detaylarını yazacağım. Spa merkezinin merdivenlerinden çıkarken sokağın sonundaki Tsutenkaku Tower’ı görüyoruz. Gökyüzü çok net değildi ama yine de birkaç arkadaşımız kuleye çıkıp Osaka şehrini tepeden görmek istediler.
16.45, Osaka’dan kaleye gitmek üzere başka bir metroya biniyoruz. Hava kararmadan ünlü Osaka Kalesini görmek istedik. Nehrin kenarındaki çiçekleri açmış kiraz ağaçlarının yanından yürüyerek kaleye vardık. Manzara aynı; mavi örtüler serilmiş, gençler etrafına dizilmiş piknik yapıyorlardı. Kale deyince bizdekiler gibi yüksek surları, görkemli kapıları olan kaleler anlaşılmasın. Ben içerideyken bile kalede olduğumu anlayamamıştım. Surlar yok, merdiven yok. Bir de Prag Kalesi’nde aynı duyguya kapılmıştım.
Hava da yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Sarayın bahçesi kadar etrafı da görülmeye değerdi. Kaleye doğru giden daracık bir yolda ilerlerken, karşıdan gelen kamyonun önündekileri uyarmak için bir adam önden koşarak kamyona yol açıyordu. Kameralar elimizden düşmedi. Kendileri gibi küçük köpeklerini dolaştıranlar, kiraz ağaçlarının altında piknik yapanlar, gelinlik fotoğrafı çektirenler ne ararsan oradaydı.
Önceki kalelerin, aksine düz yerlere inşa edilmiş olan kaleler, bölgeleri yönetmek, mekânı askeri üs olarak kullanmak gibi hizmetleri yerine getirmek için yapılmış. Şehrin merkezi konumundaymış. Kalenin nehir yanına kurulması ve nehir kısmındaki duvarların 18 km uzunluğunda olması bakımından savunması ve korunması da daha kolaymış. Bu bakımdan diğerlerine örnek teşkil ediyormuş.
Japonya’da mutlaka görülmesi gereken yerler listesindeki Osaka Sarayı, 1586 yılında Toyotomi Hideyoshi tarafından inşa edilmiş ve Japonya’nın bir zamanlar en büyük kalesi olarak ün salmıştır. Aslının birebir kopyası olan 5 katlı kalede, Toyotomi hanedanına ve eski Osaka’ya ait birçok sanat eseri ve belge bulunuyormuş. Kral bu sarayın aynısından Tokyo’daki başka bir sarayda yaşıyormuş.
Nehrin üzerindeki köprüden geçip kaleye varıyoruz. Hava karardığı için şimdilerde müze olarak kullanılan 5 katlı saraya girmeyip sadece bahçesinde turladık. Bol bol fotoğraf çekip ayrıldık.
Ziyaret sonrası şehre dönüp metrodaki 5 katlı Yodobashi elektronik mağazasına uğradık. Tokyo’da da aynısına gideceğimiz için alışveriş yapmadan fikir edinip çıktık. Çoğunluğun isteğiyle otele yürüyerek döndük. Biraz arandık ama hiç şikâyetçi değildim. Yürümek her daim mutluluk verir bana.
Otele çantalarımızı bırakıp, yakındaki lokantalardan birinde akşam yemeğimizi yedik. Tavuk yoktu ama çiğ yumurta geldi masaya. Pişmiş diğer yemeklere katılıyor.
Son enerjimizi de otele gidene kadar kullandık, yarım gibi odalarımızdaydık.
Bir Japon atasözü ile bu günü bitirmek istiyorum: “Okuduğun her şeye inanacaksan, hiç okuma daha iyi.”
01 Nisan 2013 – Pazartesi – OSAKA – KYOTO (1 günlük bilet 500 Yen)
Vakitlice dinlenmiş olarak uyandık ve 8 gibi otelden hareket ettik. Tam trene binmek üzereyken, ekipten bir arkadaşımız unuttuğu biletini almak üzere otele geri döndü. İstasyon çok yakında olduğu için yürüyerek gidip geldi. Bu sayede ben de istasyonda geleni geçeni seyrettim. Koşuşturmalarını, birbirlerine benzeyen kıyafetlerini, ellerindeki en ufak çöpü bile istasyondaki ayrıştırılmış bölümlere atanları, bağırış çağırış olmadan sadece ayak seslerinin geldiği koca istasyonu.
Bugün birkaç tren değiştirerek, tarihi geçmişi 1200 yıldan daha eski olan Kyoto’ya gideceğiz. 1.474 bin nüfuslu Kyoto’yu gezmek için bir gün az ama biz en önemlilerini görüp akşam Osaka’ya döneceğiz.
Kyoto 8.yüzyıl sonlarında 794’ten 1860’lara kadar Japonya’nın başkentiymiş. 1000 yıldan fazla. Bu zaman içerisinde en güzel Japon sanatının, kültürünün, dinin ve düşünce tarzının hazinesi haline gelmiş.
Tarihi geçmişi bu kadar uzun olan şehrin elbette onlarca eski tapınağı ve bahçesi olur. Hele de bu şehir Japonya’daysa. 1994 yılında, toplamda 17 tapınak, mabet ve kale UNESCO dünya mirası listesine girmiş.
Yarım saatlik yolculuk sonrası Kyoto’ya vardık. Tren istasyonu modern görünümüyle görülmeğe değerdi.
Şehrin merkezindeki Kyoto İmparatorluk Sarayı’nı maalesef göremiyoruz. Japon mimarisinin zirvesini temsil eden Kyoto İmparatorluk Sarayını ziyaret etmek için sabah 10.00, ya da öğleden sonra 14.00 turlarına katılmak, ayrıca 20 dakika öncesinde pasaportla gelip izin almak falan gerekiyormuş. Bu tür uzun sürecek bürokrasilerden olsa gerek bizim programımızda yoktu.
Higashiyama bölgesindeki tek katlı ahşap Sansujangen-do Tapınağı ilk ziyaret noktamızdı. Giriş bileti. 300 Yen. İçeride fotoğraf çekmek biryana ayakkabılarımızla bile giremedik.
1001 tane ahşap, Kannon (Merhamet Tanrıçası) heykeli ile ünlü olan tapınak kompleksi 1164 yılında kurulmuş. 1249 yılında büyük bir yangın olmuş. 1266’da ise sadece ana salon yeniden inşa edilmiş.
İnternetten bilgi ekleyelim; Sanjusangendo Salonu; Budizmin Tendai mezhebine ait bir tapınak olan Myoho-in Tapınağı içerisinde yer alır.  Merhamet tanrıçası Bodhisattva Kannon'u farklı yüz ifadeleriyle betimleyen Japon selvi ağacından oyulmuş gerçek boyutlu heykelleri ile ünlüdür. Salonun ortasında bulunan tanrıça heykeli; onun koruyucularını sembolize eden 28 adet heykel ile çevrelenmiştir. Bu heykel grubunun etrafı da farklı tanrı ve tanrıçaları temsil eden 1001 tane heykel ile sarılıdır. Ortada bulunan görkemli tanrıça heykeli, 1254 yılında Kamakura Dönemi’nde oluşturulmuştur. Diğer heykellerin yapımı ise 12. ve 13. yüzyıllar süresince gerçekleştirilmiştir.
120 metrelik salonu ile Japonya’nın en uzun ahşap yapısıdır. Sansujangen-do’nun anlamı “33 aralık” demekmiş. Tapınağın adı tam anlamıyla uzun ana salonun mimarisini açıklayan, sütunlar arasındaki 33 boşluktan kaynaklanıyormuş.
Biz çıkarken tekerlekli sandalyesiyle bir ziyaretçinin geldiğini de gördük, muhtemelen tedavi içindi. Yine dilekler, talepler beyaz kâğıtlara yazılıp tellere bağlanmıştı. Burası da bir nevi telli babaydı.
Ayakkabısız yaptığımız ziyaretimizi nihayet bir taraflarımızı üşütmeden bitirebildik. Tamam, mekâna zarar vermemek için iyi de biz de telef olabilirdik. Allahtan çorabım kalındı.
Neyse mekândan ayrılıp otobüs durağına kadar yürüdük. Şehir çok büyük her yere yürüyerek gidemeyiz.  Otobüsten inip bizim Mahmutpaşa benzeri bir yoldan tepeye doğru yürüdük. İki katlı evlerin sağlı sollu olduğu kaldırımsız yoldan araçları kollayarak, fotoğraf çekerek ünlü Kiyomizu Dera’ya vardık.
Tapınağa adını veren Kiyomizu; temiz saf su manasına geliyormuş. Adı gibi çok güzel olan bu mekân benim de Kyoto’daki favori mekânım oldu.
Kyoto’nun panoramik manzarasının en güzel göründüğü, derin bir vadide kurulan geniş ahşap verandası ile ünlü tapınağın giriş bilet ücreti 600 Yen.
Popüler mekânlardan birisi de burası. Bir kere çok güzel bir şehir (Kyoto) manzarası var. Ayrıca aşkı arayanların da uğrak yeriymiş. Yazacağım…
Viki’den kitabi bilgiyi de ekleyeyim: Kiyomizu-dera Kyoto'nun doğusunda bulunan bağımsız bir budist tapınağıdır. Antik Tokyo'nun tarihi anıtlarından biri olan tapınak, UNESCO tarafından dünya mirası listesine alınmış. Tapınağın girişi Heian ilk döneminde bulunmuştur. 1633 yılında yeni binaları eklenen tapınağın tarihçesi 798 yılına uzanır. Tapınak ismini kompleksin içindeki şelaleden almaktadır. Kiyumizu, temiz saf su anlamına gelmektedir. Ana girişte geniş bir bahçe ile şehre etkileyici bir hava veren uzun sütunlar bulunmaktadır. Tapınağı popüler kılan bir başka özellik ise buraya has olan bir inanıştır. 13 metre yükseklikten atlayarak hayatta kalan kişinin dileğinin mutlaka gerçekleşeceği rivayet edilmektedir. Edo döneminde 234 atlayış kaydedilmiş ve bunların % 85,4’ü hayatta kalmıştır. Günümüzde bu gelenek yasaklanmıştır. (Teşekkürler Viki)
Gezmeye devam edelim. Merdivenlerden çıktık karşımızda tapınak zannettiğim ama giriş kapısı olan sempatik kırmızı yapı. Kapısında ve önündeki merdivenlerde epeyce fotoğraf çekip tekrar birkaç basamaklı merdivenle kompleksin ortasında bulduk kendimizi. Her yer dilek telleriyle doluydu. Tapınağın terasında hem manzarayı seyrettik hem fotoğraf çektik. Kimonolu kızlar da göz kamaştırıcı. Neredeyse hepsinin fotoğrafını çektik Japon diye ama bir tane bile yerli çıkmadı. En yakını Çinli ya da Koreliydi.
Kimonolu genç kızların onlarca fotoğrafını çekip de biraz kitabi bilgi eklemeden geçmek istemedim. Kimono; kiru ve mono , "giyilen eşya" yani "elbise" demekmiş. Japonya’nın geleneksel giysisidir. Aslında tüm giysi çeşitleri için kullanılan kimono sözcüğü sonradan hâlâ kadın, erkek ve çocuklar tarafından giyilen uzun giysiyi tanımlamak için kullanılmaya başlamıştır. Kimono T şeklinde, ayak bileğine kadar uzanan düz hatlı, yakalı ve uzun kollu bir giysidir. Kollar özellikle bileklerde çok geniştir. Genişliği yaklaşık olarak yarım metreye kadar varır.
Tipik bir kadın kimonosu on iki ya da daha fazla parçanın kuşanılmasıyla giyildiği için, Japon kadınların çoğu yardım almadan geleneksel kimonoyu giyemeyebilirmiş. Her birinin kendine özgü giyinme ve kuşanma şekli varmış. Kimono giydiricileri lisanslı olarak kuaför salonlarında çalışırlar ve evlere de giderler. 20 yaşına basan genç kızlar da kimono giyip aile içinde kutlama yaparlar.
Devam edelim gezimize. Her yer dilek ağacı ya da dilek kutusu. Bir tanesi çok enteresandı; küçük kâğıtlara dilekler yazılıp, su dolu kaplara atılıyordu. Acaba silinirse mi gerçekleşiyordu yoksa silinmezse mi bilemedik. Bizdeki gelinin ayakkabısının altına yazılan gibiyse eğer, çoğunun dileği oluyordur. Biraz da yazılan kaleme bağlı. Suda çıkmayan rujlar gibiyse yazdıkları kalemler yandılar.
Kiyomizu Tapınağı içerisinde yer alan, Jishu Shrine’den bahsetmeden geçmek olmaz. Aşk acısı çekenler ve kavuşamayanlar buraya gelip dilekte bulunurmuş. Oradan topladığım broşürlerde “Kiyomizu tapınağı merkezinin yakınında olmasına rağmen, bağımsız bir türbe olduğu” yazıyor. Ve Kiyomizu’nun parçası olmadığından bahsediyor. Japonya dışından gelen insanlar için burası aşkı arayanların umut kapısı olarak popüler hale gelmiş. Bekârlar evlenmek için, evliler çocukları için dua edip dilekte bulunuyormuş. Jishu Shrine 1300’lerde yapılmış daha sonra 1733 yılında yeniden inşa edilmiş. Günümüzde Japon hükümeti tarafından önemli bir kültür varlığı olarak belirlenmiş.
Güzel ana binasının önünde, yaklaşık on metre aralığında iki büyük taş bulunuyor. Onlara “Aşk Taşı” deniyormuş. Aslında hem aşk hem de fal-cılık da deniyor. Çünkü Jishu Shrine, sevgi ve çöpçatanlık olarak yazılıyor. Neyse dönelim bu iki taşa. Eğer bir kişi gözleri kapalı vaziyette bir taştan diğerine güvenli bir şekilde yürür ve ona dokunur ise onun aşkı gerçekleşirmiş. Bu basit falcılık uygulaması hem Japon halkı hem de turistler için çok eğlenceli bulunuyormuş. Biz bilgi eksikliğinden taşa da tren muamelesi yaptık ya neyse.
Jishu Shrine’de süprizler bitmiyor. Eğer burada dilek dileyenlerin dilekleri kabul olursa, evlilik ya da başka bir şey tekrar gelmeleri gerekiyormuş. Tabi boş gelmemeleri öneriliyor. Türbeye bir şeyler sunmaları öneriliyor. Bu sunulacak şey, eşya mı para mı bilmiyorum.  Bağışta bulunanların isimleri de türbenin önünde bulunan bir tahtaya yazılıyormuş. Bu isimler tanrının gemisiyle uzak ülkelere bile uzanıyormuş. Artık inanın inanmayın…
Yine tapınağın bir köşesinde ahşap üzerine resimli yazılı tahtalar asılmıştı. Onlara da sevgi kelimeleriyle dua sunan “ema” deniyormuş. Bunlar geçmişte vebadan kurtulmak için tanrıya gönderilen bir dilek mektubuymuş aslında. Belki de bu geleneğin başlangıç şeklidir.
Tanıtım yazısının son cümlesi ise şöyle. “Dünya üzerinde birçok millet var olsa bile tek bir insan ırkı vardır. Eğer bir sevgi elde etmek istiyorsanız, tanrıya küçük bir dua edin. Japon Aşk Tanrısı Jishu size ve dünyadaki tüm insanlara sonsuz sevgi, bilgelik ve mutluluk verebilir.”
Pazarlama tekniği gibi de geliyor ama bilemedim. Kafayı ne tarafa çevirsek dilek tahtaları, aşk duaları, tılsımlar. Japonlar da bizler gibi çoğu işlerini tanrılarına bırakmışlar anlaşılan. Hiç de öyle görünmüyorlar hâlbuki.
Neyse Jishu Shrine’den ya da aşk- fal merkezinden sıyrılalım biraz. Doğaya uyumlu tapınağın bahçesinde dolaştık. Her noktadan farklı manzaralar, her daim fotoğraflarımıza konuk sakuralar çok huzur vericiydi. Kompleksin yürüme alanı işaretlenmiş, ziyaretçilerle aynı noktadan ilerliyorduk uzun yolda. Tapınağın etrafını turlayıp sona geldiğimizde başka bir kuyruk dikkatimizi çekti. Yaklaştığımızda gördük şelale gibi yukarıdan 3 noktadan alttaki göle akan suyu.
Wiki’nin yazdığına göre; ana holün hemen altında Otowa şelalesi bulunmakta ve sular 3 kanaldan bir göle akmaktadır. İnanışa göre bu kanallar sırasıyla bilgi, sağlık ve uzun ömrü simgelemektedir. Kutsal olduğu kabul edilen su tapınak ziyaretçileri tarafından tedavi özelliği olduğu inancıyla içilmektedir.
Bu bilgiyi de daha evvelden okusaymışım her 3’ünden de içerdim. Hangisinden içtiğimi bile bilmiyorum.
