Japonya deyince herkes gibi benim de aklıma ilk gelenlerden
birisi ne yazık ki; HİROŞİMA idi. 1945 yılında, üzerine atılan atom bombasından
dolayı ilk’ler arasında. İnsanın “Olmaz olsun böyle unvan” diyesi geliyor. Ve
Hiroşima deyince de Nazım Hikmet’in 1956 yılında yazdığı “Kız Çocuğu” şiiri.
Kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâğıt gibi yanan çocuk.
hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
kâğıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler…
teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
şeker de yiyebilsinler…
Atom bombasından on yıl sonra yazılan bu şiiri hala birçok bölge çocukları için söylemek, söyletmek lazım. Ruhun şad olasın Nazım Hikmet Ran…
Fuji’ye Uzaktan Bakmak
Temizlik Tanrısı “Hijyen” kendine bir yer seçmişse eğer, o
yerin adı kesin Japonya’dır. Şimdilerde Japonya için aklıma gelen ilk’lerden
birisi budur. Bunu saygı, sabır, sükûnet vs. ile sıralayabilirim. “S” harfinde
takıldım kaldım.
Aklımda kalanlarla öğrendiklerimi, gördüklerimi ve
yaşadıklarımı paylaşmak için yazmaya başladım. Ne ara biter bilmiyorum.
Buyurun,
29 Mart 2013 – Cuma,
30 Mart 2013 Cumartesi
Bakırköy’e vakitlice varıp, taksi ile 22.00 gibi Atatürk
H.Limanı’na ulaşıyoruz.
Uçuşumuz 30 Mart 2013 - 00.50 Cumartesi. Havalimanına en kolay ve
stressiz ulaşım aracı olan deniz otobüsünü seçtiğimiz için çok memnunum. Uykunun
ağırlığı üzerimize çökmüşken “Doğan Güneşin Ülkesi”ne gitmek üzere uçaktaki
koltuklarımıza yerleştik. Yolumuz uzun. Dile kolay 11 saat. İlk defa bu kadar
uzun ve aktarmasız uçacağım. Daha evvelki, aktarmalı Nepal yolculuğum
sıkıntılıydı. Bu yüzden aktarmasız olmasını tercih ettim. 6 saat fark varmış. Bugün 18.45 gibi
Japonya’ya varış görünüyor.
Öncelikli görmek istediğim yerler varken bir anda Japonya
yolcusu oluverdim. Hiç aklımda yoktu oysa. Bugün dikkatimi çekti, daha doğrusu
aklıma geldi; bilgisayarımın ekranında yani masa üstünde Fuji Dağı’nın fotoğrafı
var. Epeydir de duruyor, değiştirmemiştim. Geri planda Japonların
tarifiyle “Doğan Güneşin Ülkesi”ni görme isteğim mi oluştu acaba bilemedim.
Japonca adını oluşturan Kanji karakterler “güneş” ve “köken” anlamına
geliyormuş. Bu nedenle Japonya “Doğan Güneşin Ülkesi” diye biliniyormuş.
Asya’nın bir ucundan diğerine, batıdan doğuya uçacağız. Heyecan
yok içimde. Neden acaba? Genelde çok heyecanlanırım uzak yerlere, özellikle
bilmediğim yerlere giderken. Aslında, çok hazırlık da yapamadım. Japonya’ya 3
aya kadar olan seyahatler için vize almak gerekmiyor. En zoru da “Yen” bulmak
oldu. İstanbul’dan almak daha avantajlı olduğu için harcayacaklarımızın tümü
için Yen’leri hazır etmiştik. Hiç de ucuz olmayan uçak biletimi alıp, Asya’nın
en doğusundaki adaya (ülkeye) gitmeye hazır olduğumu Nezihe’ye bildirmem
yeterli oldu.
Bu gezinin mimarı; Japonya’da daha evvel yaşamış, Japonca
konuşmayı bilen arkadaşımız Nezihe Güçlü. Tüm bilgisini enerjisini bizimle
paylaştığı için “Arigato” Nezihe, çok teşekkür ederiz. Eğer yanınızda Japonca
bilen yoksa herhangi bir tur ile de gitmediyseniz işiniz gerçekten zor. Her
yerde Latin yazılar göremeyebilirsiniz.
Biraz Vikipedia’dan bilgiler aktarayım: Japonya, Doğu
Asya'da bir ada ülkesidir. Büyük Okyanus'ta bulunan Japonya Çin, Kore ve
Rusya'nın doğusunda, kuzeyde Ohotsk Denizi'nden güneyde Doğu Çin Denizi'ne
kadar uzanır. Japonya üç binden fazla adadan oluşur. Bu adaların en büyükleri
olan Honşu, Hokkaido, Kyuşu ve Şikoku adaları ülkenin %97'sini oluşturur.
Adaların çoğu dağlıktır ve bazıları yanardağlardan oluşur. Japonya’nın en
yüksek dağı olan Fuji Dağı bir yanardağdır. Japonya 128 milyonluk nüfusuyla
dünyanın nüfus açısından onuncu büyük ülkesidir.
Uçaktayız. Sersem sepelek uyudum, uyandım. Bir ara, kolumdaki
saatin (Türkiye saati) 8.30’u, ön koltuğun arkasındaki ekranın Moğolistan, Beijing
arasında uçuşumuzu gösterdiği sırada, dilim damağım kurumuş vaziyette uyandım.
Soluğu hostesin yanında aldım. Kana kana su içip koltuğuma döndüm. Hep söylenir
ya; “uçakta vücut kolay su kaybeder. Dolayısıyla bol su içmek gerekir” diye.
Ayakta terlik, boyunda belde yastık, battaniyeye sarılıp sızmışım deyim
yerindeyse. Bir kez de koridorda yürüdüm. Koridorda oturmanın avantajlarını bu
uçuşumda yaşadım. Hiç şikâyetçi değilim. Dünyanın bir ucuna gidiyorum ve
aktarmasız. Helal sana THY.
Osaka Kansai havalimanına varışımıza 3 saat kala, hosteslerden
biri, bir ara elinde özel yemekle yanıma gelip, servis masamı açarak “size özel
efendim” dedi. Şaşkınım çünkü daha yemek servisine başlanmamış. “Ben mi
istemişim?” Hay Allah !. “Acaba bileti alırken yanlış bir şeyler mi tuşladım”
diye içimden geçiriyorum. “Soyadınız Tezcan değil mi?” dedi. “Hayır, adım
Tezcan” dedim. Neyse masama bırakıp gitti. Arkadaşlar da şaşkınlar. Özel yemek!
Daha kimseye su bile servis edilmemişken masamda dumanı alüminyum folyodan
açılan deliklerden sızan, iştah açan bir görüntü. Gözler masamda, acaba nasıl
özel bir yemek diye merak ediyorlar. İçinden ne çıkacak ben de merak içindeyim.
Yavaşlatılmış çekimde sağına soluna bakınıyorum. Hediye paketini açmaya uzanır
gibi yemeğin kapağını kaldıracağım sırada hostes yanımda bitiverdi. “Çok özür
dilerim, bu yemek 16 numara değil de 6 G’ninmiş” deyip aldı götürdü. Hala merak
ediyorum.
Yanımdaki üç Japon yolcunun da maskesi var. Üstelik aksırıp tıksıran
da onlar. Benim takmam daha doğru olurdu
diye düşündüm. Bu işte bir gariplik olduğunu o an düşünsem de sonraki günlerde
bunun başkalarına olan saygılarından yaptıklarını anlayacaktım. Çok kibar ve
çok saygılı insanlardı. Hiç konuşmadılar ve hep uyudular.
Türkiye saati ile 11.30 ama Japonya saati ile 18.30’da 2
milyon 600 bin nüfuslu Osaka şehrinin Kansai Havalimanına indik. Kansai
Uluslararası Havalimanı 1994 yılında Osaka körfezindeki yapay dolgu bir ada
üzerine kurulmuş. Yurtdışından Japonya’ya gelen ziyaretçilerin başlıca giriş
yolu olduğu yazılıyordu. Bizim de ülkeye girişimiz bu şekilde oldu.
Yedinci yüzyılda kurulmasından bu yana, Osaka yabancı
ülkelerle ticaretin üssü olmuş. Tokyo’nun ardından ülkenin ikinci büyük
metropolü olduğu da yazılanlar arasında.
Uçakta doldurduğumuz formların dışında, alanda ayrı bir form
daha doldurduk. Adın, soyadın, memleketin, kaç parayla geldin, ne kadar
kalacaksın vs. Formlarla birlikte pasaport kontrolünün ardından valizlerimizi
de alıp dışarıda bizi bekleyen arkadaşlarımıza kavuştuk. Birçoğu daha evvel
tanışık toplam 9 kişiydik. 3 kişinin haricindekiler Emirates ve Korean Air’le
gelmeyi tercih etmişlerdi. Her iki grubun da varışları bizden evvel olduğu için
bizi bekliyorlardı.
Aslında bundan sonrasını Nezihe’nin peşine takılarak, şaşkın
ama mutlu geçen bir hafta olarak kısaca özetleyebilirim. Bugünkü planımız,
Osaka’daki otelimize varmak ve dinlenmekti. Saat farkı yüzünden günü erken
kapatıyorduk. Oysa Türkiye’de daha yeni öğlen olmuştu.
Alandan çıkmadan evvel Osaka ve civarındaki (Kansai Bölgesi
yani; Osaka-Kyoto-Nara-Kobe) tüm ulaşımlar için kullanabileceğimiz, “Kansai
Area Pass” yani tren biletlerimizi aldık. Pasaportları göstererek alabiliyoruz.
Biletin üzerinde adınız soyadınız, pasaport numaranızı vs tüm bilgileri
yazıyorsunuz. Bilet bir aylık ama biz birkaç gün kullanacağız. Bir aylık
biletin bedeli 6.000 Yen. Yaklaşık 120 TL’ye geliyor. Biraz pahalı olabilir ama
zaten Japonya ucuz bir yer değil. Üstelik bunun gibi toplu biletleri almak daha
bile avantajlı oluyor.
Bu arada benim telefon çalışmıyor. Hiçbir şebekeyi alamıyor,
çekmiyor. Yeni bir telefon almam için bir işaret mi acaba bilemedim. Sağ olsunlar
Nezihe ve Sevcan’ın hatlarından anneme ve eşime sesimi duyurabildim. Sonraki
günlerde de Sevcan’ın telefonlarından birisine deyim yerindeyse, “El koydum”. Makineye
kartımı taktım, aranamıyordum fakat ben arayabiliyordum. Bu da enteresandı!
Türkiye’ye döndükten sonra öğrendim ki, 3G ve üzeri olan, yeni teknolojik
makinelerin haricindekiler Japonya’da çalışmıyormuş. Benim telefon da 3 yıllık falan,
benim için yeni ama teknoloji devi bir ülke için çok geri anlaşılan. Aslında
Japonya ile ilgili notlarda yazıyormuş “telefonlarınız çalışmayabilir” diye.
Yukarıda da yazdığım gibi hazırlıksızdım yani dersime çalışmamıştım,
elektrikler kesikti J.
Trendeyiz. Bal dök yala, o kadar temiz. Camda, duvarda,
koltukta tek bir çizik, iz, toz kir hiçbir şey yok. Bağıran yok, çağıran yok.
Tek duyulan ses, durakları bildiren trendeki anonslar ki bu da insanın uykusunu
getiriyor. Özellikle kadınların yaptığı anonslar. Masal anlatıyorlar sanki.
Döndükten sonra öğreniyorum; meğer Japonya’da kadın dili, erkek dili şeklinde
ayırımlar varmış. Erkekler oldukça erkeksi bir dille konuşurken, kadınlar bu
dile ait kelimeleri ve ünlemleri pek kullanmazlarmış. Çünkü doğru bulunmazmış. Japonya
hakkındaki yazılarda, geleneksel Japon kültüründe kadın – erkek ayırımından
epey bahsediliyor.
Havaalanı ile şehir merkezi arası 50 km. Hızlı trenler de
var ama biz normal olanı ile 1,5, 2 saat sonra Osaka’ya varıyoruz. Alandan
çıkar çıkmaz 3’er taksi ile yakındaki “Hotel il Grande Umeda” otelimize
varıyoruz. Taksi ücreti; 640 Yen. Otelimiz şehrin göbeğinde sayılır.
Rezervasyonlar aylar öncesinden yapıldığı için fiyatların da makul olduğunu
öğreniyoruz. 5 oda (3 gece) için toplam 90 bin Yen ödüyoruz. Kahvaltı hariç
odalar için günlük; yaklaşık 67 TL. Nezihe,
odalarımıza çıkmadan otel paralarını toplayıp veriyor.
Normalde bu mevsim Japonya’nın en çok turist alan
mevsimiymiş. “Sakura Zamanı” yani “Sakura Zensen” çiçeklerin açılması demekmiş.
Mart ayının son haftasından, nisanın sonuna kadar süren festivaller için her
yıl yaklaşık 500 bin turist Japonya’ya gidiyormuş.
Okuduklarımdan aktarmak isterim; “Sakura zensen” yani
çiçeklerin açılması, 11 kentte ikişer haftalık festivallerle kutlanıyormuş.
Japonya’dan başka Amerika, Kanada, Almanya ve Filipinler de bu doğa olayını
festivale dönüştüren ülkeler arasındaymış.
Kiraz ağaçları Japon kültürü için büyük önem taşıyor çünkü
bu ağaçların uçuk pembe çiçeklerinin ortaya çıkması kış mevsiminin bitişini ve
baharın gelişini simgeliyor. Çiçeklerin dal üstündeki on gün veya en fazla iki
hafta olması bu dönemi daha da değerli hale getiriyormuş. Japonlar kirazların
çiçek açmasını hayata yeni başlangıç dönemi kabul ettiklerinden, şölenlerle
kutlamakla yetinmiyor, yeni başlangıçlar olarak işe başlama, evlenme
tarihlerini de çiçeklerin açış günlerine göre ayarlıyorlarmış. Okullar bu
tarihe göre açılıyor. Biz gittiğimizde tatil dönemiydi.
Sakuralarla ilgili son bir detayı yazmak isterim. Japon
kiraz ağaçları bizim bildiğimiz gibi tatlı bir meyve vermiyor. Sadece süs
amacıyla yetiştiriliyor. Bu yüzden ağacın en değerli olduğu dönem çiçeklendiği
günler.
31 Mart 2013 – Pazar
– JAPONYA (OSAKA – NARA)
Yarım saatlik hazırlanmanın ardından 7.30’da Nara’ya gitmek
üzere otelden ayrıldık. Uzun uçak yolculuğun ardından dinlenmiş görünüyoruz. Otelimizin
yıldızı düşük ama her türlü konforu mevcuttu. Buzdolabı, su ısıtıcısı her gün
yenilenen havlular vs. Her şey minimal ölçülerde, alçak tavanlı dar odalar ama
tertemiz.