Gelmişiz ta nerelerden, elbet biz de kuyruğa girdik. Minik gölün etrafından dönüp birkaç basamak çıkarak şelalenin altına geldik. Hemen sağımızdaki arınık kutusunda bulunan, uzun saplı metal bardaklardan aldık. Uzattık metal bardakları ve içtik şifa niyetine. Eksik içmişiz ya neyse…
Fotoğraf makineleri en çok da bu mekânda çalıştı. Gökyüzü çok müsaitti, açık ve güneşli. İstemeyerek de olsa yavaş yavaş mekâna veda edip, geldiğimiz yolun paralelinden dönüşe geçtik.
15.00 gibi tapınaktan ayrılıp toplandık. Dönüş yolunda daha fazla turistik eşya satan tezgâhlara ve dükkânlara rastladık. Hele yerel yiyecekler tatmakla pardon saymakla bitmez. Plastik hamurlu renkli tatlılardan yemekten içim bayıldı. Hala anlamış değilim, o kadar açıkta tatlı yiyecek vardı ve bir tane bile sinek yoktu. İyi mi kötü mü bilemedim.
Turistik eşya ve lokantaların bulunduğu sokaktan yürüyerek, hatta sağlı, sollu dükkânlarda beleş tadımlık yapıp öğünü bile atlattık. Kimi yeşil çay ikram ediyor, kimi plastik tatlılardan ikram ediyor, yemesek ayıp olurdu yani.
Bu sabah Kyoto’ya gelirken bindiğimiz trende, elimdeki İngilizce Japonca kitabını gören hanım, “Where are you from”la sohbete başlamıştı. Akşam oldu, hala bizimle. Yani bugün 10 kişiyiz.
Benim telefon bile buralarda eskiyse, arabalar kaç yaşında merak ediyorum. Bu arada trafik soldan, direksiyonlar sağda. Araçların hepsi gıcır gıcır, tek bir çizik yok. Eski araç hiç yok. Yol üzerinde birkaç tapınak daha gördük ama sadece bahçesinde birkaç fotoğraf çekip oyalanmadan devam ettik. Ayrıca sokakta hiç kediye rastlamadık, hepsi evlerdeymiş.
Ana yoldan yürüyerek otobüs durağına gidip, 2 otobüs değiştirerek 1 saat sonra Kyoto’nun batı tarafında bulunan Altın Köşk Tapınağı (Kinkaku-ji)’na (Ayrıca Rokuonci – Geyik Parkı Tapınağı olarak da biliniyor) vardık. 400 Yen olan giriş biletlerimizi alıp daldık.
Hava kararmadan kitaplara konu olan güzel tapınağı görmek ziyaretimizi tamamlamak istedik. Görevlilerin rehberliğinde giriş yapıp alana geldiğimizde gözlerimize inanamadık. Akşamın kızılından mı yoksa tapınağın renginden mi bilemedim ama etrafı yeşille çevrili durgun bir göl hayal edin ve o gölün tam orta yerinde de 4 katlı altından bir köşk. Aslında yapı iki katlı ama iki de yansıması olduğu için bir anda 4 katlı gibi görünüyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş olan bu güzel yapıdan kaç poz çektim bilemiyorum.
Yine internetten (viki) bilgi ekleyelim: Kinkakuci (Altın Köşk Tapınağı) 1224 yılında, Kintsune Sayanci tarafından yaptırılmıştır. O dönemde Kitayamaday olarak anılan ve dağ evi olarak inşa edilmiş olan yapı, 1397 yılında Şogun Aşikaga Yoşimitsu tarafından Sayanci ailesinden satın alınarak yenilenerek Kinkakuci kampusuna dâhil edilmiş, dönemin önemli siyasi merkezlerinden biri olmuştur.
"Eski Budist ve Şinto Tapınaklarının Korunması Yasası"nın 1897 yılında yürürlüğe girmesi ile "Hususi İtina Gerektiren Mimari Yapı" statüsü, 1929 yılında yürürlüğe giren "Milli Hazinenin Korunması Yasası"'yla "Milli Hazine" statüsü kazanmıştır. 1904-1906 yılları arasında kapsamlı bir yenileme sürecinden geçmiştir.
2 Temmuz 1950 tarihinde, gece saat 02.30 sularında, sonradan akli dengesinin yerinde olmadığı bildirilecek olan Hayaşi Yoken adlı bir rahip tarafından ateşe verilen tapınak, içindeki bütün değerli nesnelerle birlikte yanmıştır. Bu olayın ardından Japonya Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji Bakanlığı ile Kyôto Eyaleti Eğitim İşleri Müdürlüğü yetkilileri bir araya gelerek, Kinkakuci'nin "Milli Hazine" statüsünün kaldırılmasına ve bu arada yapının yeniden inşasına karar vermişlerdir.
İlle de iyi şeyleri yok eden kötüler olacak bu evrende. Adları yerleri önemli değil. Benim olmayacaksa başkasının da olmasın mantığı herhalde. Bu yok edilen bir insan da olabilir, bir ev, bir bilgi, bir orman ya da bir ülke.
Gölün etrafını dolayısıyla da tapınağı uzaktan görüp fotoğrafladık. Tapınağın içine giriş yoktu, diye hatırlıyorum. Gerçi bizden de bir talep olmadı. Çıkışa doğru alan içinde birkaç ziyaret ve tapınakta dua edenler, tütsü yakanlar derken tamamladık ziyareti. Bir güne bu kadar ziyaret yeterliydi hem de acıkmıştık artık. Öğlen yediğimiz lastikli tatlılar ve atıştırmalıklarla duruyorduk.
Altın tapınak gezisi sonrası 17.30’da dönüş otobüsündeydik. Otobüs ücreti 500 Yen. Osaka’ya varmadan evvel Kyoto’da akşam yemeği yedik. Bu gün suşi yemeği planlamıştık ancak çok kuyruk vardı ve çok aç olduğumuz için başka bir mekâna gittik. Kyoto şehrinin en işlek caddesinde bulunan Donguri Rest.a attık kendimizi. Ocağı mekânın ortasında bulunuyor. Yanından geçerek, güç bela iki boş masa bulabildik.  Siparişlerimiz gelene kadar ortadaki ocağı seyrettik. Her şey paketlenmiş vaziyette dondurucudan çıkıyor ve hop ocağın üstüne. Ocaklar da üç dört metre vardı ve en az üç kişi üzerinde çalışıyordu. Hepsi de gençti. Ortada sıcak fırını olan masamıza karışık yemeklerimiz ve biralarımız geldi.(kişi başı 900 Yen) 20.50 treni ile Osaka’ya doğru hareket ediyoruz.
Bugün de dolu dolu geçti ve çok yorulduk. Bir gün için ne yapılırsa fazlasını yapmıştık. Kyoto büyük, modern ve çok güzeldi. Şansımıza hava da muhteşemdi.
Son bir not: Sera gazının etkilerini azaltmak ve iklim değişimini önlemek için ortaya atılan Kyoto Protokolü 2002 yılında burada imzalanmıştır.
Bu bölüm için Japon Atasözü: Yalan dörtnala gider. Hakikat ise adım adım yürür, fakat yine de vaktinde yetişir.
02 Nisan 2013 – OSAKA – Şehrin Dışında Müze Evi’nde Çay Seremonisi
Bu gün, Japonya’da kaldığımız süre boyunca gülmekten krize girdiğim-iz gün. Benim hafızamda güzel kareler bırakan, gülmekten karın ağrısı yaşatan arkadaşım Nursen’e çok teşekkür ederim. Ayrıntıları aşağıda sırası gelince paylaşacağım.
Çay seremonisi randevumuz daha geç bir saatte olduğu ama biz yine de erkenden otelden ayrılıp Osaka’nın en canlı alışveriş bölgesi olan, Namba’yı dolaştık. Japonya’da takdir ettiğim kurallardan biri de sigara içme yasağıydı. Kapalı alanlarda zaten yasak ayrıca sokakta içmek de yasak. Dolaşırken gözüme ilişti “Smoking Space – sigara içilebilir alan” yapmışlar, çok beğendim. Hem sokaklar kirlenmiyor hem de kimse rahatsız olmuyor. Sokakları arşınlarken başka dikkatimi çekenlerden de bahsedeyim. Daha evvel Tiflis’de gördüğüm heykeller gibi, burada da ana caddenin kenarlarına belirli aralıklarla konulan heykeller şehre ayrı bir güzellik katmıştı. Telefon kulübeleri de dikkatimi çekenler arasındaydı. Kulübenin içinde hem oturacak yer var hem de mekanizma aşağılarda. Evet, Japon insanının boyu falan ama daha çok engelliler düşünülmüş. Cihazlar tekerlekli sandalye hizasında. Sadece telefonlar değil, durak girişlerinin yakınında görme engelliler için minik anonslarla durakların adları söyleniyor. Ayrıca tuvaletlerin hepsinde de bu ayrıntılara dikkat edilmiş.
Namba, Osaka’nın İstiklal’i ya da Bağdat Caddesi gibi denebilir. Çoğu bölümler araç trafiğine kapalı. Işıl ışıl, rengârenk, canlı kanlı bir mekân. Bir yemek yenecek yer ya da küçük bir büfe düşünün. Giriş katında minicik bir fırın üzerinde yuvarlak hamurdan bir şeyler kızartılıyor (ahtapot varmış içinde). Binanın üst katlarını kaplayacak şekilde turuncu bir ahtapot maketi yapmışlar. Bacanın dumanı ahtapotun bir yerlerinden çıkıyor aynı zamanda müziğin ritmine göre de ahtapot hareket ediyor. Koşuşturan insanlar, turistlere (çekik gözlü olmadığımız için belki) bakmaktan kendilerini alamayan çocuklar, kokular, apartmanların yüzeyini kaplayan dev ekranlar vs. İnanılmaz!..
Bol bol vitrin seyrettik. Hem yemeklerin fotoğraflarını hem kıyafetlerini görme şansımız oldu. Bu arada kimonolar çok pahalı. 40 bin 60 bin (Yen) başlangıç fiyatlarıydı. Adlarını yazmak istemediğim birçok tanıdık markanın mağazaları burada da vardı tabii. Şehir ile nehir karışmış birbirine. İkide bir bir köprüden geçiyorduk, muazzam yapılar hem köprüler hem binalar. Daha çok gençlerin rağbet ettiği anlaşılıyor. Sinemalar, oyun salonları, barlar, alışveriş mağazaları çok enerjik bir yerdi Namba.
Saat 11.45’te Namba’dan ayrılıp buluşma noktamıza gitmek için yeniden trene biniyoruz.  İzimigoka’ya gideceğiz. Bu isimlerin hepsini Nezihe’nin ağzından duyduğum şekliyle yazıyorum.
İzimigoka’da 7 no’lu çıkışta Nezihe’nin arkadaşlarını beklerken etrafı turladık. İstasyonun hemen dibinde büyük bir avm vardı. Yiyecek bölümünde epeyce vakit geçirdim. Bin bir çeşit deniz mahsulü ambalajlanmış reyondaki yerlerini almıştı. Aralarda da tadımlık pişirip ikram ediyorlardı. Bugünkü ikramlar nefisti.
Neyse, buluşma saatimiz geldi ve buluşma gerçekleşti. 3 arabayla gelmişlerdi. Kucaklaşmalar, hatır sormalar derken 13.30 gibi araçlardaydık. Sevcan, Semra, Nazan ve ben Anya Hanım’ın aracındaydık. Bir kişi daha vardı, adı aklımda ama buraya yazamıyorum, yazılışını bilmediğim için. Yola çıktık, bir yerlerden Türkçe sesler geliyor. Şaşırdık! Anya Hanım, daha evvel Türkiye’ye gelmiş. Hem kendisi hem de ailenin diğer fertleri Türkçe öğrenmeye başlamışlar. Her vakti değerlendirdikleri için araçlarında da Türkçe masal dinliyorlardı. Hayran kaldım…
15 dakikalık bir yolculuktan sonra vardık 150 yıllık tarihi müze evine. Evdeki hanımlar kimonolarını giymiş bizleri kapıda bekliyorlardı. Tanışma ve kısa tanıtımın ardından bahçeyi ve köyü dolaştık. Tarım alanları koyu kahverengi ahşap birkaç ev. Daha yeni olan 2-3 katlı evler de vardı ama eskiler azınlıktaydı.
Etrafı turladıktan sonra içeriye buyur edildik. Kapının eşik kısmına ayak basılmıyor ve ayakkabılar çıkışta giyilecekmiş gibi bırakılıyor. Evin içini dolaştık. Binanın yapısı, sıvası, yaşı vs. ile ilgili bilgiler verildi. Özetle 150 yıllık bir bina. Yangınlar ve tamiratlar görmüş olmasına rağmen hala ayakta ve kullanılır durumda. Eski yıllarda çiftlik evi gibi kullanıyorlarmış, şimdilerdeyse müze evi.
Bu arada bizi karşılamaya gelenlerden Anya Hanım da kimonosunu giyiniyor. Bize tanıtmak için özellikle aksesuarlarını yanımızda tamamlıyor. Az buz iş değil bunu giyinmek. Sırf bunun için kurslar düzenleniyor, yarışmalar yapılıyormuş. Yaşına ya da medeni durumuna göre de kimonolar farklıymış. Yukarıda (bir önceki gün) da yazdığım gibi bekârların kimonolarının kolları çok uzun oluyor, evlenince kısaltıyorlarmış.
Anya hanım giyine dursun, bize yine kullandıkları kap kaçak, mutfak anlatılmaya devam ediliyor. Çevirilerimizi Nezihe yapıyor. Mutfağı kullanıp kullanmadıklarını sorduğumuzda yılda bir kez kullandıklarını öğreniyoruz. Hasat zamanı kutlama günleri varmış, o zaman ekmek toplanıp pirinç- karışımı hamurumsu bir tatlı yapıyorlarmış. Yaşlılara pek tavsiye edilmeyen bu tatlı ağza yapışan bir şeymiş.
Kimononun son aksesuarları da bağlanıyor. Arkasındaki büyük renkli malzeme yastık gibi de kullanılıyormuş, ya da dayanak diyelim. Kimono giymek çok kolay bir şey değilmiş. Şehirlerde bununla ilgili kurslar ve hatta yarışmalar bile düzenleniyormuş. Çok önem verdikleri kimono da, tıpkı çay seremonisi gibi bir sanat dalı.
Alkışlar eşliğinde giyim tamamlanıyor. Daha sonra sırayla hepsi modellik yapıyorlar bize. Biz de bir grup medya (gezgin) epey pozlarını çekiyoruz. Hem onlar eğleniyorlar hem de biz.
Ve geliş sebebimiz sayılan ünlü “Çay Seremonisi” başlıyor. Grup büyük, ikiye bölünüyoruz. Biraz odadan bahsedeyim. Bulunduğumuz oda-salonda koltuk, sandalye falan yok.  Bir tane dikdörtgen masa gibi ama daha alçak olanından var, üzerinde kırmızı bir hasır örtü var. Hem masa hem de oturmak için kullanıldı. Dip tarafta yine tahtadan 30 cm yüksekliğinde bir seki var, onun da üzerinde kırmızı ve bej renkli hasırlar konmuş. Minder falan yok. Hatta sekinin önünde de sekiden daha alçak bir ağaç kütüğü bulunuyor.  Sekinin bir köşesinde 2-3 tane minik kimonolu kadın-erkek bibloları süs niyetine yerini almış. Bir de temsili ocak olarak kullanılan ya da çaydanlık mı demeliyim bilmiyorum içi su dolu yuvarlak silindir şeklindeki bir kap, daha geniş başka büyükçe bir kâsenin içine oturtulmuş durumda. Çay burada hazırlanacak.
Eskiden çay evlerinde mutlaka bir ocak ve ocağın üzerinde de her daim kaynayan bir çaydanlık olurmuş. Malzemeleri bizimkiler gibi düşünmeyin. Kâsede içilen çayın çaydanlığı da silindir şeklinde kazan gibi bir şey sanırım.
Dizlerimizin üstünde oturarak sekideki yerlerimizi aldık. L şeklinde kırmızı hasırlar olan bölüme oturuyoruz. Orta kısımdaki hasırın rengi ise bej. Tam karşımızda da, yukarıda bahsettiğim yuvarlak temsili ocağın başında çay hazırlanmaya başlandı. O ara bakır kâse içinde pembe beyaz, ceviz büyüklüğünde, pirinç lapası gibi bol şekerli olan tatlılarımız geldi. Sıranın başında da ekipten bir hanım, yanında Nursen sonra da ben varım. Sıranın başındakinin yaptıklarını biz aynen yapacağız.
Nezihe tecrübeli. Asker gibi dizdi bizi bir güzel, komutlar vermeyi de ihmal etmiyor. Bu arada dizlerin üzerinde oturmak benim için bir kâbus. Sürekli sağa-sola yamuluyorum. Özellikle ikram sırasında dik oturmamız gerekiyormuş. Ne mümkün!.
İçinde top top tatlıların olduğu kâseyi getiren kişi törensel bir havada tam karşısına geçip kafayla selam veriyor, karşıdaki de ona selam veriyor. Önce peçeteyi önüne serdi, ardından çubuklarla pembe-beyaz tatlıdan bir tane peçetesinin üstüne koydu. Kullandığı çubukları aynı düz şekilde kâsenin üzerine bıraktı. Başka bir tahta çubuk kaşık niyetine tatlısının yanına koydu. Ve gıdım gıdım yemeğe başladı. Tüm bunları o kadar yavaş yapıyordu ki hepimiz pür dikkat seyrediyorduk. Yavaş yapması biz anlayalım diye değildi, kuraldı.
En ciddi olacağımız bölümdeyiz. Nezihe bizi ara ara uyarıyor. “Sessiz olun, gülmeyin vs.” Peki! Tatlılar geldikten sonra bize bir gülme krizi geldi ki sormayın gitsin. Başrolde Nursen mi var yoksa bizim de gülme krizine gireceğimiz mi vardı bilmem.
Çaydan evvel birer top pirinç tatlısı alıyoruz. Çok iç açıcı değil ama ritüel böyle. Gelmişiz buraya kadar ne verseler yiyeceğiz. İlk sırada Nursen var ama kaçmaya çalışıyor. “Hepsini mi yiyeceğiz?” Nezihe “Evet hepsini”. “Yarısını yesek olmaz mı?”. “Hayır olmaz”. Sağımda Nursen, solumda Nazan, biri konuşuyor öbürü kıs kıs gülüyor. Ben de ne kadar kontrol ederim kendimi bilmeden kafam aşağıda ikisiyle de göz göze gelmemek için uğraşıyorum. Nezihe’den olumlu bir yanıt alamayan Nursen, son bir şansını denemek için, soluna dönüp bana “Yaa, ben öğlen de tatlı yemiştim o yüzden yemesem olmaz mı?” dedi ve ben bittim. Nazan, zaten patlamaya hazır volkan gibiydi. Gülmekten bayılmış durumda, yeri dar geldi attı kendini dışarı. Nezihe anında müdahale ettiyse de ipler kopmuştu artık. Nursen’i seyretmeliydiniz. O sakin yüz ifadesiyle öyle güzel, öyle yavaş yavaş anlatıyordu ki, görmeliydiniz. Belki de bizim krize girmemize sebep olan, o sakinliğin karşısındaki Nezihe’nin durumuydu. Ciddi olmayı beceremeyip de, böyle bir krize girmeyeli epey olmuştu. Çocukluk günlerimi hatırladım sayenizde, sağ olun var olun arkadaşlarım.
Neyse dönelim çay seremonimize. Tatlılarımızı gösterilen şekliyle aldık, koyduk peçetelerimizin üstüne ve ufaktan yemeğe başladık.
Tüm Japon hanımlar sanki koltukta oturuyormuşçasına dizlerinin üzerinde çok rahat oturuyorlar, rahatlıkla sağa sola dönüyorlardı. Çaylarımızı hazırlayan hanım saatlerce oturdu ve aynı işlemleri tekrar tekrar yaptı. Helal olsun…
Sıra geldi çaylara. Çay deyince bizdeki aklınıza gelen her şeyi unutun. Yeşil çay ezilip un ufak edilmiş, suyla karıştırıp kâselerle içiliyor. Ama işlem saatler sürüyor. Eğer vaktiniz yoksa aşağıda yazacağım yapılış hikâyesini atlayabilirsiniz.
İçi su dolu büyük yuvarlak kabın (temsili ocak) başına oturup önüne de boş bir kase koyuyor. Her şey ağır çekimde. Önce temizlik işlemleri yapılıyor. Elindeki turuncu mendil (kumaş) ile malzemeler siliniyor. Bu arada mendil katlama da bir sanat Japonya’da. Her objeyi sildikten sonra mendili açıp tekrar katlıyor. Karıştırmada kullanacağı fırçasını da suyla temizliyor. Kabın içindeki uzun saplı cezve benzeri malzemeyle su alıp, önündeki kaba yavaş yavaş cezveyi yukarıya kaldırarak boşaltıyor. Daha sonra cezveyi büyük kabın üstüne, sapı kendine bakacak şekilde yavaşça bırakıyor. Sonra suyu koyduğu kâseyi eline alıp sağa sola çeviriyor (galiba çalkalama). Kâsedeki suyu solundaki başka bir kaba aktarıyor. Aynı işlemi tekrar yapıyor. İki kez çalkaladığı kâseye 2 çay kaşığı (tahta çubukla yaptı) kadar yeşil çay ekliyor. Sonra cezveyle su alıp, çay koyduğu kâseye iki kademede yukarı kaldırarak su koyuyor ama tamamını boşaltmayıp kalanını geri döküyor. Sıra geldi çayla suyu karıştırmaya. Erkeklerin tıraş yaparken kullandıkları köpürtme fırçaları vardır ya aynı ebat aynı tip ama fırça yerine telleri olan bir karıştırıcı. Onunla hızlı hızlı karıştırdı. Daha sonra fincanı elinde çevirip (sanırım bir işaret aradı) ikram etti. Sadece bu yazdıklarım 5 dakika sürdü.
Çay hazır olunca tatlını yiyorsun, daha sonra da çayını içiyorsun. İlk kurban Nursen’den sonra sıra bana geldi. Kâseyi koydular önüme. 3 defa sola çeviriyorum daha sonra içiyorum. Yudum yudum kafaya dikiyorsun ama kâseyi elinde tutuş şeklin de önemli. İki elinle tuttuğun kâseyi “şerefe” ya da “teşekkür” eder gibi kaldırıp içiyorsun. Zar zor (acı yok, bitti bitecek) bitirebildim yeşil çayı. Bir an önce kurtulayım diye önüme koydum ama olmadı. Kâseyi 3 defa sola çevirmiştik ya bu sefer ters yöne çevirmek gerekiyormuş. Bir de içtiğin yeri elinle silmen gerekiyor. Sonradan anladım meğer kâselerde bir işaret varmış, ne bileyim. Sağa çevir, sola çevir kimseye beğendirememiştim. İkinci grup içerken videoya çekmiştim, onlara fazla karışmamışlar. Kıskandım valla, kimi sağa kimi sola döndürüp durmuş. Ama bizden daha ciddilerdi.
Araştırırken öğrendiklerimden, çay seremonisi ve çiçek düzenleme sanatı olan “ikebana”nın kültürel adetlerin, basit becerilerin ötesine geçerek geleneksel değerler olan “wabi” (sade dinginlik) ve “sabi” (geçmişten gelen zarafet ve sakinlik) değerlerini aramanın ruhani yollarını temsil ettiği yazılıydı.
Çok şükür bitti çay faslımız ben de ayağa kalkabildim. Her iki grubun da çay fasılları bittikten sonra evi dolaşmaya başladık. Ev içinde hiç klasik açılıp kapanır kapı göremedim. Sürgülü hafif ve şeffaf malzemeler kullanılmış. Deprem için olabilir diye düşünüyorum. Eski zamanlarda kullanılan malzemeler, müzik aletleri (çok değişikti) ve biblolardan başka bir şey yoktu.
Karşılıklı teşekkürler edildi ve hediyeler sunuldu (Nezihe hazırlıklı gelmişti). Son grup fotoğraflarımızı da çektirdikten sonra bizi araçlarıyla aldıkları yere tekrar bıraktılar sağ olsunlar.
Osaka’ya geri dönüyoruz ve soluğu Onsen Kaplıcalarında alıyoruz. Bu gün Osaka’daki son günümüz. Gece otobüsü ile Tokyo’ya döneceğiz.
Japonya’ya gelip de yapmadan dönmeyin dedikleri bir eylemi gerçekleştirmek üzere, klasik Japon hamamının ve dünyanın farklı bölgelerinin geleneklerini yaşayabileceğimiz Onsen’e geldik.
Japonya anılarımı yazarken daha başından uyarı almıştım; “hamam kısmını geç, yazma” diye. Bizim ne yaptığımızı değil de genel kısa bir bilgi eklemek istiyorum. Onsen; kelime anlamıyla sıcak su kaplıcası demekmiş. Bir bölgede yerin altı ne kadar hareketliyse o bölgelerde volkanik sıcak sular elbette çok oluyor. Bizim memlekette olduğu gibi. Japonya bizden misli fazla sallandığı için ülkenin her yerinde Onsen mevcutmuş. Mineral yönünden çok zengin olan bu suları herkes çok seviyor. Özellikle dağlık bölgelerde birçok onsen otelleri mevcutmuş. Hakone’ye giderken epeyce görmüştük.
Nezihe anlatmıştı; Japonlar sokaktaki temizliklerini evlerinde çok fazla uygulamıyorlarmış. Daha evvel geldiğinde misafir olduğu aileden biliyor. Her akşam, herkes duşunu alıp, sıcak su dolu küvete girerlermiş. Sonra tüm aile sırayla aynı suda yıkanırmış ya da aynı su dolu küvete girip çıkarlarmış. Nezihe misafir olduğu için onun önceliği varmış. Çok enteresan bir gelenek.
Pürü pak şekilde hamamdan çıkıyoruz. Hedefimiz otelden eşyalarımızı alarak 22.30’daki Tokyo otobüsüne binmek üzere terminale ulaşmak.
Hamamdan biraz geç çıktık. Ardından da yanlış trene binince yolumuz uzadıkça uzadı. Sıcak suların rehavetiyle olsa gerek yanlış yöne gitmişiz. Allahtan Figen duruma uyandı da geri dönebildik. Yetişmek için biraz topuklamak zorunda kalmıştık. Yemek yiyemedik ama kalkışa 10 dakika kala duraktaydık.
İki katlı otobüsün alt katında seyahatimiz başladı. Korsemi taktım, yastığım yanımda, cam kenarındaki yerime yerleştim. Emniyet kemerlerimizi de taktık (anonslarla ikazlar yapıldı). Hem yorgunum hem de hamamın rehaveti üzerime çökmüş durumda birazdan uykuya geçeceğim ya da çoktan geçtim. Sabah 7.00 de Tokyo’ya varmış olacağız.
Bu bölüme ait Japon Atasözü: Bir insanın içinde çay yoksa o insan gerçeği ve güzelliği anlamaktan acizdir.
03 Nisan 2013 - TOKYO
Gece yolda verilen ilk molayı kaçırdım. Daha doğrusu kalkmak istemedim. Derin uykudayken Nezihe’nin “Haydi kızlar inmiyor musunuz?” dediğini duyduysam da uyumaya devam ettim. İki katlı otobüsten onlarca insan iniyor, kimsenin sesini duymayıp sadece Nezihe’nin sesini duymam da ilginç. Muhtemelen tüm yolcular duymuştur. Adamlar o kadar yavaş konuşuyorlar ki, hele anonsları tam uyku getiren cinsten.
Kapılar açılınca yağmurun sesi ve serinliği otobüsü kaplıyor. Oh mis. Molanın bitişini, otobüsün tekrar hareket edişini hatırlamıyorum ama otobüsün içindeki yemek kokusunu hatırlıyorum.
Sabah 5.30’da uykumu almış olarak uyandığımda, son molaya hazırdım artık. Tekerlekler durur durmaz, dışarı attım kendimi. Gece başlayan yağmur hızını arttırmış vaziyette hala devam ediyordu. Dışarısı açık hava duşu gibiydi. Kendimizi kapalı alana atana kadar epeyce uzun atlayışlar gerçekleştirdik.
Gezi boyunca ilgisini ve şefkatini esirgemeyen sevgili arkadaşım Sevcan’ın önerisiyle sıcak su ile yemek haline gelen hazır çorbalardan aldım. İlk molada kendisi aynısından yediği için bana da önermişti sağ olsun. Bardakta sıcak çorba hazırlatıp koştura koştura otobüse geldik. Çok tuzluydu nodullu (makarnalı) çorbam ama çok acıktığım için iyi gelmişti. Bu sefer de otobüse yemek kokuları yayan ben olmuştum.
Karnım doymuştu, uykumu da almıştım. Biraz etrafı seyretmek istedim ama nafile. Perdeler açılmıyor, içeriye tek ışık bile girmiyor. Otobüste, yolcularla şoför arasında bile bir perde var. Sanırsın uçak. Perdeler sıkı sıkı kapalı. Aklıma geldi, eskiden bizim otobüslere de yazarlardı ya “Lütfen şoförle konuşmayınız” diye. Aslında o uyarıların altına “küs müyüz yoksa?” diye yazmalıymışız. Uzatmadan yolculuğumuza döneyim.
Yolculuk süresince molalar ve duraklar için anonslar yaptılar. Uzun uzun Japonca anonsların ardından bir cümle de İngilizce. Süperler. İnsan merak ediyor; “Daha evvel anlattıklarınız neydi” diye.
Vaat edilen saatte tam 7’de Tokyo’ya vardık.  Valizlerimizi alarak çok yakın olan otelimize doğru yola çıktık. Sağanak yağmur Osaka’dan beri peşimizi bırakmamıştı. Üstelik daha da hızlanmış vaziyette devam ediyordu. 2 adımda sırılsıklam olmuştuk.
Başkentteydik. Üstelik ben buraya Tokyo dediğimi zannederek ha bire Toyota diyordum. Osaka’ya Kansai demem gibi. Hiç olmazsa Kansai bölgenin adıydı, Toyota ne alaka?
Burası yani Tokyo’nun bulunduğu alan ve çevresinde bulunan şehirlerle birlikte, 30 milyondan fazla nüfusuyla dünyanın en büyük metropolit alanını oluşturuyormuş. Şimdi yağmurdan kafamızı kaldıramıyoruz ama ilerleyen zamanlarda bizler de şanına yakışır büyüklüğe tanık olacağız.
Bir iki adres sormamızın ardından 4 dakika mesafedeki Toyoka-inn.com otelimize vardığımızda sabah 8.30 olmuştu. 4 dakikalık yol ama bilene. İlerleyen günlerde biz bunu 3 dakikaya indirerek ilk günün acısını çıkartıyoruz.
İki yıldızlı olan otelimiz Osaka’dakinden daha yakındı metroya. Bugün girişimiz vardı ancak çok erken olduğu için 16.00’yı beklememiz gerekiyordu. Madem öyle, bari sudan çıkmış ördek görüntümüzden kurtulalım. Lobide valizler açıldı, kurular çıkartıldı.
Tokyo’daki otelimiz biraz daha pahalıydı. Başkent farkı belki de. Kişi başı 17.800 Yen ödeyerek toplamda 160.200 yen ödemiş olduk.
Otelde kahvaltı vardı ancak bugün akşam girişimiz olduğu için normalde hakkımız yoktu. Son gün de uçağa yetişmek için çok erken otelden ayrılacağımızdan, Nezihe gün değişikliği pazarlığını yaptı ve biz ilk defa Japon kahvaltısı yapmış olduk. Daha öncekiler sandviç-kahve şeklindeydi. Kahvaltı saatinin bitimine yarım saat kala biz de yemeğe başladık. Pirinç demedik, tuzlu demedik her şeyin tadına bakıp yedik, ikinciyi bile aldık. Üçüncüyü alanlar oldu mu bilmem. Yağmurun durmasını umarak ve bekleyerek çay-kahve eşliğinde epeyce sohbet ettik.
Nisan yağmurunun duracağı yok. Giyindik kuşandık şehri yağmur altında dolaşmak için otelden çıktık. 1603’den beri Japonya’nın siyasi merkezi olan Tokyo, hem ülkenin başkenti, hem de ekonomi ve bilişimin merkezi. Tokyo’da dolaştığımızda kendimi büyük ekranda joystick ile sanal dolaştığım hissine katıldığım zamanlar çok oldu.
Yağmurdan dolayı rehberimiz programı değiştirmişti. Bu yüzden, Tokyo’nun mutlaka gidilen noktalarından birisi olan “Asakusa Tapınağı” ilk ziyaret noktamızdı.
Yakındaki metrodan biletlerimizi alıp Asakusa yakınlarında bir yerlerde indik ve yağmur altında yürüyerek Tokyo’nun en eski mahallelerinden biri olan aynı zamanda ikinci dünya savaşından sonra önemini yitiren bölgeye doğru yürüdük. Kafayı kaldıramıyoruz hala, yağmur deli gibi.
Asakusa ile ilgili bilgi ararken “Tokyo’nun eki zamanlarda nasıl göründüğünü merak ediyorsanız Asakusa’ya gelmelisiniz” diye yazıyordu. İkinci dünya savaşından önce pek çok eğlence yeri ve kabuki tiyatrolarının olduğu bölgeymiş burası. Ne yazık ki bombardımanda bunların çoğu kül olmuş gitmiş. Şehir yeniden yapılanmış ama eskisi gibi olmamış tabi. Önemi de azalmış. Ünlü Nakamise caddesinden dolayı da çok ziyaret alan bir bölgeymiş.