Yollardayız. Buralarda maalesef süre tutamıyorum. Kendimi
akışa kaptırmış vaziyetteyim. Trenden etrafı seyrediyorum şaşkın bakışlarla. Herkes
maske takmış durumda birçoğu da beyaz eldivenli.
Eldiven kısmını tam bilmiyorum ama dönüş yolunda Ankaralı
bir yolcu, konuyla ilgili söz açıldığında anlatmıştı maskelerin sebeplerinden
birini. 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombası her tarafı yakıp yıkıp kül
ettikten sonra Japonlar kısa sürede yok olan alanlarını yeşillendirme,
ağaçlandırma çalışmalarına girişmişler. Başka ülkelerden gelen fidanların,
ağaçların polenleri halkta alerjiye sebep olmuş. Bu yüzden hem kendilerini hem
de başkalarını korumak adına bu önlemi alıyorlarmış.
Konforlu tren yolculuğumuz, Japonya’ya yüz yıl başkentlik
yapmış Nara’da sona eriyor. İstasyondan çıkıp Turizm ofisine doğru yürüyoruz.
Bize gönüllü öğrenci rehber verebileceklerini öğreniyoruz. Japonya’da 50 bin
gönüllü rehber (Goodwill Guide) bulunuyormuş. Bunların çoğu öğrenci olmakla
birlikte emekliler ve ev hanımlarından oluşuyormuş.
İstasyonun çıkışındaki bir markette ayaküstü kahvaltımızı
yapıyoruz. Her şeyin hazırı mevcut, tatlı tuzlu ne iterseniz, kahve her yerde
var. Kahve çok popüler bir içecek. Jamaika yıllık kahve üretiminin yaklaşık
%85’ini Japonya’ya ithal ediyormuş. Bu arada Japonya’da musluk suları içiliyor
ve çok güzel.
Biz ayaküstü kahvaltımızı yaparken Nezihe 20 yaşındaki gönüllü
rehberimiz Heidi ya da Kaide ile bize katıldı. Tanışırken kimimiz Kaide,
kimimiz Heidi anlamışız. Sorun değil, “Heidi” de yabancı sayılmazdı hani
çocukluk arkadaşımızdı. Ha bir de Klara vardı J.
Kaide ve Nezihe’nin peşi sıra Nara sokaklarına dalıyoruz. Nara
Japonya’nın eski başkentlerinden biri olmasının haricinde Japon sanatları, el
sanatları, edebiyat, kültür ve sanayinin beşiği konumundaymış. Turistik mekânların
hepsi de istasyonun yakınında bulunuyordu. Buraya geliş sebebimiz Todaiji
Tapınağı. Dünyadaki en büyük ahşap yapı olma özelliğinin yanı sıra en büyük
Budha heykelinin de içinde bulunduğu bir tapınak.
En fazla 3 katlı binaların olduğu, tek tük araçların geçtiği
sokaktan dümdüz yürüyoruz. Buralar tapınaktan geçilmiyor zaten. Gördüğümüz ilk
tapınağa dalıyoruz. Bahçesindeki çiçek açmış kiraz ağaçları tapınaktan daha çok
etkileyiciydi.
Sokaklar düzenli, temiz, sessiz sanki çizgi filmin
içerisinde canlı kanlı dolaşıyoruz da etrafımızdaki birçok şey hareket halinde
ve güzel şölen sunuyorlardı. Yol üzerindeki elektrik direklerinden insanı mest
eden yumuşak tınılar geliyordu. Kimonolu genç kızlar, karete, judo takımının
genç erkekleri, şirinlikleri dillere destan çocuklar sokağın neşe
kaynağıydılar. Japonya’daki asıl Japon biz olmuştuk. Gördüğümüz her yerin, her eşyanın, insanın, hayvanın fotoğrafını
çeker olmuştuk.
Yürüyüşün devamında Nara Park’a varıyoruz. Budist sanatının
tüm dönemlerine ait eserlerin yer aldığı Nara Ulusal Müzesi’nin de içinde
bulunduğu Nara Parkının göz bebekleri geyiklere rastlıyoruz.
Turistlerin ilgisi daha çok geyiklereydi. Bu yüzden müzeye
falan girmedik. “Çok geyik olur” diye. Ünleri o kadar yayılmış ki, Nara Parkı
olmuş “Geyik Parkı”. Kimi yolda kimi parkta insanların kendilerini beslemesine
alışmışlar. Bizim Eminönü – Yenicami’deki kuşlar gibi. Ama bunlar bisküvi
yiyorlardı. Özel krakerler (bisküviler) 100-150 Yen’e satılıyordu. İnsanlar bu
bisküvilerden satın alıp, geyikleri kendi elleriyle besliyorlardı. Turistik bir
ritüel; geyik besle, fotoğraf çektir. Bizim Figen simit yedirmeye çalışıyordu.
Hava kapalıydı. Grinin tüm tonları vardı gökyüzünde. Biraz
da soğuktu. Derken büyük bir gürültü galiba yıldırım düştü. Birkaç dakika sonra
da oluktan akar gibi yağmur yağmaya başladı. En yakındaki alt geçide dar attık
kendimizi. Yağmur yavaşlayıp tek tük atar vaziyette yağınca yürüyüşümüze devam
ettik.
Todai-ji; dünyanın en büyük ahşap yapısı. İkinci özelliği de
dünyanın en büyük Buda heykelini barındıran tapınak. Bu tapınak aynı zamanda,
bir Budist okulu olan, Kegon’un da ana merkeziymiş.
UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde bulunan Tōdai-ji’ye (Büyük
Doğu Tapınağı) giden yol araç trafiğine kapalıydı. Sağlı sollu turistik eşya
satanlar ve tabii geyikler bulunuyordu.
Tapınağın arazisine girişi sağlayan 21 metre yüksekliğindeki
18 tahta direkten oluşan iki katlı devasa kapı da başka bir sanat eseri. Nandaimon
Kapısı, yani “Büyük Güney Kapısı” olarak anılıyor. Bu kapının inşaatı da 12. yüzyılın
sonunda tamamlanmış. Bahsi geçen 21 metre yüksekliğindeki kapısında uzun ahşap
sütunlar ve her iki tarafında da sert görünümlü “Nio Guardian Kings” heykeller
bulunuyor. Rehberimiz Kaide’nin anlattığına göre bu heykeller Japon
alfabesindeki ilk (A) ve son (IM) harflerinin simgesi yani doğuşu ve ölümü
anlatıyorlarmış. Her iki heykel de 1988-1993 tarihleri arasında yenileme
görmüşler. Bu kapı da tıpkı tapınak gibi ulusal hazinenin içindeymiş.
Tapınaklarla ilgili internetten topladığım bilgilerden
aktarayım. Tapınağın ilk versiyonu 728 yılında İmparator Shōmu döneminde inşa edilmiş. Bu dönemde
Japonya’da
salgın hastalıkların ve bir sürü felaketin ülkeyi istikrarsızlığa sürüklemesi
nedeniyle, imparator salgın hastalıkları ve doğal felaketleri önlemek için her
bölgede bir tapınak yapılmasını teşvik etmiş.
Depremler ve yangınlar yüzünden ancak 751 yılında tamamlanmış, 752 yılında da 10.000 kişinin katıldığı bir tören ile açılmış. Budizm’de Japonya’nın en önemli merkezi olan Tōdai-ji, sonraları bu rolünü kaybetmiştir.
Depremler ve yangınlar yüzünden ancak 751 yılında tamamlanmış, 752 yılında da 10.000 kişinin katıldığı bir tören ile açılmış. Budizm’de Japonya’nın en önemli merkezi olan Tōdai-ji, sonraları bu rolünü kaybetmiştir.
Şu anda ayakta durmakta olan mevcut bina 1709 yılında
tamamlanmış. Daibutsuden (Budha’nın olduğu salon) 57 metre uzunluğu ve 50 metre
genişliği ile oldukça büyük bir yapı olsa da, orijinal yapıya kıyasla yaklaşık
%30 daha küçükmüş. Ayrıca rutubeti engelleyen orijinal bir havalandırma
sistemine de sahipmiş.
Görkemli tapınağın bahçesi de tam seyirlikti. Tapınağın
önündeki (giriş kısmında) kullanılan mermerleri anlattı genç rehberimiz. Tam
ortaya yani giriş kapısına denk gelen koyu gri mermer Hindistan’dan, onun
yanındaki Çin’den onun yanındaki de Kore’den gelmiş diğerleri de Japonya’da
üretilen mermerlerdendi. Bunların aslında bir anlamı vardı. Mermerlerle
anlatılmak istenen Budizm’in Japonya’ya geliş yoluydu. Budizm; önce
Hindistan’a, oradan Çin’e, daha sonra Kore’ye ve oradan da Japonya’ya ulaşmış.
Tapınağın bahçesinde ayrıca “Arınma Çeşmesi” dedikleri,
tapınağa girmeden önce arınmak amacıyla ellerin ve ağzın yıkanması için
kullanılan çeşme bulunuyor. Rehber Kaide bize uzun ahşap saplı su kaplarıyla
ellerin ve ağzın hangi sırayla kaç defa yapılacağını gösterdi. Şu anda
hatırladığım tek şey o sudan epey içmişliğim.
Tapınağın girişinde tütsüler yakılıyor. Biz de yaktık,
kokladık. Büyük kapıdan içeri girer girmez ünlü Budha heykelini karşımızda
buluyoruz.
Oldukça sade ve gösterişsiz olan Budha heykeli, 15 metre
yüksekliğinde ve 450 ton ağırlığındaymış. Büyük Budha’nın sağ elinin avuç içi
halka bakacak şekilde havada, sol eli yine açık vaziyette avuç içi yukarı
bakacak durumda. Sağ el “Korkma ben seni her şeyden korurum”, sol el ise
“Senden gelen dilekleri istekleri kabul ediyorum” manasındaymış. Heykelin şu
andaki mevcut elleri 1568 ile 1615 yılları arasında, kafa kısmı da 1615 ile
1867 yılları arasında yeniden inşa edilmiş.
Kafasında 966 tane insan kafası büyüklüğünde oymalar varmış.
Her bir oyma bir insan kafası büyüklüğünde. Manası da kafasında 966 tane insan
taşıyormuş aslında. Manası tam da bu mu bilmiyoruz. Sordum, büyüklüğünü anlamak
için yapılmış olduğunu söyledi.
Not: Anıları yayınladıktan sonra sevgili arkadaşım Nihal Artar şu bilgiyi vermişti: “966, mutluluk ve huzurun şifresini barındırdığına inanılan bakara suresinin ayet sayısı. İslam’da Budizm’den çok esinti var. Namaz kılar gibi ibadet eden bir Budist kolu da var.” Çok teşekkürler Nihal.
Not: Anıları yayınladıktan sonra sevgili arkadaşım Nihal Artar şu bilgiyi vermişti: “966, mutluluk ve huzurun şifresini barındırdığına inanılan bakara suresinin ayet sayısı. İslam’da Budizm’den çok esinti var. Namaz kılar gibi ibadet eden bir Budist kolu da var.” Çok teşekkürler Nihal.
Heykelin arkasında lotus çiçekleri bulunuyor. Budizm’de Lotus
çiçeği ilk doğuşu simgeliyormuş. Bataklıktan çıkan bu güzel çiçek aslında
insanı, renginden dolayı sadeliği ve saflığı da simgeliyor.
Heykelin önünden ayrılıp, soldan devam ediyoruz. Hemen
yakınında daha küçük ebatlı, ellerinin konumu tam tersi olan, ışıltılı görkemli
bir heykel daha duruyordu. Gönüllü rehberimizin anlattığına göre, bu da paraya
gösterişe önem veren tam tersi bir örnekmiş. Bunun haricinde birkaç tane daha
Budist (melekler) heykeller bulunuyordu.
Birkaç adım sonra çocukların şen kahkahalarını duyar olduk.
Büyük kalın bir kütük ve arasından ancak çocukların geçebileceği darlıkta bir
boşluk. Çocuklar o delikten geçip sevimli pozlar vererek fotoğraf
çektiriyorlardı. Bu deliğin Buda’nın burun deliği ile aynı ölçüde olduğu ve
buradan geçebilenlerin bir sonraki hayatında mutlu olacağı gibi sözler kalmış
hafızamda.
Daibutsuden’in önünde ahşaptan yapılmış bir heykel daha vardı.
Kolçaklı bir sandalye (taht) üzerine oturtulmuş ahşap büstün başında kırmızı
bir bone ve omuzlarına attığı yine aynı kumaştan kırmızı bir örtü vardı.
Fotoğrafını çekmiştim ama ne olduğunu bilmiyordum. Internetten bulduğuma göre, 18.
yy.da yapılmış. Budizm’in yayılmasında önemli rol oynayan Pindola Bharadyaja,
Japonya’da kısaca “Binzuru” olarak biliniyormuş. Binzuru’nun gizli güçleri
olduğuna inanılıyormuş. Hatta Binzuru’nun heykeline sürülen vücut
kısımlarındaki hastalıkların iyileştiği inancı da yaygınmış. Daha evvel bunu
bilseydik, deneme yapardık.
Tapınağın çıkışına doğru bir takım hediyelik eşyaların, dini
figürlerin, dilek tahtaları vb objelerin satıldığı tezgâhlar bulunuyor. Hatta
falımıza bile baktırdık, eğlendik. Yine aynı yoldan aynı bahçeden dönüşe
geçtik.
Çok detaylı olmasa da birkaç tapınak ziyareti daha yapıp
Nara’nın caddelerine dağıldık. Nara’dan ayrılmadan evvel yemek için gözümüze
kestirdiğimiz bir lokantaya gittik. Aslında Nezihe ve rehberin gittiği
lokantaydı. Sevcan çok istedi orada yemeği, bizim de başka önerimiz yoktu. İyi
ki de diretmiş. İçerisi tıklım tıklım üstelik bekleyenler de vardı. Biz de bekledik.
Bu arada Japonlar yemek için gerekirse saatlerce
bekleyebiliyorlarmış. Sokakta uzun kuyruklar gördüğümüzde öğreniyoruz, tüm
bunların yemek kuyruğu olduklarını. Bu arada sokakta gezinirken güzel bir tatlı
da yedik. Dışı hamur içi tatlı, güzel bir şeydi. Japonya gezimiz süresince de
her yerde rastladığımız bir tatlıydı. İç kısmı, siyah, kırmızı, yeşil vs. her
renkte (meyvelerine göre) olabiliyordu. Plastik oyuncaklara da benziyordu ama
yenen cinsten.
Neyse, sıra bize geldi, geçtik ocak başı masamıza.