Asakusa’nın simgesi olan Kaminarimon Kapısı’ndan girdik. Bu kapının yaşı 1000’den de fazlaymış. Kaminari kapısından girdik ama şemsiyeler arasında kaldık.  Çaresiz ilerledik. Sağlı sollu hediyelik eşya satan dükkânların arasından (Nakamise Caddesi) tapınağa doğru yürüdük ama dolaşmak ne mümkün. Hiçbir dükkâna bakamadık maalesef. Sırf yağmurdan kurtulmak için tapınağa sığındık. Sığındığımız meşhur tapınak bir Budist tapınağı olan Sensoji Tapınağı’ymış. Tütsüler yaktık, fotoğraflar çekebildik (iç mekân olduğu için). Yüzyıllardır aynı tip dükkânlar bulunuyormuş. Bizim kısmetimize burayı hep sulu görmek varmış ki son gün uğradığımızda yine yağmur yağacaktı.
Gördüğüm yerlerin fotoğraflarını çekemedim çünkü her şey ıslaktı. Tabanları yağlayarak metroya ulaştık. Bundan sonraki istikametimiz elektronik eşyaların satıldığı Akihabara ve ünlü Yodobashi Mağazası.
Akihbara bölgesi aynı zamanda dünyanın en büyük elektronik üreticisinin ve satıcısının bulunduğu merkez. Yani elektronik market desek haksızlık etmiş oluruz. Burası benden ziyade eşim Hakan’ın yeri aslında ya, gelseydi keşke. Burası için 1,5 saatlik bir serbest zaman verildi. Benim için yeterli ancak elektronik malzemelerden anlayan ve haz eden insanlar için çok az bir zaman. Yodobashi denen yer tam hatırlamıyorum ama 6-7 katlı kocaman bir apartman. İçinde ne ararsan var.
Hızlıca tüm katları dolaştım, ufak tefek bir iki bir şey aldım ama hiçbiri elektronik değildi J. Belirli bir şey aramadığım için hepsine hızlıca bakıp çıkıyordum. Üçüncü binaya girmek üzereyken, kapıdaki bir yazı dikkatimi çekti. “18 yaşından küçükler giremez” diye. “Niye ki?” deyip daldım içeri. Ne bileyim! Plastiğinden elektriklisine kadar, söze yazıya dökülemeyecek ne kadar malzeme varsa bu dükkândaymış meğer. İlk giriş katında plastikten olan oyuncaklardan kaş-göz (daha ne yazayım) muzipçe hatta zıpırca görünebilir ama ikinci kattan sonra üçüncüye çıkamadım. Varın altıncı katı siz düşünün. Bu arada içeridekilerin yaşı 18’den büyükse ben 100 yaşındayım herhalde.
Akihbara turumuzun sonunda buluştuğumuzda yukarıda yazdığım mekânı anlatınca görmek isteyenler hatta göremediklerine yananlar çok oldu ama kısmet işte. “İnsanın kısmetinde yoksa dayak bile yemezmiş” (bu söz, Sevcan Orbay’a aittir).
Neyse, toplandığımızda eldeki paketlerden kimlerin zengin oldukları anlaşıldı. Şaka bir yana fotoğraf makineleri falan daha ucuzmuş. Paketler büyük olduğu için fazla dolaşamadan otele döndük. Zaten giriş yapma saatimiz de gelmişti. Otel paralarımızı ödeyip odamıza geçtik. Minicik odalar ama her şeyimiz vardı. Kasa, su ısıtıcısı, buzdolabı, saç kurutma, klima, gece lambası vs.
Odaya yerleşmenin ardından güzel bir duş ve tekrar dışarı çıktık. Akşam 18.00’de otelden çıktığımızda nihayet yağmur durmuş hava da biraz serinlemişti.
35 milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük metropol şehri Tokyo’nun merkezine gittik. Burası aynı zamanda dünyanın en pahalı şehriymiş. Arabalar, insanlar, ışıklar, renkler ve seslerle çok dinamik bir şehir burası.  Büyük gökdelenlerde (burada büyük demem yersiz oldu ama neyse) koydukları ekranları size ölçü olarak vermem güç. “Dev Ekran” diyemiyorum çünkü manasız.
İnsanları seyrediyoruz, renkli saçlar, aksesuarlar ve kıyafetleriyle. Arabaları seyrediyoruz, sanki fabrikadan daha bugün çıkmış gibi gıcır gıcır.  Yukarılara bakıyoruz, her şey çok göz alıcı. Müzik her taraftan farklı ritimlerle geliyor.
Bir binanın ikinci katından caddeyi seyrediyoruz. Yolu, kaldırımı, karşıdan karşıya geçen gurubu ağzımız bir karış bu kalabalık karşısında. Bir ışık süresince karşılıklı olarak karşıdan karşıya geçenleri toplasan savaş sahnelerinden birine bile kullanabilirsin. O kadar kalabalık. Her bir tarafta en az 100 kişinin olduğu iki büyük grup karşılıklı toplanıyorlar ve daha sonra hiçbiri diğerinin yolunu işgal etmeden, çarpışmadan karşıya geçiyorlar. Ne bağıran çağıran var ne de korna çalan. Yan yollar hariç her bir taraftaki yolda 5 şerit bulunuyor. Bir o kadar da karşı yönde. Varın siz düşünün yaya yolunun uzunluğunu ve üzerinden geçen kalabalığı. Saat de akşam 20.30 bu arada.
Devamında yürüyerek bir pastanede mola verip ayaküstü sakuralı tatlılarımızı yedik ve Shibuya istasyonuna gittik. Neden gittiğimizi bilmiyordum gerçekten de. Bir yere gitmek yoldan çok daha fazlası olur ya işte ben de ne zaman bir yerlere gitsem, değişik bir yer görsem, duysam hep ne kadar az şey bildiğimi anlıyorum. Bu yüzden her yolculuktan çok kazanımlarla döndüğümü düşünürüm. Valizlere sığamayacak güzel bilgiler ve hikâyelerle dönmek benim kendime aldığım en güzel hediyeler oluyor. Artık kimseye bir şey almıyorum, arzu edenlere bildiklerimi ve öğrendiklerimi paylaşıyorum. Yeri gelmişken, bunu da araya sıkıştırmam iyi oldu.
Japonya’da aklımda kalan en güzel şeylerden biri olan Hachi’nin heykelini gördük. Wiki’de çok detaylı anlatıyor. Linki: http://tr.wikipedia.org/wiki/Hachik%C5%8D
Fotoğraf çektirenler, heykeli okşayanlarla Hachi’nin etrafı epey kalabalıktı. Metroyla giderken yarım yamalak duymuştum arkadaşlardan “işte sadık bir köpek, filmi de var, çok güzel vs…” . “Neden?” Döner dönmez araştırmıştım. Gerçekten de heykeli dikilecek kadar var. Film indirme uzmanı sevgili eşim anında hem Japon, hem de Amerikan versiyonunu indirdi. Her ikisini de salya sümük ağlayarak seyrettik. Seyretmemiş olanlara tavsiyem; Richard Gere’in oynadığı Hachiko’yu seyretmeleri. Muhteşem…
21.00 gibi oteldeydik. Otelden e-postalarıma baktım, birkaç cevap yazıp odaya geçtim. Gece 12.15’te telefon randevum var. Bu yüzden erken uyumayıp notlarımı yazacağım. Akşam 6’da okuldan çıkan güzel yürekli yeğenimi aramak için sözüm var. Sesini duymak bana da iyi gelecek çünkü çok özledim.
Japon Atasözü: Pirincin içindeki siyah taşlardan korkma beyaz olanlardan kork.
04 Nisan 2013 – Perşembe – TOKYO – (Fuji’yi uzaktan ilk görüşümüz)
Sabah kahvaltı için aşağı iniyoruz. “Good morning” ve “Ohayoo gozaimasu, İrassaymase, Onegayşimas, Arigoto gozaymas” hafif öne eğilerek selamlaşıyoruz (günaydın, hoş geldiniz, buyurun, lütfen, yine bekleriz, teşekkürler).
Bugün sabahtan akşama kadar Tokyo kazan biz kepçe dolaşacağız. Tokyo Kulesi, Meiji tapınağı, İmparatorluk Sarayı ve akşamına da Ueno Park. Japonya’daki günlerimin sonuna doğru epeyce tembelleşmişim. Zaman, mekân notu hak getire. Allahtan fotoğraflar var.
İlk durağımız Fuji Dağı’nı uzaktan görebileceğimiz Tokyo Hükümet Binası (Tokyo Metropolitan Government Building).
Aslında Tokyo Kulesi’nden seyredecektik ancak Nezihe, daha sakin ve girişi ücretsiz olduğu için buraya getirdi bizi sağ olsun. İyi ki de buraya gelmişiz. Seyir alanının olduğu bölüm gayet sakindi.  Hava açık olduğu için 3776 mt.lik yüksekliğiyle Japonya’nın en yüksek dağı olan Fuji’yi doya doya seyredebildik. Hediyelik eşya ve kafelerin bulunduğu panaromik seyir terası 45. katta bulunuyordu. Hafta içi 23.00’e kadar açıkmış.
Saat 10.00’da başladığımız panaromik gezimizi yarım saatte tamamlayarak,  Shinjuku istasyonuna geri dönüyoruz.
Shinjuku’dan girip, Harajuku’dan çıkıyoruz. Saat; 11.00. İkinci durağımız araç trafiğine kapalı olan, bin bir çeşit değişik objelerin (oyuncak, kıyafet, aksesuar vs.) satıldığı Takeshita Sokağı. Daha çok Japon gençlerinin uğrak yeriymiş. Butikler, mağazalar, lokantalar, galeriler ve daha neler neler. Kafayı ne tarafa çevirseniz kilitleniyorsunuz. Farklı giyim tarzlarıyla sokağı renklendiren gençlere bayıldım. Çılgın, çatlak tipler. Birkaç parça küçük sevimli oyuncak alabildim yeğenlere. En çok da böğüren horozu beğendik.
Kalabalık mekânda 1 saat kadar vakit geçirdikten sonra toplanıp, Harajuku’dan ayrıldık. Ama Figen’i unutmuşuz. Yürüyerek Yoyogi Parkı’na gittik. Parkın girişinde Nazan’ın uyarmasıyla fark ettik. Neyse ki yakın mesafe Nezihe geri döndü, kısa sürede toparlandık. Figen kaybolmazdı zaten. Tek başına her yeri dolaşır verilen adresi de bulur.
Yoyogi Parkı da tıpkı Ueno gibi Japonların sosyal zamanlarını geçirdiği oldukça büyük bir park. Koşanlar, bisiklete binenler, piknik yapanlar ve eğlenmek isteyenlerin uğrak yeri. Ama bizim geliş sebebimiz parkın içinde bulunan Meiji adındaki Şinto Tapınağı. Ziyaret sonrası keyfini süreceğiz.
Şinto ile ilgili wiki’den bilgi; Şinto kelimesi iki kanjinin birleştirilmesinden oluşturulmuştur: şin (yani "tanrılar" veya "ruhlar") ve (yani "yol"). Böylece, Şinto genellikle "Tanrıların Yolu" olarak çevrilmiştir. Şinto veya Şintoizm Japonya’nın yerli, Japonların milli dinidir. Dünyanın en eski dinlerinden olan Şinto, eskiden Japonya’nın resmi diniymiş. II. Dünya savaşından sonra resmi din unvanını kaybetmiş. Şimdilerde Budizm daha yaygındır.
Tapınakların hangisinin Şinto hangisinin Budist olduğunu ayırmanın en kolay yolu; eğer Budha’nın heykeli yoksa Şinto’dur.
Devasa ağaçların sağlı sollu dizildiği yoldan daldık cennet mekâna. Biraz yürüdükten sonra, sağ tarafımızda tablo halinde dizilmiş olan beyaz fıçıları görüyoruz. Bu fıçılar Japonların yerli içkisi olan ünlü Sake’lerin fıçılarıymış. Meiji’lerin anısını yaşatıyorlarmış. Nezihe’nin anlatımıyla; Pirinç en önemli besin kaynağı, tıpkı bizdeki buğday gibi. Dolayısıyla da sake kutsal bir içki. Sadece pirinçten değil patatesten de yapılıyormuş ama en çok pirinçten. Kadınlar osake, erkekler ise sake diyorlarmış. Onların tam karşısında ise Fransa’dan Meiji’ye hediye olarak gönderilen şarapların fıçıları vardı. Daha koyu renkli olanlar.
Yolumuz uzun hala tapınağa varmadık, yürüyoruz. Diğer tapınaklarda olduğu gibi burada da önce arınma çeşmesi bulunuyor. Biz ritüeli tam yapamasak da hem arınıp, hem de çeşmenin suyunu bir güzel içiyorduk. Arınmanın ardından merdivenler ve bir kapı daha. Merdivenlerin sağında ve solunda büyükçe birer ağaç bulunuyor. O kadar güzel budanmış ki neredeyse her ikisi de aynı büyüklükte ve yuvarlak. Uzaktan bakıldığında; kısa bir gövde ve onun üç katı yükseklikte yapraklar, dallar. Sağ taraftaki ağacın etrafında klasik dua telleri, dilek tahtaları vs. Tapınağın içine girmedim, daha çok dışarıdan fotoğrafını çektim. Etrafı seyrettim. Şimdi yazarken düşündüm, acaba kapalıydı da ondan mı girememiştik bilemiyorum. Yoksa sadece ben mi girmedim, onu da bilmiyorum.
Tapınağın yapımına 1915 yılında başlanmış, 6 yıl sonra yani 1921’de tamamlanmış. Deprem olduğunda insanlar Meiji’ye gelip dua ederlermiş. Yine internette bilgi ararken şöyle bir cümleye de rastladım. “İlginç bir tesadüfe göre Japonya’da tapınaklar genelde fay hattı olmayan yerlere kurulmuşlar.” Enteresan!
Meiji Tapınağı; Japonya’da feodal sisteme son veren İmparator Meiji ve eşi İmparatoriçe Şoken’e adanmış bir mabetmiş. Burada yıl boyunca çeşitli festivaller ve etkinlikler düzenlenirmiş. Evlenen çiftler için de en ideal yerlerden birisiymiş. Bizim ziyaretimiz sırasında bir gelinin fotoğraf çekimi yapılıyordu. Biz de gelini epey seyrettik. Klasik beyaz gelinlik olarak düşünmeyin, daha çok kimono benzeri bir kostüm giymişti.
Tokyo’nun en büyük tapınağındaki ziyaretimizi tamamlayıp parkı turlamaya başladık. Japonya’da herkes bisiklet kullanıyor. Bisikletin arkasına çocuklarını oturtuyorlar. Ayrıca bisikletlerinde alışveriş selesi de var. Bazı bisikletler iki çocuklarının da oturacağı şekilde ayarlanmış.
Kimi resim yapıyor, kimi çiçeklerle ilgileniyor. Gençler gruplar halinde toplanmış oturmada, bir şeyler atıştırıyorlar. Çocuklar çimlerin üstünde değişik oyunlar oynuyor, aileleri örtülerini yaymış piknik yapıyorlar. Ortada çer yok çöp yok. Büyük çöp varilleri var, üstelik de ayrıştırmalı olanından. İmreniyorum adamlara ya.  Güller, laleler, menekşeler ve daha neler neler. Kargalar bile çok mutlu, ürkmeden korkmadan dolaşıyorlardı. Sakuraların son demleriydi bu yüzden Tokyo’lular keyfini sürmek için hiç vakit kaybetmiyorlardı anlaşılan.
Daha çok dolaşacak yerimiz vardı, az biraz dinlenmek iyi fikirdi. Biz de bir ağaç gövdesini mesken tuttuk, oturduk. Yerler sakuralardan dolayı pembe-beyaz halı serilmiş gibiydi. Hem bundan güzel mekân mı olur, sağ ol Nezihe.
Parkın içine bir de göl yapmışlardı. Yani bana öğle geldi, suni bir göl gibiydi. Yollara değişik figürler çizilmişti. Ağaç dalları, yapraklar, çeşitli hayvanlar çizgi film karakterleri şeklinde çok sempatikti.
Neyse, dönelim Tokyo’ya. Aynı yoldan dönüşe geçip Harajuku istasyonuna vardık. Bundan sonraki durağımız “Tokyo Tower” ve civarı. Metrodan çıktık ve yürüyerek Tokyo Kulesi’nin hemen yanı başındaki Zozoji Tapınağı’na gittik.
Zozoji Tapınağı, 1393 yılında inşa edilmiş, 1598’de bu günkü yerine taşınmış. Budist Jado mezhebinin ana tapınağıymış. Yine merdivenler ve görkemli tapınağa girdik. Epey yenilik görmüş anlaşılan. Biraz da Tokyo kulesinin yakınında olmasından dolayı olsa gerek çok turistikti. Merdivenlerden önce, üzeri kuru gül yapraklarıyla (kuru tütsüler) kaplı ayaklı yuvarlak çanaktan tütsüler etrafa hoş kokular yayıyordu.
Figen ayin yapılacağını öğrenmiş, bize de haber verdi. Kısa bir süreliğine olsa da ayini izledik.
 