Japonya’da lokantaların çoğunda masalar ocaklıydı. Tüm lokantalarda oturur
oturmaz su ve sıcak ıslak havlu geliyor. Kahve bile içmek isteseniz sularınız
geliyor. Çubukları yazmıyorum artık. Kısa beklemenin ardından dumanı üstünde
yemeklerimiz gelip ortadaki sıcak saç ocağın üzerindeki yerini aldı. Her şeyden
denemek için birkaç çeşit sipariş etmiştik. Hepsi de çok lezzetliydi, sildik
süpürdük. Adlarını falan hatırlamıyorum ama ahtapotlu, sebzeli, dana etli,
makarnalı vs gibi çeşitler vardı.
Dönüş yolunda kiraz ağaçlarının altında piknik yapanlara da
rastlıyoruz. Aslında gezi boyuca gördüğümüz şehirlerin hepsinde aynı manzara
vardı. Sakuraların ağaç üzerindeki kalım süresi kısa olduğundan halk bu güzel
mevsimin tadını çıkarmak için ağaçların altına yaydıkları (belediyenin sunduğu)
örtülerde toplanıp yiyip içip eğleniyorlardı. Bizdeki gibi mangal, darbuka
falan yok tabi, en fazla kahkaha sesleri duyuluyordu. 14.00 treni ile Nara’dan Osaka’ya
dönüyoruz.
Osaka, (okunuşu: o
saka) Japonya’nın üçüncü en büyük şehri. Osaka Körfezi’ne dökülen Yodo
Nehri’nin ağzında kurulan Osaka şehri aynı zamanda Batı Japonya’nın ticaret ve
sanayi merkezi.
Osaka’da onlarca gülen Buda heykellerinin bulunduğu renkli,
ışıklı sokakları olan, Osaka’nın downtown dedikleri Shinsekai bölgesine
varıyoruz. Bulunduğumuz bölge Osaka’nın güneyinde eski bir semtmiş. Tsutenkaku
Kulesi (cennete ulaşılan kule)’nin de içinde bulunduğu mahalle 20.yüzyılın
başında modern görüntüsünün yanında, kentin yerel turistik cazibe merkezi
olarak da ünlenmiş.
Aslında bu bölgenin epey ünü varmış. 1990’larda suç oranının
en çok olduğu bölgeymiş. Kimi kaynaklarda da; suç oranının yüksek olduğu yer
değildir ama hava karardıktan sonra gidilmemesi daha iyi olur gibi öneriler
var. Bunun yanında yaşlıların, evsizlerin, fahişe ve travestilerin de mekânıymış.
Kısa sokakları turlarken, iki katlı bir bina gördük. Kapısının önündeki
afişlerden dolayı -yaklaşana kadar- sinema zannettik. Girişinde büyük çıplak
kadınlar, kadınlı-adamlı çıplak fotoğraflar falan vardı. Yaklaşınca anladık
genel ev olduğunu. Osaka’nın varoş mahallesinde epey renkli görüntülere
rastladık. Hele film afişleri “iki film birden” olanlardandı.
Trafiğe kapalı olan sokaklarda sağa sola bakınarak dolaştık.
Köşe başlarındaki sarı renkli gülen Buda heykelleriyle epey fotoğraf çektirdik.
Bir de Japonya’da en pahalı kahveyi buralarda bir yerde içtik.
Bitişikteki Onsen Spa Merkezi’ne yöneliyoruz. Daha sonra
gideceğimiz Onsen Kaplıcasının giriş çıkış saatlerini ve biletlerle ilgili
bilgileri öğreniyoruz. Daha sonra detaylarını yazacağım. Spa merkezinin
merdivenlerinden çıkarken sokağın sonundaki Tsutenkaku Tower’ı görüyoruz.
Gökyüzü çok net değildi ama yine de birkaç arkadaşımız kuleye çıkıp Osaka
şehrini tepeden görmek istediler.
16.45, Osaka’dan kaleye gitmek üzere başka bir metroya
biniyoruz. Hava kararmadan ünlü Osaka Kalesini görmek istedik. Nehrin
kenarındaki çiçekleri açmış kiraz ağaçlarının yanından yürüyerek kaleye vardık.
Manzara aynı; mavi örtüler serilmiş, gençler etrafına dizilmiş piknik yapıyorlardı.
Kale deyince bizdekiler gibi yüksek surları, görkemli kapıları olan kaleler
anlaşılmasın. Ben içerideyken bile kalede olduğumu anlayamamıştım. Surlar yok,
merdiven yok. Bir de Prag Kalesi’nde aynı duyguya kapılmıştım.
Hava da yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Sarayın bahçesi
kadar etrafı da görülmeye değerdi. Kaleye doğru giden daracık bir yolda
ilerlerken, karşıdan gelen kamyonun önündekileri uyarmak için bir adam önden
koşarak kamyona yol açıyordu. Kameralar elimizden düşmedi. Kendileri gibi küçük
köpeklerini dolaştıranlar, kiraz ağaçlarının altında piknik yapanlar, gelinlik
fotoğrafı çektirenler ne ararsan oradaydı.
Önceki kalelerin, aksine düz yerlere inşa edilmiş olan
kaleler, bölgeleri yönetmek, mekânı askeri üs olarak kullanmak gibi hizmetleri
yerine getirmek için yapılmış. Şehrin merkezi konumundaymış. Kalenin nehir
yanına kurulması ve nehir kısmındaki duvarların 18 km uzunluğunda olması
bakımından savunması ve korunması da daha kolaymış. Bu bakımdan diğerlerine
örnek teşkil ediyormuş.
Japonya’da mutlaka görülmesi gereken yerler listesindeki
Osaka Sarayı, 1586 yılında Toyotomi Hideyoshi tarafından inşa edilmiş ve
Japonya’nın bir zamanlar en büyük kalesi olarak ün salmıştır. Aslının birebir
kopyası olan 5 katlı kalede, Toyotomi hanedanına ve eski Osaka’ya ait birçok
sanat eseri ve belge bulunuyormuş. Kral bu sarayın aynısından Tokyo’daki başka
bir sarayda yaşıyormuş.
Nehrin üzerindeki köprüden geçip kaleye varıyoruz. Hava
karardığı için şimdilerde müze olarak kullanılan 5 katlı saraya girmeyip sadece
bahçesinde turladık. Bol bol fotoğraf çekip ayrıldık.
Ziyaret sonrası şehre dönüp metrodaki 5 katlı Yodobashi elektronik
mağazasına uğradık. Tokyo’da da aynısına gideceğimiz için alışveriş yapmadan
fikir edinip çıktık. Çoğunluğun isteğiyle otele yürüyerek döndük. Biraz arandık
ama hiç şikâyetçi değildim. Yürümek her daim mutluluk verir bana.
Otele çantalarımızı bırakıp, yakındaki lokantalardan birinde
akşam yemeğimizi yedik. Tavuk yoktu ama çiğ yumurta geldi masaya. Pişmiş diğer
yemeklere katılıyor.
Son enerjimizi de otele gidene kadar kullandık, yarım gibi
odalarımızdaydık.
Bir Japon atasözü ile
bu günü bitirmek istiyorum: “Okuduğun her şeye inanacaksan, hiç okuma daha iyi.”
01 Nisan 2013 – Pazartesi – OSAKA – KYOTO (1 günlük bilet 500 Yen)
Vakitlice dinlenmiş olarak uyandık ve 8 gibi otelden hareket
ettik. Tam trene binmek üzereyken, ekipten bir arkadaşımız unuttuğu biletini
almak üzere otele geri döndü. İstasyon çok yakında olduğu için yürüyerek gidip
geldi. Bu sayede ben de istasyonda geleni geçeni seyrettim. Koşuşturmalarını,
birbirlerine benzeyen kıyafetlerini, ellerindeki en ufak çöpü bile istasyondaki
ayrıştırılmış bölümlere atanları, bağırış çağırış olmadan sadece ayak
seslerinin geldiği koca istasyonu.
Bugün birkaç tren değiştirerek, tarihi geçmişi 1200 yıldan
daha eski olan Kyoto’ya gideceğiz. 1.474 bin nüfuslu Kyoto’yu gezmek için bir
gün az ama biz en önemlilerini görüp akşam Osaka’ya döneceğiz.
Kyoto 8.yüzyıl sonlarında 794’ten 1860’lara kadar Japonya’nın
başkentiymiş. 1000 yıldan fazla. Bu zaman içerisinde en güzel Japon sanatının,
kültürünün, dinin ve düşünce tarzının hazinesi haline gelmiş.
Tarihi geçmişi bu kadar uzun olan şehrin elbette onlarca
eski tapınağı ve bahçesi olur. Hele de bu şehir Japonya’daysa. 1994 yılında,
toplamda 17 tapınak, mabet ve kale UNESCO dünya mirası listesine girmiş.
Yarım saatlik yolculuk sonrası Kyoto’ya vardık. Tren
istasyonu modern görünümüyle görülmeğe değerdi.
Şehrin merkezindeki Kyoto İmparatorluk Sarayı’nı maalesef
göremiyoruz. Japon mimarisinin zirvesini temsil eden Kyoto İmparatorluk
Sarayını ziyaret etmek için sabah 10.00, ya da öğleden sonra 14.00 turlarına
katılmak, ayrıca 20 dakika öncesinde pasaportla gelip izin almak falan
gerekiyormuş. Bu tür uzun sürecek bürokrasilerden olsa gerek bizim
programımızda yoktu.
Higashiyama bölgesindeki tek katlı ahşap Sansujangen-do
Tapınağı ilk ziyaret noktamızdı. Giriş bileti. 300 Yen. İçeride fotoğraf çekmek
biryana ayakkabılarımızla bile giremedik.
1001 tane ahşap, Kannon (Merhamet Tanrıçası) heykeli ile
ünlü olan tapınak kompleksi 1164 yılında kurulmuş. 1249 yılında büyük bir
yangın olmuş. 1266’da ise sadece ana salon yeniden inşa edilmiş.
İnternetten bilgi
ekleyelim; Sanjusangendo Salonu; Budizmin Tendai mezhebine ait bir tapınak olan
Myoho-in Tapınağı içerisinde yer alır. Merhamet
tanrıçası Bodhisattva Kannon'u farklı yüz ifadeleriyle betimleyen Japon selvi
ağacından oyulmuş gerçek boyutlu heykelleri ile ünlüdür. Salonun ortasında
bulunan tanrıça heykeli; onun koruyucularını sembolize eden 28 adet heykel ile
çevrelenmiştir. Bu heykel grubunun etrafı da farklı tanrı ve tanrıçaları temsil
eden 1001 tane heykel ile sarılıdır. Ortada bulunan görkemli tanrıça heykeli,
1254 yılında Kamakura Dönemi’nde oluşturulmuştur. Diğer heykellerin yapımı ise
12. ve 13. yüzyıllar süresince gerçekleştirilmiştir.
120 metrelik salonu ile Japonya’nın en uzun ahşap yapısıdır.
Sansujangen-do’nun anlamı “33 aralık” demekmiş. Tapınağın adı tam anlamıyla
uzun ana salonun mimarisini açıklayan, sütunlar arasındaki 33 boşluktan
kaynaklanıyormuş.
Biz çıkarken tekerlekli sandalyesiyle bir ziyaretçinin
geldiğini de gördük, muhtemelen tedavi içindi. Yine dilekler, talepler beyaz kâğıtlara
yazılıp tellere bağlanmıştı. Burası da bir nevi telli babaydı.
Ayakkabısız yaptığımız ziyaretimizi nihayet bir
taraflarımızı üşütmeden bitirebildik. Tamam, mekâna zarar vermemek için iyi de
biz de telef olabilirdik. Allahtan çorabım kalındı.
Neyse mekândan ayrılıp otobüs durağına kadar yürüdük. Şehir
çok büyük her yere yürüyerek gidemeyiz. Otobüsten
inip bizim Mahmutpaşa benzeri bir yoldan tepeye doğru yürüdük. İki katlı
evlerin sağlı sollu olduğu kaldırımsız yoldan araçları kollayarak, fotoğraf
çekerek ünlü Kiyomizu Dera’ya vardık.
Tapınağa adını veren Kiyomizu; temiz saf su manasına
geliyormuş. Adı gibi çok güzel olan bu mekân benim de Kyoto’daki favori mekânım
oldu.
Kyoto’nun panoramik manzarasının en güzel göründüğü, derin
bir vadide kurulan geniş ahşap verandası ile ünlü tapınağın giriş bilet ücreti
600 Yen.
Popüler mekânlardan birisi de burası. Bir kere çok güzel bir
şehir (Kyoto) manzarası var. Ayrıca aşkı arayanların da uğrak yeriymiş.
Yazacağım…
Viki’den
kitabi bilgiyi de ekleyeyim: Kiyomizu-dera Kyoto'nun
doğusunda bulunan bağımsız bir budist tapınağıdır. Antik Tokyo'nun tarihi anıtlarından biri
olan tapınak, UNESCO
tarafından dünya mirası listesine alınmış. Tapınağın girişi Heian ilk döneminde
bulunmuştur. 1633
yılında yeni binaları eklenen tapınağın tarihçesi 798 yılına uzanır.
Tapınak ismini kompleksin içindeki şelaleden almaktadır. Kiyumizu, temiz saf su
anlamına gelmektedir. Ana girişte geniş bir bahçe ile şehre etkileyici bir hava
veren uzun sütunlar bulunmaktadır. Tapınağı popüler kılan bir başka özellik ise
buraya has olan bir inanıştır. 13 metre yükseklikten atlayarak hayatta kalan
kişinin dileğinin mutlaka gerçekleşeceği rivayet edilmektedir. Edo döneminde
234 atlayış kaydedilmiş ve bunların % 85,4’ü hayatta kalmıştır. Günümüzde bu
gelenek yasaklanmıştır. (Teşekkürler Viki)
Gezmeye devam edelim. Merdivenlerden çıktık karşımızda
tapınak zannettiğim ama giriş kapısı olan sempatik kırmızı yapı. Kapısında ve önündeki
merdivenlerde epeyce fotoğraf çekip tekrar birkaç basamaklı merdivenle
kompleksin ortasında bulduk kendimizi. Her yer dilek telleriyle doluydu.
Tapınağın terasında hem manzarayı seyrettik hem fotoğraf çektik. Kimonolu
kızlar da göz kamaştırıcı. Neredeyse hepsinin fotoğrafını çektik Japon diye ama
bir tane bile yerli çıkmadı. En yakını Çinli ya da Koreliydi.
Kimonolu genç kızların onlarca fotoğrafını çekip de biraz
kitabi bilgi eklemeden geçmek istemedim. Kimono; kiru ve mono , "giyilen
eşya" yani "elbise" demekmiş. Japonya’nın geleneksel giysisidir.
Aslında tüm giysi çeşitleri için kullanılan kimono sözcüğü sonradan hâlâ
kadın, erkek ve çocuklar tarafından giyilen uzun giysiyi tanımlamak için
kullanılmaya başlamıştır. Kimono T şeklinde, ayak bileğine kadar uzanan düz
hatlı, yakalı ve uzun kollu bir giysidir. Kollar özellikle bileklerde çok
geniştir. Genişliği yaklaşık olarak yarım metreye kadar varır.
Tipik bir kadın kimonosu on iki ya da daha fazla parçanın
kuşanılmasıyla giyildiği için, Japon kadınların çoğu yardım almadan geleneksel
kimonoyu giyemeyebilirmiş. Her birinin kendine özgü giyinme ve kuşanma şekli
varmış. Kimono giydiricileri lisanslı olarak kuaför salonlarında çalışırlar ve
evlere de giderler. 20 yaşına basan genç kızlar da kimono giyip aile içinde
kutlama yaparlar.
Devam edelim gezimize. Her yer dilek ağacı ya da dilek
kutusu. Bir tanesi çok enteresandı; küçük kâğıtlara dilekler yazılıp, su dolu
kaplara atılıyordu. Acaba silinirse mi gerçekleşiyordu yoksa silinmezse mi
bilemedik. Bizdeki gelinin ayakkabısının altına yazılan gibiyse eğer, çoğunun
dileği oluyordur. Biraz da yazılan kaleme bağlı. Suda çıkmayan rujlar gibiyse yazdıkları
kalemler yandılar.
Kiyomizu Tapınağı içerisinde yer alan, Jishu Shrine’den
bahsetmeden geçmek olmaz. Aşk acısı çekenler ve kavuşamayanlar buraya gelip
dilekte bulunurmuş. Oradan topladığım broşürlerde “Kiyomizu tapınağı merkezinin
yakınında olmasına rağmen, bağımsız bir türbe olduğu” yazıyor. Ve Kiyomizu’nun
parçası olmadığından bahsediyor. Japonya dışından gelen insanlar için burası
aşkı arayanların umut kapısı olarak popüler hale gelmiş. Bekârlar evlenmek
için, evliler çocukları için dua edip dilekte bulunuyormuş. Jishu Shrine
1300’lerde yapılmış daha sonra 1733 yılında yeniden inşa edilmiş. Günümüzde
Japon hükümeti tarafından önemli bir kültür varlığı olarak belirlenmiş.
Güzel ana binasının önünde, yaklaşık on metre aralığında iki
büyük taş bulunuyor. Onlara “Aşk Taşı” deniyormuş. Aslında hem aşk hem de
fal-cılık da deniyor. Çünkü Jishu Shrine, sevgi ve çöpçatanlık olarak
yazılıyor. Neyse dönelim bu iki taşa. Eğer bir kişi gözleri kapalı vaziyette
bir taştan diğerine güvenli bir şekilde yürür ve ona dokunur ise onun aşkı gerçekleşirmiş.
Bu basit falcılık uygulaması hem Japon halkı hem de turistler için çok
eğlenceli bulunuyormuş. Biz bilgi eksikliğinden taşa da tren muamelesi yaptık
ya neyse.
Jishu Shrine’de süprizler bitmiyor. Eğer burada dilek
dileyenlerin dilekleri kabul olursa, evlilik ya da başka bir şey tekrar
gelmeleri gerekiyormuş. Tabi boş gelmemeleri öneriliyor. Türbeye bir şeyler
sunmaları öneriliyor. Bu sunulacak şey, eşya mı para mı bilmiyorum. Bağışta bulunanların isimleri de türbenin
önünde bulunan bir tahtaya yazılıyormuş. Bu isimler tanrının gemisiyle uzak
ülkelere bile uzanıyormuş. Artık inanın inanmayın…
Yine tapınağın bir köşesinde ahşap üzerine resimli yazılı
tahtalar asılmıştı. Onlara da sevgi kelimeleriyle dua sunan “ema” deniyormuş.
Bunlar geçmişte vebadan kurtulmak için tanrıya gönderilen bir dilek mektubuymuş
aslında. Belki de bu geleneğin başlangıç şeklidir.
Tanıtım yazısının son cümlesi ise şöyle. “Dünya üzerinde
birçok millet var olsa bile tek bir insan ırkı vardır. Eğer bir sevgi elde
etmek istiyorsanız, tanrıya küçük bir dua edin. Japon Aşk Tanrısı Jishu size ve
dünyadaki tüm insanlara sonsuz sevgi, bilgelik ve mutluluk verebilir.”
Pazarlama tekniği gibi de geliyor ama bilemedim. Kafayı ne
tarafa çevirsek dilek tahtaları, aşk duaları, tılsımlar. Japonlar da bizler
gibi çoğu işlerini tanrılarına bırakmışlar anlaşılan. Hiç de öyle görünmüyorlar
hâlbuki.
Neyse Jishu Shrine’den ya da aşk- fal merkezinden sıyrılalım
biraz. Doğaya uyumlu tapınağın bahçesinde dolaştık.
Her noktadan farklı manzaralar, her daim fotoğraflarımıza konuk sakuralar çok
huzur vericiydi. Kompleksin yürüme alanı işaretlenmiş, ziyaretçilerle aynı
noktadan ilerliyorduk uzun yolda. Tapınağın etrafını turlayıp sona geldiğimizde
başka bir kuyruk dikkatimizi çekti. Yaklaştığımızda gördük şelale gibi
yukarıdan 3 noktadan alttaki göle akan suyu.
Wiki’nin yazdığına göre; ana
holün hemen altında Otowa şelalesi bulunmakta ve sular 3 kanaldan bir göle
akmaktadır. İnanışa göre bu kanallar sırasıyla bilgi, sağlık ve uzun ömrü
simgelemektedir. Kutsal olduğu kabul edilen su tapınak ziyaretçileri tarafından
tedavi özelliği olduğu inancıyla içilmektedir.
Bu bilgiyi de daha evvelden
okusaymışım her 3’ünden de içerdim. Hangisinden içtiğimi bile bilmiyorum.
Gelmişiz ta nerelerden,
elbet biz de kuyruğa girdik. Minik gölün etrafından dönüp birkaç basamak
çıkarak şelalenin altına geldik. Hemen sağımızdaki arınık kutusunda bulunan,
uzun saplı metal bardaklardan aldık. Uzattık metal bardakları ve içtik şifa
niyetine. Eksik içmişiz ya neyse…
Fotoğraf makineleri en çok
da bu mekânda çalıştı. Gökyüzü çok müsaitti, açık ve güneşli. İstemeyerek de
olsa yavaş yavaş mekâna veda edip, geldiğimiz yolun paralelinden dönüşe geçtik.
15.00 gibi tapınaktan ayrılıp toplandık. Dönüş yolunda daha fazla turistik eşya satan tezgâhlara
ve dükkânlara rastladık. Hele yerel yiyecekler tatmakla pardon saymakla bitmez.
Plastik hamurlu renkli tatlılardan yemekten içim bayıldı. Hala anlamış değilim,
o kadar açıkta tatlı yiyecek vardı ve bir tane bile sinek yoktu. İyi mi kötü mü
bilemedim.
Turistik eşya ve lokantaların bulunduğu sokaktan yürüyerek,
hatta sağlı, sollu dükkânlarda beleş tadımlık yapıp öğünü bile atlattık. Kimi
yeşil çay ikram ediyor, kimi plastik tatlılardan ikram ediyor, yemesek ayıp
olurdu yani.
Bu sabah Kyoto’ya gelirken bindiğimiz trende, elimdeki
İngilizce Japonca kitabını gören hanım, “Where are you from”la sohbete
başlamıştı. Akşam oldu, hala bizimle. Yani bugün 10 kişiyiz.
Benim telefon bile
buralarda eskiyse, arabalar kaç yaşında merak ediyorum. Bu arada
trafik soldan, direksiyonlar sağda. Araçların hepsi gıcır gıcır, tek bir
çizik yok. Eski araç hiç yok. Yol üzerinde birkaç
tapınak daha gördük ama sadece bahçesinde birkaç fotoğraf çekip oyalanmadan
devam ettik. Ayrıca sokakta hiç kediye rastlamadık, hepsi evlerdeymiş.
Ana yoldan yürüyerek otobüs durağına gidip, 2
otobüs değiştirerek 1 saat sonra Kyoto’nun batı tarafında bulunan Altın Köşk Tapınağı
(Kinkaku-ji)’na (Ayrıca Rokuonci – Geyik
Parkı Tapınağı olarak da biliniyor) vardık. 400 Yen olan giriş
biletlerimizi alıp daldık.
Hava
kararmadan kitaplara konu olan güzel tapınağı görmek ziyaretimizi tamamlamak
istedik. Görevlilerin rehberliğinde giriş yapıp alana geldiğimizde gözlerimize
inanamadık. Akşamın kızılından mı yoksa tapınağın renginden mi bilemedim ama
etrafı yeşille çevrili durgun bir göl hayal edin ve o gölün tam orta yerinde de
4 katlı altından bir köşk. Aslında yapı iki katlı ama iki de yansıması olduğu
için bir anda 4 katlı gibi görünüyor. UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmiş
olan bu güzel yapıdan kaç poz çektim bilemiyorum.
Yine internetten (viki)
bilgi ekleyelim: Kinkakuci (Altın
Köşk Tapınağı) 1224
yılında, Kintsune Sayanci tarafından
yaptırılmıştır. O dönemde Kitayamaday olarak anılan ve dağ evi olarak inşa
edilmiş olan yapı, 1397
yılında Şogun Aşikaga Yoşimitsu
tarafından Sayanci ailesinden satın alınarak
yenilenerek Kinkakuci kampusuna dâhil edilmiş, dönemin önemli siyasi
merkezlerinden biri olmuştur.
"Eski Budist ve Şinto
Tapınaklarının Korunması Yasası"nın 1897 yılında yürürlüğe
girmesi ile "Hususi İtina Gerektiren Mimari Yapı" statüsü, 1929 yılında yürürlüğe
giren "Milli Hazinenin Korunması Yasası"'yla "Milli Hazine"
statüsü kazanmıştır. 1904-1906 yılları arasında
kapsamlı bir yenileme sürecinden geçmiştir.
2 Temmuz 1950 tarihinde, gece
saat 02.30 sularında, sonradan akli dengesinin yerinde olmadığı bildirilecek
olan Hayaşi Yoken adlı bir rahip
tarafından ateşe verilen tapınak, içindeki bütün değerli nesnelerle birlikte
yanmıştır. Bu olayın ardından Japonya Eğitim, Kültür, Spor, Bilim ve Teknoloji
Bakanlığı ile Kyôto
Eyaleti Eğitim İşleri Müdürlüğü yetkilileri bir araya gelerek, Kinkakuci'nin
"Milli Hazine" statüsünün kaldırılmasına ve bu arada yapının yeniden
inşasına karar vermişlerdir.
İlle de iyi şeyleri yok eden
kötüler olacak bu evrende. Adları yerleri önemli değil. Benim olmayacaksa
başkasının da olmasın mantığı herhalde. Bu yok edilen bir insan da olabilir,
bir ev, bir bilgi, bir orman ya da bir ülke.
Gölün etrafını dolayısıyla da
tapınağı uzaktan görüp fotoğrafladık. Tapınağın içine giriş yoktu, diye
hatırlıyorum. Gerçi bizden de bir talep olmadı. Çıkışa doğru alan içinde birkaç
ziyaret ve tapınakta dua edenler, tütsü yakanlar derken tamamladık ziyareti. Bir
güne bu kadar ziyaret yeterliydi hem de acıkmıştık artık. Öğlen yediğimiz
lastikli tatlılar ve atıştırmalıklarla duruyorduk.
Altın tapınak gezisi sonrası 17.30’da dönüş otobüsündeydik.
Otobüs ücreti 500 Yen. Osaka’ya varmadan evvel Kyoto’da akşam yemeği yedik. Bu
gün suşi yemeği planlamıştık ancak çok kuyruk vardı ve çok aç olduğumuz için
başka bir mekâna gittik. Kyoto şehrinin en işlek caddesinde bulunan Donguri
Rest.a attık kendimizi. Ocağı mekânın ortasında bulunuyor. Yanından geçerek,
güç bela iki boş masa bulabildik. Siparişlerimiz
gelene kadar ortadaki ocağı seyrettik. Her şey paketlenmiş vaziyette
dondurucudan çıkıyor ve hop ocağın üstüne. Ocaklar da üç dört metre vardı ve en
az üç kişi üzerinde çalışıyordu. Hepsi de gençti. Ortada sıcak fırını olan
masamıza karışık yemeklerimiz ve biralarımız geldi.(kişi başı 900 Yen) 20.50
treni ile Osaka’ya doğru hareket ediyoruz.
Bugün de dolu dolu geçti ve çok yorulduk. Bir gün için ne
yapılırsa fazlasını yapmıştık. Kyoto büyük, modern ve çok güzeldi. Şansımıza hava
da muhteşemdi.
Son bir not: Sera gazının etkilerini azaltmak ve iklim
değişimini önlemek için ortaya atılan Kyoto Protokolü 2002 yılında burada
imzalanmıştır.
Bu bölüm için Japon Atasözü: Yalan dörtnala gider.
Hakikat ise adım adım yürür, fakat yine de vaktinde yetişir.
02 Nisan 2013 – OSAKA
– Şehrin Dışında Müze Evi’nde Çay Seremonisi
Bu gün, Japonya’da kaldığımız süre boyunca gülmekten krize
girdiğim-iz gün. Benim hafızamda güzel kareler bırakan, gülmekten karın ağrısı
yaşatan arkadaşım Nursen’e çok teşekkür ederim. Ayrıntıları aşağıda sırası
gelince paylaşacağım.
Çay seremonisi randevumuz daha geç bir saatte olduğu ama biz
yine de erkenden otelden ayrılıp Osaka’nın en canlı alışveriş bölgesi olan,
Namba’yı dolaştık. Japonya’da takdir ettiğim kurallardan biri de sigara içme
yasağıydı. Kapalı alanlarda zaten yasak ayrıca sokakta içmek de yasak. Dolaşırken
gözüme ilişti “Smoking Space – sigara içilebilir alan” yapmışlar, çok beğendim.
Hem sokaklar kirlenmiyor hem de kimse rahatsız olmuyor. Sokakları arşınlarken
başka dikkatimi çekenlerden de bahsedeyim. Daha evvel Tiflis’de gördüğüm
heykeller gibi, burada da ana caddenin kenarlarına belirli aralıklarla konulan
heykeller şehre ayrı bir güzellik katmıştı. Telefon kulübeleri de dikkatimi
çekenler arasındaydı. Kulübenin içinde hem oturacak yer var hem de mekanizma
aşağılarda. Evet, Japon insanının boyu falan ama daha çok engelliler
düşünülmüş. Cihazlar tekerlekli sandalye hizasında. Sadece telefonlar değil,
durak girişlerinin yakınında görme engelliler için minik anonslarla durakların
adları söyleniyor. Ayrıca tuvaletlerin hepsinde de bu ayrıntılara dikkat
edilmiş.