Tapınağın bahçesi çok şenlikliydi, tıpkı diğer tapınaklar gibi. Açık Pazar şeklinde tezgâhlar açılmış, ocaklar yanar vaziyette müşterilerini bekliyordu. Bizim adana-urfa kebapları gibi şişlere dizilmiş kebap pişiren, birçok gıdada kullandıkları yosunları tartan, değişik otları (çay) kavurup satan vs. Değişik ebatta böcekler kurutulmuş paketlenmiş olarak alıcılarını bekliyordu. Balık çeşitlerini ki saymakla bitmez. Aslında denizde ne varsa yosunu büyük balığından en küçüğüne hatta böceğine kadar her şey değerlendiriliyordu.
 
Tapınağın hemen yanında duvar boyunca iki sıra halinde, (bazı yerlerde 3) kademeli olarak dizilen betondan büstler. Kafalarına el örgüsü kırmızı renkte bereler ve yakalarına takılmış kırmızı renkli kumaşlar olan büstleri görüyoruz. Her birinin arasında saksıda rengârenk çiçekler, önlerinde de rüzgârgülleri. Sonradan çocuk mezarlığı olduğunu öğreniyoruz. Mezarın önüne gelip hüzünlenenler, dua edenler ve fotoğraf çektirenlerle çok iç acıtan bir mekândı.
 
Çocuk mezarlarını sağımıza alarak çıktık ve ağaçların arasından yürüyerek devam ettik. Birazdan kırmızı rengiyle ağaçların arasından bize bakacaktı Tokyo Kulesi. 1958 yılında yani savaştan sonra yapılmış. Japonya’nın ekonomik gelişimini de temsil ettiği yazılanlar arasında. Radyo ve televizyonların da alıcı olarak kullandıkları bu kule, şimdilerde turistlerin gözde mekânı olmuş.
 
Tokyo’yu kuş bakışı görmek için; 250 m yükseklikteki özel gözlem bölümü ya da havanın açık olduğu günlerde 150 metreden etrafı seyretmek yeterli olabiliyormuş. Ayrıca kulenin zemin katlarında; bir akvaryum, bal mumu müzesi ve çeşitli etkinlikler bulunuyormuş. Her gün 09.00-22.00 arası açıkmış.
 
Biz sabahtan kuş bakışı gözlemimizi yaptığımız için buraya girmedik. Zaten epey kuyruk vardı önünde.
Yine internetten okuduklarımdan eklemek isterim. Tokyo Kulesi, Paris Eifel kulesini model alarak inşa edilmiş ancak ondan çok daha uzun ve dünyanın en uzun kendi kendine ayakta durabilen çelik kulesiymiş.
Dünyanın ve dolayısıyla da Tokyo’nun en yüksek kulesi, 634 metre yüksekliğiyle Sky Tree’dir. Dünyanın en yüksek kulesi olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Sky Tree, bu ünvanı Çin’deki Canton kulesinden devralmış. Canton Kulesi, 600 metre. Bu arada Tokyo Kulesi; 333 metre.
 
Kulenin dibinde çeşitli etkinlikler vardı. Bunlardan biri de maymun oynatıcısının gösterisiydi. Maymun ve sahibi etraftaki çocukları çok eğlendirdi. Tokyo kulesinin ayaklarına bağlanmış balık şeklindeki renkli balonlar görsel şölendi.
 
Tokyo ana istasyona döndük. Görülmeye değer bir mekân. İstasyondan daha çok müze gibiydi. Özellikle sonradan eklenen yuvarlak yüksek tavanlı salon şaheserdi.
Tokyo Marunoichi Binası,  (istasyonun içindeki bilgiye göre) önemli bir kültür varlığı olan bu binanın ve içindeki yolcularının deprem anında güvenliği ve korunması amaçlı sismik izolasyon (?) yapılmıştır. Eğer bir deprem meydana gelirse, tüm bina yaklaşık 30 cm sağa sola sallanabilirmiş.
Bu istasyon, İmparatorluk Sarayı ve yakındaki Ginza ticari bölgesine yakın olduğundan ve tabii ki ihtiyaçtan 1914 yılında açılmış. Bir günde, 3 binden fazla tren sayısıyla Tokyo’nun en işlek istasyonu. Daha doğrusu şehirlerarası demiryolu ana terminali. Yolcu hacmi bakımından Japonya’da beşinciymiş.
Marunouchi Binası aynı zamanda Tokyo’nun sembollerinden sayılıyormuş. 2. Dünya savaşında çatısı da dahil olmak üzere epey tahrip olmuş ancak bugünkü haline 2007 yılında başlatılan bir proje ile ulaşılmış. Bu projede binanın dış duvarlarını orijinali haline getirmek, fonksiyonlarının genişletmek ve büyük deprem için hazırlamak vardı.
İstasyonun hemen yanında aynı mimari özellikte bir de otel bulunmaktadır. Otelin ve istasyonun önünde de oldukça lüks taksiler diziliydi.
 
İstasyonun çıkışında yine gökdelenler, kuleler. Kafalar sürekli yukarıda. İstasyonun binası oldukça eski ama yeni binalarla yan yana asla tezat oluşturmuyordu.
Burası için “Japonya’nın kalbi” deniliyor. Sadece binalar pardon gökdelenler mi? Her şey büyük bir titizlikle hesaplanmış, yapılmış. Toprak (kara parçası) az nüfus çok. Büyüme de göklere doğru olacak tabii. Ona rağmen çok güzel parkları var ve hala koruyup kolluyorlar ya helal olsun. Daha ne diyeyim.
İstasyondan sonra gideceğimiz yer, 10 dakikalık yürüyüş mesafesindeki İmparatorluk Sarayı.
Wiki’den bilgi: Tokyo İmparatorluk Sarayı Japonya İmparatoru'nun resmi evidir. Saray, Edo Kalesi'nin yanındadır. İmparatorluk Sarayı, Tokyo İstasyonu'na yakın olan Chiyoda'da bulunmaktadır. Ana saray ve saray kompleksinin içinde birçok bina yer almaktadır. Aynı zamanda İmparatorluk Ailesi için özel evler ve İmparatorluk Saray Ajansı'nın ofisleri de burada bulunmaktadır.
Toplam alan 3.41 kilometre karedir.  (Teşekkürler wiki).
 