Namba, Osaka’nın İstiklal’i ya da Bağdat Caddesi gibi
denebilir. Çoğu bölümler araç trafiğine kapalı. Işıl ışıl, rengârenk, canlı
kanlı bir mekân. Bir yemek yenecek yer ya da küçük bir büfe düşünün. Giriş
katında minicik bir fırın üzerinde yuvarlak hamurdan bir şeyler kızartılıyor
(ahtapot varmış içinde). Binanın üst katlarını kaplayacak şekilde turuncu bir
ahtapot maketi yapmışlar. Bacanın dumanı ahtapotun bir yerlerinden çıkıyor aynı
zamanda müziğin ritmine göre de ahtapot hareket ediyor. Koşuşturan insanlar,
turistlere (çekik gözlü olmadığımız için belki) bakmaktan kendilerini alamayan
çocuklar, kokular, apartmanların yüzeyini kaplayan dev ekranlar vs.
İnanılmaz!..
Bol bol vitrin seyrettik. Hem yemeklerin fotoğraflarını hem
kıyafetlerini görme şansımız oldu. Bu arada kimonolar çok pahalı. 40 bin 60 bin
(Yen) başlangıç fiyatlarıydı. Adlarını yazmak istemediğim birçok tanıdık
markanın mağazaları burada da vardı tabii. Şehir ile nehir karışmış birbirine.
İkide bir bir köprüden geçiyorduk, muazzam yapılar hem köprüler hem binalar.
Daha çok gençlerin rağbet ettiği anlaşılıyor. Sinemalar, oyun salonları,
barlar, alışveriş mağazaları çok enerjik bir yerdi Namba.
Saat 11.45’te Namba’dan ayrılıp buluşma noktamıza gitmek
için yeniden trene biniyoruz. İzimigoka’ya gideceğiz. Bu isimlerin hepsini
Nezihe’nin ağzından duyduğum şekliyle yazıyorum.
İzimigoka’da 7 no’lu çıkışta Nezihe’nin arkadaşlarını
beklerken etrafı turladık. İstasyonun hemen dibinde büyük bir avm vardı.
Yiyecek bölümünde epeyce vakit geçirdim. Bin bir çeşit deniz mahsulü
ambalajlanmış reyondaki yerlerini almıştı. Aralarda da tadımlık pişirip ikram
ediyorlardı. Bugünkü ikramlar nefisti.
Neyse, buluşma saatimiz geldi ve buluşma gerçekleşti. 3
arabayla gelmişlerdi. Kucaklaşmalar, hatır sormalar derken 13.30 gibi
araçlardaydık. Sevcan, Semra, Nazan ve ben Anya Hanım’ın aracındaydık. Bir kişi
daha vardı, adı aklımda ama buraya yazamıyorum, yazılışını bilmediğim için. Yola
çıktık, bir yerlerden Türkçe sesler geliyor. Şaşırdık! Anya Hanım, daha evvel
Türkiye’ye gelmiş. Hem kendisi hem de ailenin diğer fertleri Türkçe öğrenmeye
başlamışlar. Her vakti değerlendirdikleri için araçlarında da Türkçe masal
dinliyorlardı. Hayran kaldım…
15 dakikalık bir yolculuktan sonra vardık 150 yıllık tarihi
müze evine. Evdeki hanımlar kimonolarını giymiş bizleri kapıda bekliyorlardı.
Tanışma ve kısa tanıtımın ardından bahçeyi ve köyü dolaştık. Tarım alanları
koyu kahverengi ahşap birkaç ev. Daha yeni olan 2-3 katlı evler de vardı ama
eskiler azınlıktaydı.
Etrafı turladıktan sonra içeriye buyur edildik. Kapının eşik
kısmına ayak basılmıyor ve ayakkabılar çıkışta giyilecekmiş gibi bırakılıyor.
Evin içini dolaştık. Binanın yapısı, sıvası, yaşı vs. ile ilgili bilgiler
verildi. Özetle 150 yıllık bir bina. Yangınlar ve tamiratlar görmüş olmasına
rağmen hala ayakta ve kullanılır durumda. Eski yıllarda çiftlik evi gibi
kullanıyorlarmış, şimdilerdeyse müze evi.
Bu arada bizi karşılamaya gelenlerden Anya Hanım da
kimonosunu giyiniyor. Bize tanıtmak için özellikle aksesuarlarını yanımızda
tamamlıyor. Az buz iş değil bunu giyinmek. Sırf bunun için kurslar
düzenleniyor, yarışmalar yapılıyormuş. Yaşına ya da medeni durumuna göre de
kimonolar farklıymış. Yukarıda (bir önceki gün) da yazdığım gibi bekârların
kimonolarının kolları çok uzun oluyor, evlenince kısaltıyorlarmış.
Anya hanım giyine dursun, bize yine kullandıkları kap kaçak,
mutfak anlatılmaya devam ediliyor. Çevirilerimizi Nezihe yapıyor. Mutfağı
kullanıp kullanmadıklarını sorduğumuzda yılda bir kez kullandıklarını
öğreniyoruz. Hasat zamanı kutlama günleri varmış, o zaman ekmek toplanıp
pirinç- karışımı hamurumsu bir tatlı yapıyorlarmış. Yaşlılara pek tavsiye
edilmeyen bu tatlı ağza yapışan bir şeymiş.
Kimononun son aksesuarları da bağlanıyor. Arkasındaki büyük
renkli malzeme yastık gibi de kullanılıyormuş, ya da dayanak diyelim. Kimono
giymek çok kolay bir şey değilmiş. Şehirlerde bununla ilgili kurslar ve hatta
yarışmalar bile düzenleniyormuş. Çok önem verdikleri kimono da, tıpkı çay
seremonisi gibi bir sanat dalı.
Alkışlar eşliğinde giyim tamamlanıyor. Daha sonra sırayla
hepsi modellik yapıyorlar bize. Biz de bir grup medya (gezgin) epey pozlarını
çekiyoruz. Hem onlar eğleniyorlar hem de biz.
Ve geliş sebebimiz sayılan ünlü “Çay Seremonisi” başlıyor.
Grup büyük, ikiye bölünüyoruz. Biraz odadan bahsedeyim. Bulunduğumuz
oda-salonda koltuk, sandalye falan yok.
Bir tane dikdörtgen masa gibi ama daha alçak olanından var, üzerinde
kırmızı bir hasır örtü var. Hem masa hem de oturmak için kullanıldı. Dip
tarafta yine tahtadan 30 cm yüksekliğinde bir seki var, onun da üzerinde
kırmızı ve bej renkli hasırlar konmuş. Minder falan yok. Hatta sekinin önünde
de sekiden daha alçak bir ağaç kütüğü bulunuyor. Sekinin bir köşesinde 2-3 tane minik kimonolu
kadın-erkek bibloları süs niyetine yerini almış. Bir de temsili ocak olarak
kullanılan ya da çaydanlık mı demeliyim bilmiyorum içi su dolu yuvarlak
silindir şeklindeki bir kap, daha geniş başka büyükçe bir kâsenin içine
oturtulmuş durumda. Çay burada hazırlanacak.
Eskiden çay evlerinde mutlaka bir ocak ve ocağın üzerinde de
her daim kaynayan bir çaydanlık olurmuş. Malzemeleri bizimkiler gibi
düşünmeyin. Kâsede içilen çayın çaydanlığı da silindir şeklinde kazan gibi bir
şey sanırım.
Dizlerimizin üstünde oturarak sekideki yerlerimizi aldık. L
şeklinde kırmızı hasırlar olan bölüme oturuyoruz. Orta kısımdaki hasırın rengi
ise bej. Tam karşımızda da, yukarıda bahsettiğim yuvarlak temsili ocağın
başında çay hazırlanmaya başlandı. O ara bakır kâse içinde pembe beyaz, ceviz
büyüklüğünde, pirinç lapası gibi bol şekerli olan tatlılarımız geldi. Sıranın
başında da ekipten bir hanım, yanında Nursen sonra da ben varım. Sıranın
başındakinin yaptıklarını biz aynen yapacağız.
Nezihe tecrübeli. Asker gibi dizdi bizi bir güzel, komutlar
vermeyi de ihmal etmiyor. Bu arada dizlerin üzerinde oturmak benim için bir kâbus.
Sürekli sağa-sola yamuluyorum. Özellikle ikram sırasında dik oturmamız
gerekiyormuş. Ne mümkün!.
İçinde top top tatlıların olduğu kâseyi getiren kişi
törensel bir havada tam karşısına geçip kafayla selam veriyor, karşıdaki de ona
selam veriyor. Önce peçeteyi önüne serdi, ardından çubuklarla pembe-beyaz
tatlıdan bir tane peçetesinin üstüne koydu. Kullandığı çubukları aynı düz
şekilde kâsenin üzerine bıraktı. Başka bir tahta çubuk kaşık niyetine
tatlısının yanına koydu. Ve gıdım gıdım yemeğe başladı. Tüm bunları o kadar
yavaş yapıyordu ki hepimiz pür dikkat seyrediyorduk. Yavaş yapması biz
anlayalım diye değildi, kuraldı.
En ciddi olacağımız bölümdeyiz. Nezihe bizi ara ara
uyarıyor. “Sessiz olun, gülmeyin vs.” Peki! Tatlılar geldikten sonra bize bir
gülme krizi geldi ki sormayın gitsin. Başrolde Nursen mi var yoksa bizim de
gülme krizine gireceğimiz mi vardı bilmem.
Çaydan evvel birer top pirinç tatlısı alıyoruz. Çok iç açıcı
değil ama ritüel böyle. Gelmişiz buraya kadar ne verseler yiyeceğiz. İlk sırada
Nursen var ama kaçmaya çalışıyor. “Hepsini mi yiyeceğiz?” Nezihe “Evet
hepsini”. “Yarısını yesek olmaz mı?”. “Hayır olmaz”. Sağımda Nursen, solumda
Nazan, biri konuşuyor öbürü kıs kıs gülüyor. Ben de ne kadar kontrol ederim
kendimi bilmeden kafam aşağıda ikisiyle de göz göze gelmemek için uğraşıyorum.
Nezihe’den olumlu bir yanıt alamayan Nursen, son bir şansını denemek için, soluna
dönüp bana “Yaa, ben öğlen de tatlı yemiştim o yüzden yemesem olmaz mı?” dedi
ve ben bittim. Nazan, zaten patlamaya hazır volkan gibiydi. Gülmekten bayılmış
durumda, yeri dar geldi attı kendini dışarı. Nezihe anında müdahale ettiyse de
ipler kopmuştu artık. Nursen’i seyretmeliydiniz. O sakin yüz ifadesiyle öyle
güzel, öyle yavaş yavaş anlatıyordu ki, görmeliydiniz. Belki de bizim krize
girmemize sebep olan, o sakinliğin karşısındaki Nezihe’nin durumuydu. Ciddi
olmayı beceremeyip de, böyle bir krize girmeyeli epey olmuştu. Çocukluk
günlerimi hatırladım sayenizde, sağ olun var olun arkadaşlarım.
Neyse dönelim çay seremonimize. Tatlılarımızı gösterilen
şekliyle aldık, koyduk peçetelerimizin üstüne ve ufaktan yemeğe başladık.
Tüm Japon hanımlar sanki koltukta oturuyormuşçasına
dizlerinin üzerinde çok rahat oturuyorlar, rahatlıkla sağa sola dönüyorlardı.
Çaylarımızı hazırlayan hanım saatlerce oturdu ve aynı işlemleri tekrar tekrar
yaptı. Helal olsun…
Sıra geldi çaylara. Çay deyince bizdeki aklınıza gelen her
şeyi unutun. Yeşil çay ezilip un ufak edilmiş, suyla karıştırıp kâselerle
içiliyor. Ama işlem saatler sürüyor. Eğer vaktiniz yoksa aşağıda yazacağım
yapılış hikâyesini atlayabilirsiniz.
İçi su dolu büyük yuvarlak kabın (temsili ocak) başına oturup
önüne de boş bir kase koyuyor. Her şey ağır çekimde. Önce temizlik işlemleri
yapılıyor. Elindeki turuncu mendil (kumaş) ile malzemeler siliniyor. Bu arada
mendil katlama da bir sanat Japonya’da. Her objeyi sildikten sonra mendili açıp
tekrar katlıyor. Karıştırmada kullanacağı fırçasını da suyla temizliyor. Kabın
içindeki uzun saplı cezve benzeri malzemeyle su alıp, önündeki kaba yavaş yavaş
cezveyi yukarıya kaldırarak boşaltıyor. Daha sonra cezveyi büyük kabın üstüne,
sapı kendine bakacak şekilde yavaşça bırakıyor. Sonra suyu koyduğu kâseyi eline
alıp sağa sola çeviriyor (galiba çalkalama). Kâsedeki suyu solundaki başka bir
kaba aktarıyor. Aynı işlemi tekrar yapıyor. İki kez çalkaladığı kâseye 2 çay
kaşığı (tahta çubukla yaptı) kadar yeşil çay ekliyor. Sonra cezveyle su alıp,
çay koyduğu kâseye iki kademede yukarı kaldırarak su koyuyor ama tamamını
boşaltmayıp kalanını geri döküyor. Sıra geldi çayla suyu karıştırmaya.
Erkeklerin tıraş yaparken kullandıkları köpürtme fırçaları vardır ya aynı ebat
aynı tip ama fırça yerine telleri olan bir karıştırıcı. Onunla hızlı hızlı
karıştırdı. Daha sonra fincanı elinde çevirip (sanırım bir işaret aradı) ikram
etti. Sadece bu yazdıklarım 5 dakika sürdü.
Çay hazır olunca tatlını yiyorsun, daha sonra da çayını
içiyorsun. İlk kurban Nursen’den sonra sıra bana geldi. Kâseyi koydular önüme.
3 defa sola çeviriyorum daha sonra içiyorum. Yudum yudum kafaya dikiyorsun ama kâseyi
elinde tutuş şeklin de önemli. İki elinle tuttuğun kâseyi “şerefe” ya da
“teşekkür” eder gibi kaldırıp içiyorsun. Zar zor (acı yok, bitti bitecek)
bitirebildim yeşil çayı. Bir an önce kurtulayım diye önüme koydum ama olmadı. Kâseyi
3 defa sola çevirmiştik ya bu sefer ters yöne çevirmek gerekiyormuş. Bir de
içtiğin yeri elinle silmen gerekiyor. Sonradan anladım meğer kâselerde bir
işaret varmış, ne bileyim. Sağa çevir, sola çevir kimseye beğendirememiştim.
İkinci grup içerken videoya çekmiştim, onlara fazla karışmamışlar. Kıskandım
valla, kimi sağa kimi sola döndürüp durmuş. Ama bizden daha ciddilerdi.
Araştırırken öğrendiklerimden, çay seremonisi ve çiçek
düzenleme sanatı olan “ikebana”nın kültürel adetlerin, basit becerilerin
ötesine geçerek geleneksel değerler olan “wabi” (sade dinginlik) ve “sabi”
(geçmişten gelen zarafet ve sakinlik) değerlerini aramanın ruhani yollarını
temsil ettiği yazılıydı.
Çok şükür bitti çay faslımız ben de ayağa kalkabildim. Her
iki grubun da çay fasılları bittikten sonra evi dolaşmaya başladık. Ev içinde
hiç klasik açılıp kapanır kapı göremedim. Sürgülü hafif ve şeffaf malzemeler
kullanılmış. Deprem için olabilir diye düşünüyorum. Eski zamanlarda kullanılan
malzemeler, müzik aletleri (çok değişikti) ve biblolardan başka bir şey yoktu.
Karşılıklı teşekkürler edildi ve hediyeler sunuldu (Nezihe
hazırlıklı gelmişti). Son grup fotoğraflarımızı da çektirdikten sonra bizi
araçlarıyla aldıkları yere tekrar bıraktılar sağ olsunlar.
Osaka’ya geri dönüyoruz ve soluğu Onsen Kaplıcalarında
alıyoruz. Bu gün Osaka’daki son günümüz. Gece otobüsü ile Tokyo’ya döneceğiz.
Japonya’ya gelip de yapmadan dönmeyin dedikleri bir eylemi
gerçekleştirmek üzere, klasik Japon hamamının ve dünyanın farklı bölgelerinin
geleneklerini yaşayabileceğimiz Onsen’e geldik.
Japonya anılarımı yazarken daha başından uyarı almıştım;
“hamam kısmını geç, yazma” diye. Bizim ne yaptığımızı değil de genel kısa bir
bilgi eklemek istiyorum. Onsen; kelime anlamıyla sıcak su kaplıcası demekmiş. Bir
bölgede yerin altı ne kadar hareketliyse o bölgelerde volkanik sıcak sular
elbette çok oluyor. Bizim memlekette olduğu gibi. Japonya bizden misli fazla
sallandığı için ülkenin her yerinde Onsen mevcutmuş. Mineral yönünden çok
zengin olan bu suları herkes çok seviyor. Özellikle dağlık bölgelerde birçok
onsen otelleri mevcutmuş. Hakone’ye giderken epeyce görmüştük.
Nezihe anlatmıştı; Japonlar sokaktaki temizliklerini
evlerinde çok fazla uygulamıyorlarmış. Daha evvel geldiğinde misafir olduğu
aileden biliyor. Her akşam, herkes duşunu alıp, sıcak su dolu küvete
girerlermiş. Sonra tüm aile sırayla aynı suda yıkanırmış ya da aynı su dolu
küvete girip çıkarlarmış. Nezihe misafir olduğu için onun önceliği varmış. Çok
enteresan bir gelenek.
Pürü pak şekilde hamamdan çıkıyoruz. Hedefimiz otelden
eşyalarımızı alarak 22.30’daki Tokyo otobüsüne binmek üzere terminale ulaşmak.
Hamamdan biraz geç çıktık. Ardından da yanlış trene binince
yolumuz uzadıkça uzadı. Sıcak suların rehavetiyle olsa gerek yanlış yöne
gitmişiz. Allahtan Figen duruma uyandı da geri dönebildik. Yetişmek için biraz
topuklamak zorunda kalmıştık. Yemek yiyemedik ama kalkışa 10 dakika kala
duraktaydık.
İki katlı otobüsün alt katında seyahatimiz başladı. Korsemi
taktım, yastığım yanımda, cam kenarındaki yerime yerleştim. Emniyet
kemerlerimizi de taktık (anonslarla ikazlar yapıldı). Hem yorgunum hem de
hamamın rehaveti üzerime çökmüş durumda birazdan uykuya geçeceğim ya da çoktan
geçtim. Sabah 7.00 de Tokyo’ya varmış olacağız.
Bu bölüme ait Japon
Atasözü: Bir insanın içinde çay yoksa o insan gerçeği ve güzelliği anlamaktan
acizdir.
03 Nisan 2013 - TOKYO
Gece yolda verilen ilk molayı kaçırdım. Daha doğrusu kalkmak
istemedim. Derin uykudayken Nezihe’nin “Haydi kızlar inmiyor musunuz?” dediğini
duyduysam da uyumaya devam ettim. İki katlı otobüsten onlarca insan iniyor,
kimsenin sesini duymayıp sadece Nezihe’nin sesini duymam da ilginç. Muhtemelen
tüm yolcular duymuştur. Adamlar o kadar yavaş konuşuyorlar ki, hele anonsları
tam uyku getiren cinsten.
Kapılar açılınca yağmurun sesi ve serinliği otobüsü kaplıyor.
Oh mis. Molanın bitişini, otobüsün tekrar hareket edişini hatırlamıyorum ama
otobüsün içindeki yemek kokusunu hatırlıyorum.
Sabah 5.30’da uykumu almış olarak uyandığımda, son molaya
hazırdım artık. Tekerlekler durur durmaz, dışarı attım kendimi. Gece başlayan
yağmur hızını arttırmış vaziyette hala devam ediyordu. Dışarısı açık hava duşu
gibiydi. Kendimizi kapalı alana atana kadar epeyce uzun atlayışlar gerçekleştirdik.
Gezi boyunca ilgisini ve şefkatini esirgemeyen sevgili
arkadaşım Sevcan’ın önerisiyle sıcak su ile yemek haline gelen hazır
çorbalardan aldım. İlk molada kendisi aynısından yediği için bana da önermişti
sağ olsun. Bardakta sıcak çorba hazırlatıp koştura koştura otobüse geldik. Çok
tuzluydu nodullu (makarnalı) çorbam ama çok acıktığım için iyi gelmişti. Bu
sefer de otobüse yemek kokuları yayan ben olmuştum.
Karnım doymuştu, uykumu da almıştım. Biraz etrafı seyretmek
istedim ama nafile. Perdeler açılmıyor, içeriye tek ışık bile girmiyor.
Otobüste, yolcularla şoför arasında bile bir perde var. Sanırsın uçak. Perdeler
sıkı sıkı kapalı. Aklıma geldi, eskiden bizim otobüslere de yazarlardı ya
“Lütfen şoförle konuşmayınız” diye. Aslında o uyarıların altına “küs müyüz
yoksa?” diye yazmalıymışız. Uzatmadan yolculuğumuza döneyim.
Yolculuk süresince
molalar ve duraklar için anonslar yaptılar. Uzun uzun Japonca anonsların
ardından bir cümle de İngilizce. Süperler. İnsan merak ediyor; “Daha evvel
anlattıklarınız neydi” diye.
Vaat edilen saatte tam 7’de Tokyo’ya vardık. Valizlerimizi alarak çok yakın olan otelimize
doğru yola çıktık. Sağanak yağmur Osaka’dan beri peşimizi bırakmamıştı. Üstelik
daha da hızlanmış vaziyette devam ediyordu. 2 adımda sırılsıklam olmuştuk.
Başkentteydik. Üstelik ben buraya Tokyo dediğimi zannederek
ha bire Toyota diyordum. Osaka’ya Kansai demem gibi. Hiç olmazsa Kansai
bölgenin adıydı, Toyota ne alaka?
Burası yani Tokyo’nun bulunduğu alan ve çevresinde bulunan
şehirlerle birlikte, 30 milyondan fazla nüfusuyla dünyanın en büyük metropolit
alanını oluşturuyormuş. Şimdi yağmurdan kafamızı kaldıramıyoruz ama ilerleyen
zamanlarda bizler de şanına yakışır büyüklüğe tanık olacağız.
Bir iki adres sormamızın ardından 4 dakika mesafedeki Toyoka-inn.com
otelimize vardığımızda sabah 8.30 olmuştu. 4 dakikalık yol ama bilene.
İlerleyen günlerde biz bunu 3 dakikaya indirerek ilk günün acısını
çıkartıyoruz.
İki yıldızlı olan otelimiz Osaka’dakinden daha yakındı
metroya. Bugün girişimiz vardı ancak çok erken olduğu için 16.00’yı beklememiz
gerekiyordu. Madem öyle, bari sudan çıkmış ördek görüntümüzden kurtulalım. Lobide
valizler açıldı, kurular çıkartıldı.
Tokyo’daki otelimiz biraz daha pahalıydı. Başkent farkı
belki de. Kişi başı 17.800 Yen ödeyerek toplamda 160.200 yen ödemiş olduk.
Otelde kahvaltı vardı ancak bugün akşam girişimiz olduğu
için normalde hakkımız yoktu. Son gün de uçağa yetişmek için çok erken otelden
ayrılacağımızdan, Nezihe gün değişikliği pazarlığını yaptı ve biz ilk defa
Japon kahvaltısı yapmış olduk. Daha öncekiler sandviç-kahve şeklindeydi. Kahvaltı
saatinin bitimine yarım saat kala biz de yemeğe başladık. Pirinç demedik, tuzlu
demedik her şeyin tadına bakıp yedik, ikinciyi bile aldık. Üçüncüyü alanlar
oldu mu bilmem. Yağmurun durmasını umarak ve bekleyerek çay-kahve eşliğinde
epeyce sohbet ettik.
Nisan yağmurunun
duracağı yok. Giyindik kuşandık şehri yağmur altında dolaşmak için otelden
çıktık. 1603’den beri Japonya’nın siyasi merkezi olan
Tokyo, hem ülkenin başkenti, hem de ekonomi ve bilişimin merkezi. Tokyo’da
dolaştığımızda kendimi büyük ekranda joystick ile sanal dolaştığım hissine
katıldığım zamanlar çok oldu.
Yağmurdan dolayı rehberimiz programı değiştirmişti. Bu
yüzden, Tokyo’nun mutlaka gidilen noktalarından birisi olan “Asakusa Tapınağı”
ilk ziyaret noktamızdı.
Yakındaki metrodan biletlerimizi alıp Asakusa yakınlarında
bir yerlerde indik ve yağmur altında yürüyerek Tokyo’nun en eski
mahallelerinden biri olan aynı zamanda ikinci dünya savaşından sonra önemini
yitiren bölgeye doğru yürüdük. Kafayı kaldıramıyoruz hala, yağmur deli gibi.
Asakusa ile ilgili bilgi ararken “Tokyo’nun eki zamanlarda
nasıl göründüğünü merak ediyorsanız Asakusa’ya gelmelisiniz” diye yazıyordu.
İkinci dünya savaşından önce pek çok eğlence yeri ve kabuki tiyatrolarının
olduğu bölgeymiş burası. Ne yazık ki bombardımanda bunların çoğu kül olmuş
gitmiş. Şehir yeniden yapılanmış ama eskisi gibi olmamış tabi. Önemi de
azalmış. Ünlü Nakamise caddesinden dolayı da çok ziyaret alan bir bölgeymiş.
Asakusa’nın simgesi olan Kaminarimon Kapısı’ndan girdik. Bu
kapının yaşı 1000’den de fazlaymış. Kaminari kapısından girdik ama şemsiyeler
arasında kaldık. Çaresiz ilerledik. Sağlı
sollu hediyelik eşya satan dükkânların arasından (Nakamise Caddesi) tapınağa
doğru yürüdük ama dolaşmak ne mümkün. Hiçbir dükkâna bakamadık maalesef. Sırf
yağmurdan kurtulmak için tapınağa sığındık. Sığındığımız meşhur tapınak bir
Budist tapınağı olan Sensoji Tapınağı’ymış. Tütsüler yaktık, fotoğraflar
çekebildik (iç mekân olduğu için). Yüzyıllardır aynı tip dükkânlar
bulunuyormuş. Bizim kısmetimize burayı hep sulu görmek varmış ki son gün
uğradığımızda yine yağmur yağacaktı.
Gördüğüm yerlerin fotoğraflarını çekemedim çünkü her şey
ıslaktı. Tabanları yağlayarak metroya ulaştık. Bundan sonraki istikametimiz
elektronik eşyaların satıldığı Akihabara ve ünlü Yodobashi Mağazası.
Akihbara bölgesi aynı zamanda dünyanın en büyük elektronik
üreticisinin ve satıcısının bulunduğu merkez. Yani elektronik market desek
haksızlık etmiş oluruz. Burası benden ziyade eşim Hakan’ın yeri aslında ya,
gelseydi keşke. Burası için 1,5 saatlik bir serbest zaman verildi. Benim için
yeterli ancak elektronik malzemelerden anlayan ve haz eden insanlar için çok az
bir zaman. Yodobashi denen yer tam hatırlamıyorum ama 6-7 katlı kocaman bir
apartman. İçinde ne ararsan var.
Hızlıca tüm katları dolaştım, ufak tefek bir iki bir şey
aldım ama hiçbiri elektronik değildi J.
Belirli bir şey aramadığım için hepsine hızlıca bakıp çıkıyordum. Üçüncü binaya
girmek üzereyken, kapıdaki bir yazı dikkatimi çekti. “18 yaşından küçükler
giremez” diye. “Niye ki?” deyip daldım içeri. Ne bileyim! Plastiğinden
elektriklisine kadar, söze yazıya dökülemeyecek ne kadar malzeme varsa bu dükkândaymış
meğer. İlk giriş katında plastikten olan oyuncaklardan kaş-göz (daha ne
yazayım) muzipçe hatta zıpırca görünebilir ama ikinci kattan sonra üçüncüye
çıkamadım. Varın altıncı katı siz düşünün. Bu arada içeridekilerin yaşı 18’den
büyükse ben 100 yaşındayım herhalde.
Akihbara turumuzun sonunda buluştuğumuzda yukarıda yazdığım mekânı
anlatınca görmek isteyenler hatta göremediklerine yananlar çok oldu ama kısmet
işte. “İnsanın kısmetinde yoksa dayak bile yemezmiş” (bu söz, Sevcan Orbay’a
aittir).
Neyse, toplandığımızda eldeki paketlerden kimlerin zengin
oldukları anlaşıldı. Şaka bir yana fotoğraf makineleri falan daha ucuzmuş. Paketler
büyük olduğu için fazla dolaşamadan otele döndük. Zaten giriş yapma saatimiz de
gelmişti. Otel paralarımızı ödeyip odamıza geçtik. Minicik odalar ama her
şeyimiz vardı. Kasa, su ısıtıcısı, buzdolabı, saç kurutma, klima, gece lambası
vs.
Odaya yerleşmenin ardından güzel bir duş ve tekrar dışarı
çıktık. Akşam 18.00’de otelden çıktığımızda nihayet yağmur durmuş hava da biraz
serinlemişti.
35 milyonluk nüfusuyla dünyanın en büyük metropol şehri
Tokyo’nun merkezine gittik. Burası aynı zamanda dünyanın en pahalı şehriymiş. Arabalar,
insanlar, ışıklar, renkler ve seslerle çok dinamik bir şehir burası. Büyük gökdelenlerde (burada büyük demem
yersiz oldu ama neyse) koydukları ekranları size ölçü olarak vermem güç. “Dev
Ekran” diyemiyorum çünkü manasız.
İnsanları seyrediyoruz, renkli saçlar, aksesuarlar ve
kıyafetleriyle. Arabaları seyrediyoruz, sanki fabrikadan daha bugün çıkmış gibi
gıcır gıcır. Yukarılara bakıyoruz, her
şey çok göz alıcı. Müzik her taraftan farklı ritimlerle geliyor.