Maximiles /seyahat sitesinden bulduğum bilgilere göre; Bölgede bulunan üç derenin yolları değiştirilerek sarayı koruyacak hendekler oluşturulmuş ve saray, duvarlar ile çevrelenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda ağır hasar gören yapıt, daha sonra orijinaline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.
Yeni yıl kutlamaları yapılan 2 Ocak ve İmparatorun doğum günü olan 23 Aralık günleri haricinde ziyaretçilerin sarayın iç bölgelerine girmelerine izin verilmez. Bu iki özel günde saray üyeleri balkonlardan halkı selamlar. Yılın geri kalan zamanlarında, saray bahçelerini ziyaret edebilirsiniz. Sarayın Doğu Bahçeleri Pazartesi, Cuma ve bazı önemli günler haricinde 09.00-16.00 saatleri arasında (Kasım-Şubat, 09.00-15.30) her gün açıktır.
Sarayın önündeki büyük alana (Kokyo Gaien) ulaştığınızda, seyredilesi bir manzara ile karşılaşacaksınız: ziyaretçileri sarayın iç bölgelerine ulaştıran, taş süslemeli Meganebaşi ve Nijubaşi köprüleri; etrafındaki ağaçların yemyeşilliği ve tüm bu görüntülerin altlarından geçen sulara ahenkle yansımasıyla, unutulmaz bir görüntü vadediyor. (Teşekkürler Maximiles)
Geniş caddeden yürüyoruz, nehir sağımızda. Meci imparator sarayının kapısına kadar gittik. Yürüyerek İmparatorluk Sarayı’na doğru yürüdük. Ancak kapısını ve uzaktan bahçesini görebildik. Tıpkı Osaka Kalesi gibi bunun da yüksekçe surlar ve sularla çevriliydi.
Sarayın giriş kapısı, nehrin üzerindeki köprüden hemen sonra. Kapıda iki asker nöbet tutuyor. Biz ancak uzaktan görebildik. Hatta bahçenin içindeki yapılar o kadar alçak ki hiç biri ağaçlardan daha yüksek değildi. Sadece aralardan çatıları görünüyordu. Biz de köprü arkamızda kalacak şekilde epey fotoğraf çektik ve ayrıldık mekândan.
Yine sağlı sollu gökdelenlerin arasından başka bir güzellik olan Sakura bahçesine vardık. Sakuralar, son günlerini yaşıyorlardı artık yine de şahaneydiler. Doya doya seyrettik, kokladık dokunduk. Birçoğumuzun avatarı oldu burada çektiğimiz fotoğraflar.
Zar zor ayrıldık geliş sebebimiz sayılan sakuralardan. Yine metro uzun uzun yürüdük. Meğer biz Tokyo’nun en zengin muhitindeymişiz. Ünlü tiyatronun da bulunduğu zengin muhit Ginza.
İstasyona 10 dakika mesafede bulunan Ginza semti, şık alışveriş mağazaları ve yanıp sönen parlak ışıkları ile dünyaca ünlü semt ve Kabukiza Tiyatrosu. Burasını nasıl tarif ederim bilemiyorum ama çok renkli, çok canlı ve çok güzel.
İlk durak yerimiz geleneksel kabuki oyunlarının sahnelendiği tiyatroydu. Sadece dışarıdan gördük, içeriye giremedik tabi. Ayrıca bu semtteki en alçak (en fazla 4 katlı) yapı burası. Kabuki-za’nın geçmişi Meiji dönemine dayanıyor. Her biri yaklaşık dört saat sürüyormuş. Yine öğrendiğime göre oyunları takip etmek için kulaklıkla İngilizce tercümesini dinleyebiliyormuşsun. Hatta aralarda da kabukinin kültürel bağlamıyla ilgili bilgi de veriliyormuş. Çok hoş. Ama çok uzunmuş.
Burada daha da iyi anladım, hakikaten zengin bir ülke burası. Arabalar, binalar, markalar hepsi de çok göz kamaştırıcı.
Biraz serbest zaman verildi. Herkes istediği gibi dolaşacaktı. Benim de içinde olduğum grup Apple Store’a gittik. Birkaç arkadaşımız iphone ve iped alacaklardı. Bu yüzden paralarını Yen’e çevirmişlerdi. Telefonum çalışmadığı için bir ara ben de niyetlenmiştim telefon almaya. Neyse girdik mağazaya, her şey var. Arkadaşların dediklerine göre gerçekten de Türkiye’den daha uygunmuş fiyatlar. Herkes ürünleri ve özelliklerini biliyor. Danışman olarak Amerika’lı (galiba ABD’liydi) birsi geldi ve “Japonya’da mı yaşıyorsunuz?” diye sordu. “Hayır, turistiz, bir haftalığına geldik vs…” Yetkili; çok üzgün olduğunu, Japon hükümetinin anlaşması gereği, iphone satışlarının Japonlara ve sadece Japonya’da yaşayanlara satılabildiğini söyledi. Yabancı kişilerin de iki yıldan daha fazla süredir orada bulunması ve bunu belgelemeleri gerekiyormuş. Hepimiz şaşkın ve biraz da kızdık. Ama yapacak bir şey yok.
Akşam 18.00-19.00 (tam hatırlamıyorum) gibi toparlandık ve otele döndük. Kısa bir dinlenme ve elimizdeki eşyaları bırakıp 21.00’de tekrar dışarı çıktık.
Metro ile Ueno Park’a gittik. Yemeklerimizi elimize alıp kalabalık olan parkta bir yer bulup yemeğimizi yedik. Hava iyice karardığı için çok net göremedik Ueno Parkı. Alacakaranlıkta biraz yürüdük ve daha sonra yakınındaki bir gölete gittik. (Şinobazu Göleti). Gölün kenarında kah oturduk kah dolaştık. 
Tüm gün karış karış dolaşmıştık Tokyo’yu. Gecenin bir vakti otelimize döndük. Ertesi gün Hakone gezisi vardı
Bu bölüm için Japon Atasözü: Bir dostunuz, yemiş bahçesini geziyorsa, dalgın görünmeniz en büyük nezakettir.
05 Nisan 2013 – Cuma – TOKYO - HAKONE

 
Sabah 8.00’de kahvaltıdayız. Kahvaltı tabağımda aralarında pembe renkli bir şeyler olan pirinç rulosu, etrafında kuru karabiber gibi baharatlara belenmiş ikinci pirinç rulosu, bir kaşık da tavuk eti görünümlü pirinç, bir kaşık karışık turşu (içindekilerin hepsini anlayamadım) ve bir tane yuvarlak minik ekmek (en sevdiğim). Sevgili Figen’le kahvaltıdayız. Diyaloğu aynen yazıyorum. Ben “Aaa, tavuklu pilav galiba” Figen “Imm, hayır. Bambuya benziyor”. Nasıl yani! Bildiğimiz Bambu mu? Figen “Evet”. Korkulur bu Japonlardan. Her şeyi yenebilir hale getiriyorlarmış. Ben hiç sormasaydım da tavuk niyetine yesem daha mı iyiydi acaba bilemedim.
Bu arada çubuk kullanmada üstümüze yok. Çok ustalaşmışız, ne kaşık arıyoruz ne çatal. Pirinçler o kadar birbirine yapışık ki (lapa) çubuğa saplanmaya görsün, al eve götür J.
Aldığımız tuzlu, pirinçli kahvaltının ardından, Hakone’ye gitmek üzere dışarı çıktık. Tokyo’nun dışına gideceğiz. Bu gün hava güneşli, öğleden sonra yağmur veriyor ama hayırlısı.
Bu günkü turumuz hem çok güzel hem çok yorucu hem de çok karışık. Teknolojinin nimetleri olmasaydı aşağıda yazacaklarımın çoğunu hatırlayamayacaktım. Her gittiğimiz yerlerden aldığımız haritalar, broşürler de bilgi deposu gerçekten. Ne yazacağımı düşünürken, masaya yaydığım broşürler, haritalar ve hafıza kartındaki ses kayıt cihazına kaydettiklerim tam bir destek deposu oldular. Ha bu arada internet her daim kurtarıcı, özellikle de wiki.
Elimdeki haritaya bakıyorum da sırf Hakone için yani Odawara’yı başlangıç sayarsak, gidiş dönüş 10 araç değiştirmişiz. Bunlar otübüs, tren, tekne, feribot ve teleferik. Ayrıca Odawara’dan öncesi ve sonrası için de 2 geliş, 2 gidiş desek toplamda 14 araç değişimi yapmışız.
Tüm bunlar için yani Odakyu Line için “Hakone Freepass” 5000 Yen ödedik. Bir kere ödeyip kurtulduk, hepsine aynı kartı kullandık. Bir otobüs bileti bile 960 Yen’miş. Aslında bu 5000 Yen iki günlük bilet. Çocuklar için ise fiyat 1500 Yen.
Aklımda kalanlarla ki bunlar çok az, daha çok kayıtlarımdaki detaylarla bugünkü yoğun geziyi aşağıya ekliyorum.
8.40 Sinjuku’dan başka bir hatta yani Odakyu’ya geçeceğiz. Ara hat kullanarak Odavara’ya gitmek için trene biniyoruz. 115 dakika sürecekmiş.
Odawara’da indik. Oradan başka bir trene binip Hakone Yumoto’ya indik. Buradan sonra otobüse bineceğiz.
Otobüs kuyruğundayız. Otobüs geldi, öncelikli olarak görevliler gelip orta kapıyı açtılar ve tekerlekli aracın geçebilmesi için bir platform uzattılar. İlk önce tekerlekli sandalyedeki kişinin otobüse binmesine yardım ettiler ve daha sonra diğer insanlar otobüse binmeye başladılar. Hayran olmamak elde değil. İnsanlara engelli değil de özel olduklarını hissettiriyorlar, muhteşem bir davranış. Tekerlekli sandalyeye otobüsün öncelikli olması çık şıktı. Ve kimse itiraz etmiyor. Burada insanlık her şeyin önünde, teknolojinin de paranın da. Helal olsun…
Çok güzel manzaralı yollardan geçiyoruz ve otobüs virajlı yollarda yukarıya çıkarken her dönemeçte farklı manzaralar seyrediyoruz. Bu arada otobüs şoförümüz bölge hakkında bilgi veriyor. Tabii Japonca. Kısaca, otobüs şoförleri çok konuşuyorlar ve girip çıkarken bilet soruyorlar. Araçlardan inerken anonslar yapılıyor, “Lütfen eşyalarınızı unutmayınız” diye. Yolculuğumuz 40 dakika sürüyor.
12.00’de otobüsten iniyoruz. Burası daha mı serin ne, rakım yüksek ondan herhalde. Göl kenarındaki küçük şirin kasabada bolca otel ve müze bulunuyor. Ashi Gölü bir krater gölü. Durağımızın adı, Motohakone diye yazıyor haritada. Bu arada tüm otellerde onsenler mevcutmuş. Özel olarak bu bölgeye onsenler için gelenler çokmuş. Türkiye’den giden birilerinin anısını okudum ve çok imrendim.
Feribota binmek üzere iskeleye doğru koşturduysak da yetişemedik. Bir sonrakine kısmetmiş. Sağlı sollu şirin dükkânlar var.
12.15 rıhtımda bekliyoruz. Sevgili Figen Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Rıhtımda” şiirini okuyor.
Bir beyaz gemiydi ayıran onları
Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda
Şimdi unuttum yüzünü kadının
Adamın gözleri aklımda
Kana bulanmış bıçaklar gibi
Uzun kirpikleri ıslaktı
Adam dertli, adam darmadağın
Dokunsalar ağlayacaktı
Adam bitkindi, adam seviyordu
Kalan kederdi, giden gemiyse
Taş olduğu içindir dedim
Rıhtım taşları erimediyse
Derken bir düdük öttü ansızın
Bembeyaz gemi gitgide ufaldı
Korkunç yalnızlığıyla baş başa
Rıhtımda bir adam kaldı...

Teşekkürler Figen Özçürümez.
12.40 Togendai seferi yapmak üzere, iki katlı sarılı kırmızılı, yaldızlı, süslü püslü turistik tekne iskeleye yanaştı. Ama daha çok “Karayip Korsanları”nın gemisine benziyordu. Çok eğlenceliydi. Çok kalabalıktı. Kuyruğa girdik, yavaş yavaş ilerleyip halı kaplı tekneye bindik. Hava açık gibi ama koyu renkli bulutlar pusuya yatmış vaziyette. Tekne hareket etti, rüzgar vardı ve maalesef Fuji’yi göremedik. Kara bulutlar geldi oturdu gökyüzüne. Fuji hayal oldu. Bir nokta daha varmış belki orada görürüz diye son bir ümitleniyoruz. Bol manzaralı göl keyfimiz kısa sürdü.
 
20 dakikalık yolculuktan sonra gölün karşı kıyısına yani Togendai-Ko’ya yanaştık. Buradan teleferikle daha da yukarılara çıkacağız. Belki o ara, biraz da rüzgârın yardımına ihtiyacımız olacak. Bakalım.
İner inmez teleferik kuyruğuna giriyoruz. Uludağ’da tepeye çıkan teleferikler gibi ama bu daha konforlu. 10 kişilik kabinler. Bizim ekipten başka bir çift daha vardı kabinde. Teleferikteyiz ve Fuji’yi görüyoruz, teşekkürler. Günün ödülüydü benim için.
İniyoruz Hakone’nin çıkılabilecek en yüksek noktasına. Hakone’nin termal açıdan en aktif bölgesi ve sülfür deposu. Her tarafından dumanlar tütüyor. Buram buram sülfür soluyoruz. Buranın adı; Owakudani. Bizim için sülfür çıkan dağ. Elimdeki broşürde cehennem vadisi olarak da geçiyor.
 