Bir binanın ikinci katından caddeyi seyrediyoruz. Yolu,
kaldırımı, karşıdan karşıya geçen gurubu ağzımız bir karış bu kalabalık
karşısında. Bir ışık süresince karşılıklı olarak karşıdan karşıya geçenleri
toplasan savaş sahnelerinden birine bile kullanabilirsin. O kadar kalabalık.
Her bir tarafta en az 100 kişinin olduğu iki büyük grup karşılıklı toplanıyorlar
ve daha sonra hiçbiri diğerinin yolunu işgal etmeden, çarpışmadan karşıya
geçiyorlar. Ne bağıran çağıran var ne de korna çalan. Yan yollar hariç her bir
taraftaki yolda 5 şerit bulunuyor. Bir o kadar da karşı yönde. Varın siz
düşünün yaya yolunun uzunluğunu ve üzerinden geçen kalabalığı. Saat de akşam
20.30 bu arada.
Devamında yürüyerek bir pastanede mola verip ayaküstü sakuralı
tatlılarımızı yedik ve Shibuya istasyonuna gittik. Neden gittiğimizi
bilmiyordum gerçekten de. Bir yere gitmek yoldan çok daha fazlası olur ya işte
ben de ne zaman bir yerlere gitsem, değişik bir yer görsem, duysam hep ne kadar
az şey bildiğimi anlıyorum. Bu yüzden her yolculuktan çok kazanımlarla
döndüğümü düşünürüm. Valizlere sığamayacak güzel bilgiler ve hikâyelerle dönmek
benim kendime aldığım en güzel hediyeler oluyor. Artık kimseye bir şey
almıyorum, arzu edenlere bildiklerimi ve öğrendiklerimi paylaşıyorum. Yeri
gelmişken, bunu da araya sıkıştırmam iyi oldu.
Japonya’da aklımda kalan en güzel şeylerden biri olan Hachi’nin
heykelini gördük. Wiki’de çok detaylı anlatıyor. Linki: http://tr.wikipedia.org/wiki/Hachik%C5%8D
Fotoğraf çektirenler, heykeli okşayanlarla Hachi’nin etrafı
epey kalabalıktı. Metroyla giderken yarım yamalak duymuştum arkadaşlardan “işte
sadık bir köpek, filmi de var, çok güzel vs…” . “Neden?” Döner dönmez araştırmıştım.
Gerçekten de heykeli dikilecek kadar var. Film indirme uzmanı sevgili eşim
anında hem Japon, hem de Amerikan versiyonunu indirdi. Her ikisini de salya
sümük ağlayarak seyrettik. Seyretmemiş olanlara tavsiyem; Richard Gere’in
oynadığı Hachiko’yu seyretmeleri. Muhteşem…
21.00 gibi oteldeydik. Otelden e-postalarıma baktım, birkaç
cevap yazıp odaya geçtim. Gece 12.15’te telefon randevum var. Bu yüzden erken
uyumayıp notlarımı yazacağım. Akşam 6’da okuldan çıkan güzel yürekli yeğenimi aramak
için sözüm var. Sesini duymak bana da iyi gelecek çünkü çok özledim.
Japon Atasözü:
Pirincin içindeki siyah taşlardan korkma beyaz olanlardan kork.
04 Nisan 2013 –
Perşembe – TOKYO – (Fuji’yi uzaktan ilk görüşümüz)
Sabah kahvaltı için aşağı iniyoruz. “Good morning” ve
“Ohayoo gozaimasu, İrassaymase, Onegayşimas, Arigoto gozaymas” hafif öne
eğilerek selamlaşıyoruz (günaydın, hoş geldiniz, buyurun, lütfen, yine
bekleriz, teşekkürler).
Bugün sabahtan akşama kadar Tokyo kazan biz kepçe
dolaşacağız. Tokyo Kulesi, Meiji tapınağı, İmparatorluk Sarayı ve akşamına da
Ueno Park. Japonya’daki günlerimin sonuna doğru epeyce tembelleşmişim. Zaman, mekân
notu hak getire. Allahtan fotoğraflar var.
İlk durağımız Fuji Dağı’nı uzaktan
görebileceğimiz Tokyo Hükümet Binası (Tokyo Metropolitan Government Building).
Aslında Tokyo Kulesi’nden
seyredecektik ancak Nezihe, daha sakin ve girişi ücretsiz olduğu için buraya
getirdi bizi sağ olsun. İyi ki de buraya gelmişiz. Seyir alanının olduğu bölüm gayet
sakindi. Hava açık olduğu için 3776
mt.lik yüksekliğiyle Japonya’nın en yüksek dağı olan Fuji’yi doya doya
seyredebildik. Hediyelik eşya ve kafelerin bulunduğu panaromik seyir terası 45.
katta bulunuyordu. Hafta içi 23.00’e kadar açıkmış.
Saat 10.00’da başladığımız
panaromik gezimizi yarım saatte tamamlayarak,
Shinjuku istasyonuna geri dönüyoruz.
Shinjuku’dan girip, Harajuku’dan
çıkıyoruz. Saat; 11.00. İkinci durağımız araç trafiğine kapalı olan, bin bir
çeşit değişik objelerin (oyuncak, kıyafet, aksesuar vs.) satıldığı Takeshita
Sokağı. Daha çok Japon gençlerinin uğrak yeriymiş. Butikler, mağazalar, lokantalar,
galeriler ve daha neler neler. Kafayı ne tarafa çevirseniz kilitleniyorsunuz.
Farklı giyim tarzlarıyla sokağı renklendiren gençlere bayıldım. Çılgın, çatlak
tipler. Birkaç parça küçük sevimli oyuncak alabildim yeğenlere. En çok da
böğüren horozu beğendik.
Kalabalık mekânda 1 saat kadar vakit
geçirdikten sonra toplanıp, Harajuku’dan ayrıldık. Ama Figen’i unutmuşuz.
Yürüyerek Yoyogi Parkı’na gittik. Parkın girişinde Nazan’ın uyarmasıyla fark
ettik. Neyse ki yakın mesafe Nezihe geri döndü, kısa sürede toparlandık. Figen
kaybolmazdı zaten. Tek başına her yeri dolaşır verilen adresi de bulur.
Yoyogi Parkı da tıpkı Ueno gibi
Japonların sosyal zamanlarını geçirdiği oldukça büyük bir park. Koşanlar,
bisiklete binenler, piknik yapanlar ve eğlenmek isteyenlerin uğrak yeri. Ama
bizim geliş sebebimiz parkın içinde bulunan Meiji adındaki Şinto Tapınağı. Ziyaret
sonrası keyfini süreceğiz.
Şinto ile ilgili wiki’den bilgi; Şinto kelimesi iki kanjinin birleştirilmesinden oluşturulmuştur: şin (yani "tanrılar"
veya "ruhlar") ve tō (yani "yol"). Böylece, Şinto
genellikle "Tanrıların Yolu" olarak çevrilmiştir. Şinto veya
Şintoizm Japonya’nın yerli, Japonların milli dinidir. Dünyanın en eski
dinlerinden olan Şinto, eskiden Japonya’nın resmi diniymiş. II. Dünya
savaşından sonra resmi din unvanını kaybetmiş. Şimdilerde Budizm daha
yaygındır.
Tapınakların
hangisinin Şinto hangisinin Budist olduğunu ayırmanın en kolay yolu; eğer Budha’nın
heykeli yoksa Şinto’dur.
Devasa ağaçların sağlı sollu dizildiği yoldan daldık cennet mekâna. Biraz
yürüdükten sonra, sağ tarafımızda tablo halinde dizilmiş olan beyaz fıçıları
görüyoruz. Bu fıçılar Japonların yerli içkisi olan ünlü Sake’lerin
fıçılarıymış. Meiji’lerin anısını yaşatıyorlarmış. Nezihe’nin anlatımıyla;
Pirinç en önemli besin kaynağı, tıpkı bizdeki buğday gibi. Dolayısıyla da sake
kutsal bir içki. Sadece pirinçten değil patatesten de yapılıyormuş ama en çok
pirinçten. Kadınlar osake, erkekler ise sake diyorlarmış. Onların tam
karşısında ise Fransa’dan Meiji’ye hediye olarak gönderilen şarapların fıçıları
vardı. Daha koyu renkli olanlar.
Yolumuz uzun hala tapınağa
varmadık, yürüyoruz. Diğer tapınaklarda olduğu gibi burada da önce arınma
çeşmesi bulunuyor. Biz ritüeli tam yapamasak da hem arınıp, hem de çeşmenin
suyunu bir güzel içiyorduk. Arınmanın ardından merdivenler ve bir kapı daha.
Merdivenlerin sağında ve solunda büyükçe birer ağaç bulunuyor. O kadar güzel
budanmış ki neredeyse her ikisi de aynı büyüklükte ve yuvarlak. Uzaktan
bakıldığında; kısa bir gövde ve onun üç katı yükseklikte yapraklar, dallar. Sağ
taraftaki ağacın etrafında klasik dua telleri, dilek tahtaları vs. Tapınağın
içine girmedim, daha çok dışarıdan fotoğrafını çektim. Etrafı seyrettim. Şimdi
yazarken düşündüm, acaba kapalıydı da ondan mı girememiştik bilemiyorum. Yoksa
sadece ben mi girmedim, onu da bilmiyorum.
Tapınağın
yapımına 1915 yılında başlanmış, 6 yıl sonra yani 1921’de tamamlanmış. Deprem
olduğunda insanlar Meiji’ye gelip dua ederlermiş. Yine internette bilgi ararken
şöyle bir cümleye de rastladım. “İlginç bir tesadüfe göre Japonya’da tapınaklar
genelde fay hattı olmayan yerlere kurulmuşlar.” Enteresan!
Meiji Tapınağı;
Japonya’da feodal sisteme son veren İmparator Meiji ve eşi İmparatoriçe Şoken’e
adanmış bir mabetmiş. Burada yıl boyunca çeşitli festivaller ve etkinlikler
düzenlenirmiş. Evlenen çiftler için de en ideal yerlerden birisiymiş. Bizim
ziyaretimiz sırasında bir gelinin fotoğraf çekimi yapılıyordu. Biz de gelini
epey seyrettik. Klasik beyaz gelinlik olarak düşünmeyin, daha çok kimono
benzeri bir kostüm giymişti.
Tokyo’nun en
büyük tapınağındaki ziyaretimizi tamamlayıp parkı turlamaya başladık.
Japonya’da herkes bisiklet kullanıyor. Bisikletin arkasına çocuklarını
oturtuyorlar. Ayrıca bisikletlerinde alışveriş selesi de var. Bazı bisikletler
iki çocuklarının da oturacağı şekilde ayarlanmış.
Kimi resim yapıyor, kimi
çiçeklerle ilgileniyor. Gençler gruplar halinde toplanmış oturmada, bir şeyler
atıştırıyorlar. Çocuklar çimlerin üstünde değişik oyunlar oynuyor, aileleri
örtülerini yaymış piknik yapıyorlar. Ortada çer yok çöp yok. Büyük çöp varilleri
var, üstelik de ayrıştırmalı olanından. İmreniyorum adamlara ya. Güller, laleler, menekşeler ve daha neler
neler. Kargalar bile çok mutlu, ürkmeden korkmadan dolaşıyorlardı. Sakuraların
son demleriydi bu yüzden Tokyo’lular keyfini sürmek için hiç vakit
kaybetmiyorlardı anlaşılan.
Daha çok dolaşacak yerimiz vardı,
az biraz dinlenmek iyi fikirdi. Biz de bir ağaç gövdesini mesken tuttuk,
oturduk. Yerler sakuralardan dolayı pembe-beyaz halı serilmiş gibiydi. Hem
bundan güzel mekân mı olur, sağ ol Nezihe.
Parkın içine bir de göl
yapmışlardı. Yani bana öğle geldi, suni bir göl gibiydi. Yollara değişik
figürler çizilmişti. Ağaç dalları, yapraklar, çeşitli hayvanlar çizgi film
karakterleri şeklinde çok sempatikti.
Neyse, dönelim Tokyo’ya. Aynı
yoldan dönüşe geçip Harajuku istasyonuna vardık. Bundan sonraki durağımız “Tokyo
Tower” ve civarı. Metrodan çıktık ve yürüyerek Tokyo Kulesi’nin hemen yanı
başındaki Zozoji Tapınağı’na gittik.
Zozoji Tapınağı, 1393 yılında inşa
edilmiş, 1598’de bu günkü yerine taşınmış. Budist Jado mezhebinin ana
tapınağıymış. Yine merdivenler ve görkemli tapınağa girdik. Epey yenilik görmüş
anlaşılan. Biraz da Tokyo kulesinin yakınında olmasından dolayı olsa gerek çok
turistikti. Merdivenlerden önce, üzeri kuru gül yapraklarıyla (kuru tütsüler)
kaplı ayaklı yuvarlak çanaktan tütsüler etrafa hoş kokular yayıyordu.
Figen ayin yapılacağını öğrenmiş,
bize de haber verdi. Kısa bir süreliğine olsa da ayini izledik.
Tapınağın bahçesi çok şenlikliydi,
tıpkı diğer tapınaklar gibi. Açık Pazar şeklinde tezgâhlar açılmış, ocaklar
yanar vaziyette müşterilerini bekliyordu. Bizim adana-urfa kebapları gibi
şişlere dizilmiş kebap pişiren, birçok gıdada kullandıkları yosunları tartan,
değişik otları (çay) kavurup satan vs. Değişik ebatta böcekler kurutulmuş
paketlenmiş olarak alıcılarını bekliyordu. Balık çeşitlerini ki saymakla
bitmez. Aslında denizde ne varsa yosunu büyük balığından en küçüğüne hatta
böceğine kadar her şey değerlendiriliyordu.
Tapınağın hemen yanında duvar
boyunca iki sıra halinde, (bazı yerlerde 3) kademeli olarak dizilen betondan
büstler. Kafalarına el örgüsü kırmızı renkte bereler ve yakalarına takılmış
kırmızı renkli kumaşlar olan büstleri görüyoruz. Her birinin arasında saksıda
rengârenk çiçekler, önlerinde de rüzgârgülleri. Sonradan çocuk mezarlığı
olduğunu öğreniyoruz. Mezarın önüne gelip hüzünlenenler, dua edenler ve
fotoğraf çektirenlerle çok iç acıtan bir mekândı.
Çocuk mezarlarını sağımıza alarak
çıktık ve ağaçların arasından yürüyerek devam ettik. Birazdan kırmızı rengiyle
ağaçların arasından bize bakacaktı Tokyo Kulesi. 1958 yılında yani savaştan
sonra yapılmış. Japonya’nın ekonomik gelişimini de temsil ettiği yazılanlar
arasında. Radyo ve televizyonların da alıcı olarak kullandıkları bu kule,
şimdilerde turistlerin gözde mekânı olmuş.