Teleferikten indiğimiz noktada çok güzel bir tesis bulunuyor. İçerisinde lokantalar, hediyelik eşyaların satıldığı dükkânlar, ayrıca marketler, ufak tefek tezgâhlar bulunuyor. Yeme içme ve alışveriş için en uygun mekânlardan birisiydi. Siyah dondurma bile gördüm kızın birinin elinde.
Hemen girişte bir uyarı vardı. Solunum yolu vb. rahatsızlıkları olanların uzun süre kalmamaları gerektiği yazıyordu.
Teleferikten inip yürümeye başlıyoruz, daha yükseklere çıkmak için. Yaklaşık 300 metrelik bir patika çıkışı ve artan sülfür kokusu bizim adımlarımızın geri geri gitmesine sebep olsa da varıyoruz gri mekâna. Her bir yandan öbek öbek dumanlar çıkıyor.
Buraya geliş sebeplerimizden ve ritüellerden biri de bu sülfür yataklarında pişen yumurtalara şahit olmak ve yemek. Büyük demir sepetlerle suya bırakılan beyaz yumurtalar bir süre sonra siyah olarak çıkarılıyor. Yiyebilenlere afiyet olsun, ben yiyemedim. Kokudan başım ağrımaya başlamıştı ayrıca midem kaldıramazdı. Denilen o ki, sülfürde pişen yumurtadan bir tane yedin mi ömrüne 7 yıl ekleniyormuş. Ömür katan yumurtaların 5 tanesi 500 Yen’e satılıyor.
Yumurtaların sülfürde pişme sürecini ve etrafını seyredip birkaç fotoğraf çekip aşağıya tesise indik. Orada karnımızı doyurup biraz da alışveriş yaptık.
Dönüyoruz teleferikten indiğimiz noktaya. Buradan tekrar teleferiğe binip transfer yapacağız. Teleferiğin kalkmasını beklerken başka bir şey dikkatimizi çekiyor. Daha doğrusu Nezihe gösteriyor pembe patatesleri. Közlenip satılıyor. Gerçekten de çok tatlıydı, kabak tatlısı gibi bir şeydi.
15.15 teleferikteyiz. Bugün göreceğimiz her şeyi görmüştük. Ama daha uzun bir yolumuz vardı. Teleferik yolculukları 10, 15 dakika sürüyordu. Otobüs ve tren yolculuklarımız daha uzundu ama onlar da çok güzel manzaralı yollardan gidiyordu. Hem dinleniyorduk hem de gözlerimiz bayram ediyordu. Tokyo’nun neon ışıklı, yüksek gökdelenlerinden sonra buraların temiz havası ve doğası hepimize iyi gelmişti.
16.35 yine bir trendeyiz. “Trene bindim de tren salladı, zalim doktor ciğerimi dağladı”. Türküdeki kadar acıklı değildi halimiz ama vallahi nereye gittiğimizi bilmiyorum. İn, bin başımız döndü. Bu arada, yazarken aklıma gelen bu güzel türküyü sevgili Nazan Özçınar’dan dinlemek lazım. 
16.55 bir tren daha, Şincukuya gidiyormuşuz. Bu istasyon çok tanıdık. Yolumuz uzun, sohbet koyulaşıyor. Trenden bahsetmişken eklemek istiyorum. Tüm trenlerde, metrolarda “özel koltuk” bölümleri var. Hem yazıyla hem şekille öncelikli 5 özel durumu olanlar için ayrılmış koltuklar. Bunlar; yaşlılar, hamileler, çocuklular, engelliler ve kalp sorunu olanlar. Diğer bölümlerde oturulacak yer olmasa dahi Japon halkı bu özel bölümü kullanmıyordu. Tek tük kullanan gördük bizim gibi, onlar da sahipleri gelince mutlaka kalkıyorlardı.
18.50’de Şincuku’ya varıyoruz. Buradan da başka bir hata binip, otelimize varıyoruz.
Bu arada, eğer otobüsle gitmek isterseniz, Tokya’dan Hakone’ye iki saat sürüyormuş.
Otele dönüp, paketlerimizden kurtuluyoruz ve 20.00’de yemek için tekrar dışarı çıkıyoruz. Gün bitti ama bizdeki enerji bitmedi. Pirinçten herhalde. Yağmur da deli yağıyor. Japonya’nın Laleli semtindeki güzide suşi dükkânlarından birine gittik. Çok şirin, küçük bir rest. Tüm çalışanlar kibar, güler yüzlü ve çok saygılıydı. Biraz kalabalık ama olsun, beklemeye razıyız. Tabure boşaldıkça oturmaya başladık.
Ocak, mutfak mekânın ortasında. Etrafında tabaklar dönüyor. Kaçırdığın olursa bekliyorsun devamı mutlaka geliyor. 1 tabak 120 Yen. Pirinç ve diğerleri şeklinde. Karides, havyar, somon, ahtapot vs.)
Ortasında mutfak olan kare şeklindeki masada bulunan boş taburelere yerleştik. Masanın üst kısmında dönen tabaklar ve önümüzde birkaç çeşit sos, baharatlar, olmazsa olmaz yeşil çay bulunuyor. Ortadaki mutfakta bulunan garsonlar ya da ustalar tabakları yeniliyorlar, sürekli akan hareket eden bir mekân burası.
Yanımızdaki bir Japon bize suşileri nasıl yiyeceğimizi gösterdi. Çubuklarla üzerindeki balığı alıp sosa daldırdıktan sonra tekrar pirinç yumağının üzerine koyuyorsun ve tamamını ağzına atıyorsun. Bir tabak bir lokma gerçekten de. Çıkarken de önündeki boş tabakların sayısı kadar para ödüyorsun.
Yemek sonrası gecelere aktık. Mini alışverişler, elektronik mağazaları ve ayakkabı mağazasına uğradık. Büyük caddede yürürken müzik sesinin geldiği yöne doğru yürüdük. Kana adlı tiz sesli, ümit vadeden bir Japon gencini dinledik. Sevcan genç kızın imzalı cd’sini alarak daha çok mutlu etti.
 
Tüm Japonya’da gezilen şehirlerarasında hiçbir fark göremedik. Küçük, büyük demeden tüm noktalara aynı hizmet götürülmüş. Kalite bakımından hiçbir fark yoktu. Tokyo daha ışıklı ve daha kalabalıktı. Gençler deli gibi eğleniyorlar. Gece yarısına kadar gruplar halinde kafelerde, caddede, parkta, oyun salonlarında eğleniyorlar.
 
Bu arada Paçinko diye bir oyun varmış. Bir tür kollu kumar makinesiymiş. Oyun makinelerinin içinde demir bilye dolaşıyor. Siz de bu demir bilyeleri bir delikten sokarak şans çarkınızı döndürmeye çalışıyorsunuz. Para değil de demir bilyeyle oynanıyormuş. Bu bilyeler karşılığında kasadan sigara ya da kibrit çakmak gibi bir şey veriliyormuş. Hani kumar yasak ya, bu yüzden bu tür hediyeler veriliyormuş. Fakat bu paçinko merkezlerinin yanında hediyeleri paralarla satın alıyorlarmış. (E.Güven’in kitabından alıntıdır) Bu tür makinelerin bulunduğu mekânları çok görmüştüm ama ne olduğunu tam anlayamamıştım, bu yüzden eklemek istedim.
Kızlar, erkekler, gençler yaşlılar hepsi yarattıkları çizgi film karakterlerine benziyorlardı. Çok şirinlerdi. Eminim biz de onlara garip geliyorduk. Hele çocuklar çok tatlılardı, insanın alıp götüresi geliyordu. Çok saygılı insanlar, şimdiye kadar ne bir kaba hareket ne ses yükseltme hiçbir şey duymadık. Hatta sesli gülen bile görmedik. Trende olsun yolda olsun tiplerin elinde iphone, kulağında kulaklık başlarını kaldırdıkları bile yok.
Tokyo’da dolaşırken onların koşuşturmalarına inat biz tam tersi çok yavaştık. Kalabalık, kalabalık ve kalabalık. Çok az insan araç ya da otobüs tercih ediyormuş. Tren (JR) ucuz ve en hızlı ulaşım aracı Japonya’da. Patron olsun işçi olsun herkes raylı sistemi kullanıyor. Klâs meselesi değil işe yetişme meselesi.
Tüm istasyonların girişinde ya kuş sesleri var ya da istasyonun adı seslendiriliyor, görme engelliler için. Çok düzgün insanlar, çok saygılılar. Metroda Nazan’la karşılıklı sohbet ederken, yanımdaki genç kız kalkıp Nazan’a yerini vermek istedi. Belki de bize kibarca karşılıklı konuşmayın, daha alçak sesle yan yana konuşun da demiş olabilirler. Her ikisi de güzel bir davranış hem de öğretici.
Kızlar mini maksi durumunda. Kimse rahatsız etmiyor, hatta bizden başka bakan da yoktu. Desenli dizüstü çoraplar ve ayaklarda platform topuklar. Bu arada doğru yürüyebilene aşk olsun. Erkeklere gelince, özellikle genç olanların çoğu deri çanta, bildiğin bayan çantası kullanıyorlar. Hem de her renkten. Ama işlemeli, boncuklu falan değildi. Hepsi de çok sevimliydi. Tüm gençlerin ellerinde iphone ve benzerlerinden vardı.
Japonya’yı üç kelime ile anlatsam; saygı, pirinç, iphone.
Akşam 23.00 de odaya çekildik. Yarın sabah 9’da otelden çıkmamız gerekiyor.
Japon Atasözü: Sis yelpaze ile dağıtılmaz.
 
06 Nisan 2013 – Cumartesi
Serbest gün.
 
Bugün Sevcan’ın Japon arkadaşı Nako ile gezeceğiz. Sabah Nako gelene kadar dışarılarda dolaştık. Otele dönüp Nako ile buluşup tekrar dışarı çıktık.
Tokyo’nun en büyük AVM’lerinden bizim Kanyon benzeri bir mekâna gidip hem dolaştık hem alışveriş yaptık.
Tokyo’daki ilk günümüz de yağmurluydu son günümüz de. Öğleden sonra bastıran yağmurdan dolayı fazla dolaşamadık. Genellikle kapalı mekânlardaydık.
Akşam 10.00 gibi, Japonya’daki son yemeğimiz için diğer arkadaşlarla buluşuyoruz. Japon mutfağı mangal masada. Mangalda ise, et, balık, jumbo karides. Balığın kurusu tazesi, saki bira toplam 1720 Yen ödedik.
Çok güzel bir atmosfer idi.
 
07 Nisan 2013 – TOKYO – İSTANBUL
 
Oda arkadaşım Semra’nın gidişinden sonra ben de uyandım. Hızlıca valiz hazırlama ve otelden çıkış işlemlerimizi de yaparak sabah 7.00’de otelden ayrıldık. Kore havayollarıyla seyahat edecekler bizden daha erken ayrıldılar otelden. Biz üç kişi; Sevcan, Nazan ve ben dünden rotamızı belirlemiştik. JR line’den ilk biletimizi alıp Nippori durağında indik. Havalimanı için ikinci biletimizi de (2400 Yen) alarak durağa geçtik. 1 numaralı istasyondan, uzay aracına benzeyen hızlı tren ile yolculuğumuz 40 dakika sürdü. Biletin üzerine her şey yazılıydı. Koltuk numarası, tren geliş saati, varışı vs. Son durak olan Terminal 1’de uzay üstünden indik ve 4.kattaki THY’ndan uçak biniş kartlarımızı aldık. Kalan paralarımızı dövize çevirdik ve 11.45’de kalkacak uçağımıza vardık. Bir gezinin hatta dünyanın öbür ucundaki seyahatin sonuna gelmiştik.
Son bölüm için Japon Atasözü: Öğretmek öğrenmektir.
Bu gezime katkıda bulunanlara teşekkür etmek isterim. Hiç aklımda yokken, “Hadi Japonya’ya gidelim” diyerek öncülük ve rehberlik eden arkadaşım Nezihe Güçlü’ye, gezi süresince dostluğunu esirgemeyen, telefonunun tekini karşılıksız hibe eden can insan Sevcan Orbay’a, “İyiki de gitmişim onunla tanışmışım” dediğim, kendisini bilmem ama benim için uzun süreli dostluğu ümit ettiğim Figen Özçürümez’e, her daim sıcakkanlı, ilgili ve her şeye sevgiyle bakan güzel gözlü Nursen Aydoğan’a tüm gezi süresince uyumuyla ve oda sohbetlerimin baş aktörü sevgili oda arkadaşım Semra Teke, yolculuklarımızın neşesi, bol kahkahası, güzel fotoğraflar çekip paylaşmayanı, gözümüzün bebeği gözlükçümüz sevgili Nazan Ezen’e  ve grubumuzun defansı, her daim pozitif olan Ankara’lı kardeşlere çok teşekkür ederim.
Okuduğunuz için teşekkürler.
 
Yeni güzergâhlarda buluşmak üzere,
Sevgiler, Selamlar
Tezcan