Tokyo’yu kuş bakışı görmek için;
250 m yükseklikteki özel gözlem bölümü ya da havanın açık olduğu günlerde 150
metreden etrafı seyretmek yeterli olabiliyormuş. Ayrıca kulenin zemin
katlarında; bir akvaryum, bal mumu müzesi ve çeşitli etkinlikler bulunuyormuş.
Her gün 09.00-22.00 arası açıkmış.
Biz sabahtan kuş bakışı
gözlemimizi yaptığımız için buraya girmedik. Zaten epey kuyruk vardı önünde.
Yine internetten okuduklarımdan
eklemek isterim. Tokyo Kulesi, Paris Eifel kulesini model alarak inşa edilmiş
ancak ondan çok daha uzun ve dünyanın en uzun kendi kendine ayakta durabilen
çelik kulesiymiş.
Dünyanın ve dolayısıyla da
Tokyo’nun en yüksek kulesi, 634 metre yüksekliğiyle Sky Tree’dir. Dünyanın en
yüksek kulesi olarak Guinness Rekorlar Kitabı’na giren Sky Tree, bu ünvanı
Çin’deki Canton kulesinden devralmış. Canton Kulesi, 600 metre. Bu arada Tokyo
Kulesi; 333 metre.
Kulenin dibinde çeşitli
etkinlikler vardı. Bunlardan biri de maymun oynatıcısının gösterisiydi. Maymun
ve sahibi etraftaki çocukları çok eğlendirdi. Tokyo kulesinin ayaklarına
bağlanmış balık şeklindeki renkli balonlar görsel şölendi.
Tokyo ana istasyona döndük.
Görülmeye değer bir mekân. İstasyondan daha çok müze gibiydi. Özellikle
sonradan eklenen yuvarlak yüksek tavanlı salon şaheserdi.
Tokyo Marunoichi Binası, (istasyonun içindeki bilgiye göre) önemli bir
kültür varlığı olan bu binanın ve içindeki yolcularının deprem anında güvenliği
ve korunması amaçlı sismik izolasyon (?) yapılmıştır. Eğer bir deprem meydana
gelirse, tüm bina yaklaşık 30 cm sağa sola sallanabilirmiş.
Bu istasyon, İmparatorluk Sarayı ve yakındaki Ginza ticari bölgesine
yakın olduğundan ve tabii ki ihtiyaçtan 1914 yılında açılmış. Bir günde, 3
binden fazla tren sayısıyla Tokyo’nun en işlek istasyonu. Daha doğrusu
şehirlerarası demiryolu ana terminali. Yolcu hacmi bakımından Japonya’da
beşinciymiş.
Marunouchi Binası aynı zamanda
Tokyo’nun sembollerinden sayılıyormuş. 2. Dünya savaşında çatısı da dahil olmak
üzere epey tahrip olmuş ancak bugünkü haline 2007 yılında başlatılan bir proje
ile ulaşılmış. Bu projede binanın dış duvarlarını orijinali haline getirmek,
fonksiyonlarının genişletmek ve büyük deprem için hazırlamak vardı.
İstasyonun hemen yanında aynı mimari
özellikte bir de otel bulunmaktadır. Otelin ve istasyonun önünde de oldukça
lüks taksiler diziliydi.
İstasyonun çıkışında yine
gökdelenler, kuleler. Kafalar sürekli yukarıda. İstasyonun binası oldukça eski
ama yeni binalarla yan yana asla tezat oluşturmuyordu.
Burası için “Japonya’nın kalbi”
deniliyor. Sadece binalar pardon gökdelenler mi? Her şey büyük bir titizlikle
hesaplanmış, yapılmış. Toprak (kara parçası) az nüfus çok. Büyüme de göklere
doğru olacak tabii. Ona rağmen çok güzel parkları var ve hala koruyup
kolluyorlar ya helal olsun. Daha ne diyeyim.
İstasyondan sonra gideceğimiz yer, 10 dakikalık yürüyüş
mesafesindeki İmparatorluk Sarayı.
Wiki’den bilgi: Tokyo İmparatorluk Sarayı Japonya
İmparatoru'nun resmi evidir. Saray, Edo Kalesi'nin yanındadır. İmparatorluk
Sarayı, Tokyo İstasyonu'na yakın olan Chiyoda'da bulunmaktadır. Ana saray ve saray
kompleksinin içinde birçok bina yer almaktadır. Aynı zamanda İmparatorluk
Ailesi için özel evler ve İmparatorluk Saray Ajansı'nın ofisleri de burada
bulunmaktadır.
Toplam alan 3.41 kilometre karedir. (Teşekkürler wiki).
Toplam alan 3.41 kilometre karedir. (Teşekkürler wiki).
Maximiles /seyahat
sitesinden bulduğum bilgilere göre; Bölgede bulunan üç derenin yolları
değiştirilerek sarayı koruyacak hendekler oluşturulmuş ve saray, duvarlar ile
çevrelenmiştir. İkinci Dünya Savaşı’nda ağır hasar gören yapıt, daha sonra
orijinaline sadık kalınarak yeniden inşa edilmiştir.
Yeni yıl
kutlamaları yapılan 2 Ocak ve İmparatorun doğum günü olan 23 Aralık günleri
haricinde ziyaretçilerin sarayın iç bölgelerine girmelerine izin verilmez. Bu
iki özel günde saray üyeleri balkonlardan halkı selamlar. Yılın geri kalan
zamanlarında, saray bahçelerini ziyaret edebilirsiniz. Sarayın Doğu Bahçeleri
Pazartesi, Cuma ve bazı önemli günler haricinde 09.00-16.00 saatleri arasında
(Kasım-Şubat, 09.00-15.30) her gün açıktır.
Sarayın önündeki büyük alana (Kokyo Gaien) ulaştığınızda, seyredilesi bir manzara ile karşılaşacaksınız: ziyaretçileri sarayın iç bölgelerine ulaştıran, taş süslemeli Meganebaşi ve Nijubaşi köprüleri; etrafındaki ağaçların yemyeşilliği ve tüm bu görüntülerin altlarından geçen sulara ahenkle yansımasıyla, unutulmaz bir görüntü vadediyor. (Teşekkürler Maximiles)
Sarayın önündeki büyük alana (Kokyo Gaien) ulaştığınızda, seyredilesi bir manzara ile karşılaşacaksınız: ziyaretçileri sarayın iç bölgelerine ulaştıran, taş süslemeli Meganebaşi ve Nijubaşi köprüleri; etrafındaki ağaçların yemyeşilliği ve tüm bu görüntülerin altlarından geçen sulara ahenkle yansımasıyla, unutulmaz bir görüntü vadediyor. (Teşekkürler Maximiles)
Geniş caddeden yürüyoruz, nehir sağımızda. Meci imparator
sarayının kapısına kadar gittik. Yürüyerek İmparatorluk Sarayı’na doğru
yürüdük. Ancak kapısını ve uzaktan bahçesini görebildik. Tıpkı Osaka Kalesi
gibi bunun da yüksekçe surlar ve sularla çevriliydi.
Sarayın giriş kapısı, nehrin üzerindeki köprüden hemen
sonra. Kapıda iki asker nöbet tutuyor. Biz ancak uzaktan görebildik. Hatta
bahçenin içindeki yapılar o kadar alçak ki hiç biri ağaçlardan daha yüksek
değildi. Sadece aralardan çatıları görünüyordu. Biz de köprü arkamızda kalacak
şekilde epey fotoğraf çektik ve ayrıldık mekândan.
Yine sağlı sollu gökdelenlerin arasından başka bir güzellik
olan Sakura bahçesine vardık. Sakuralar, son günlerini yaşıyorlardı artık yine
de şahaneydiler. Doya doya seyrettik, kokladık dokunduk. Birçoğumuzun avatarı
oldu burada çektiğimiz fotoğraflar.
Zar zor ayrıldık geliş sebebimiz sayılan sakuralardan. Yine
metro uzun uzun yürüdük. Meğer biz Tokyo’nun en zengin muhitindeymişiz. Ünlü tiyatronun
da bulunduğu zengin muhit Ginza.
İstasyona 10 dakika mesafede bulunan Ginza semti, şık
alışveriş mağazaları ve yanıp sönen parlak ışıkları ile dünyaca ünlü semt ve
Kabukiza Tiyatrosu. Burasını nasıl tarif ederim bilemiyorum ama çok renkli, çok
canlı ve çok güzel.
İlk durak yerimiz geleneksel kabuki oyunlarının sahnelendiği
tiyatroydu. Sadece dışarıdan gördük, içeriye giremedik tabi. Ayrıca bu semtteki
en alçak (en fazla 4 katlı) yapı burası. Kabuki-za’nın geçmişi Meiji dönemine
dayanıyor. Her biri yaklaşık dört saat sürüyormuş. Yine öğrendiğime göre
oyunları takip etmek için kulaklıkla İngilizce tercümesini dinleyebiliyormuşsun.
Hatta aralarda da kabukinin kültürel bağlamıyla ilgili bilgi de veriliyormuş.
Çok hoş. Ama çok uzunmuş.
Burada daha da iyi anladım, hakikaten zengin bir ülke
burası. Arabalar, binalar, markalar hepsi de çok göz kamaştırıcı.
Biraz serbest zaman verildi. Herkes istediği gibi
dolaşacaktı. Benim de içinde olduğum grup Apple Store’a gittik. Birkaç
arkadaşımız iphone ve iped alacaklardı. Bu yüzden paralarını Yen’e
çevirmişlerdi. Telefonum çalışmadığı için bir ara ben de niyetlenmiştim telefon
almaya. Neyse girdik mağazaya, her şey var. Arkadaşların dediklerine göre
gerçekten de Türkiye’den daha uygunmuş fiyatlar. Herkes ürünleri ve
özelliklerini biliyor. Danışman olarak Amerika’lı (galiba ABD’liydi) birsi
geldi ve “Japonya’da mı yaşıyorsunuz?” diye sordu. “Hayır, turistiz, bir
haftalığına geldik vs…” Yetkili; çok üzgün olduğunu, Japon hükümetinin
anlaşması gereği, iphone satışlarının Japonlara ve sadece Japonya’da
yaşayanlara satılabildiğini söyledi. Yabancı kişilerin de iki yıldan daha fazla
süredir orada bulunması ve bunu belgelemeleri gerekiyormuş. Hepimiz şaşkın ve
biraz da kızdık. Ama yapacak bir şey yok.
Akşam 18.00-19.00 (tam hatırlamıyorum) gibi toparlandık ve
otele döndük. Kısa bir dinlenme ve elimizdeki eşyaları bırakıp 21.00’de tekrar
dışarı çıktık.
Metro ile Ueno Park’a gittik. Yemeklerimizi elimize alıp
kalabalık olan parkta bir yer bulup yemeğimizi yedik. Hava iyice karardığı için
çok net göremedik Ueno Parkı. Alacakaranlıkta biraz yürüdük ve daha sonra
yakınındaki bir gölete gittik. (Şinobazu Göleti). Gölün kenarında kah oturduk
kah dolaştık.
Tüm gün karış karış dolaşmıştık Tokyo’yu. Gecenin bir vakti
otelimize döndük. Ertesi gün Hakone gezisi vardı
Bu bölüm için Japon Atasözü: Bir dostunuz, yemiş
bahçesini geziyorsa, dalgın görünmeniz en büyük nezakettir.
05 Nisan 2013 – Cuma
– TOKYO - HAKONE
Sabah 8.00’de kahvaltıdayız. Kahvaltı tabağımda aralarında
pembe renkli bir şeyler olan pirinç rulosu, etrafında kuru karabiber gibi
baharatlara belenmiş ikinci pirinç rulosu, bir kaşık da tavuk eti görünümlü
pirinç, bir kaşık karışık turşu (içindekilerin hepsini anlayamadım) ve bir tane
yuvarlak minik ekmek (en sevdiğim). Sevgili Figen’le kahvaltıdayız. Diyaloğu
aynen yazıyorum. Ben “Aaa, tavuklu pilav galiba” Figen “Imm, hayır. Bambuya
benziyor”. Nasıl yani! Bildiğimiz Bambu mu? Figen “Evet”. Korkulur bu
Japonlardan. Her şeyi yenebilir hale getiriyorlarmış. Ben hiç sormasaydım da
tavuk niyetine yesem daha mı iyiydi acaba bilemedim.
Bu arada çubuk kullanmada üstümüze yok. Çok ustalaşmışız, ne
kaşık arıyoruz ne çatal. Pirinçler o kadar birbirine yapışık ki (lapa) çubuğa
saplanmaya görsün, al eve götür J.
Aldığımız tuzlu, pirinçli kahvaltının ardından, Hakone’ye
gitmek üzere dışarı çıktık. Tokyo’nun dışına gideceğiz. Bu gün hava güneşli,
öğleden sonra yağmur veriyor ama hayırlısı.
Bu günkü turumuz hem çok güzel hem çok yorucu hem de çok
karışık. Teknolojinin nimetleri olmasaydı aşağıda yazacaklarımın çoğunu
hatırlayamayacaktım. Her gittiğimiz yerlerden aldığımız haritalar, broşürler de
bilgi deposu gerçekten. Ne yazacağımı düşünürken, masaya yaydığım broşürler,
haritalar ve hafıza kartındaki ses kayıt cihazına kaydettiklerim tam bir destek
deposu oldular. Ha bu arada internet her daim kurtarıcı, özellikle de wiki.
Elimdeki haritaya bakıyorum da sırf Hakone için yani
Odawara’yı başlangıç sayarsak, gidiş dönüş 10 araç değiştirmişiz. Bunlar
otübüs, tren, tekne, feribot ve teleferik. Ayrıca Odawara’dan öncesi ve sonrası
için de 2 geliş, 2 gidiş desek toplamda 14 araç değişimi yapmışız.
Tüm bunlar için yani Odakyu Line için “Hakone Freepass” 5000
Yen ödedik. Bir kere ödeyip kurtulduk, hepsine aynı kartı kullandık. Bir otobüs
bileti bile 960 Yen’miş. Aslında bu 5000 Yen iki günlük bilet. Çocuklar için
ise fiyat 1500 Yen.
Aklımda kalanlarla ki bunlar çok az, daha çok kayıtlarımdaki
detaylarla bugünkü yoğun geziyi aşağıya ekliyorum.
8.40 Sinjuku’dan başka bir hatta yani Odakyu’ya geçeceğiz. Ara
hat kullanarak Odavara’ya gitmek için trene biniyoruz. 115 dakika sürecekmiş.
Odawara’da indik. Oradan başka bir trene binip Hakone
Yumoto’ya indik. Buradan sonra otobüse bineceğiz.
Otobüs kuyruğundayız. Otobüs geldi, öncelikli olarak
görevliler gelip orta kapıyı açtılar ve tekerlekli aracın geçebilmesi için bir
platform uzattılar. İlk önce tekerlekli sandalyedeki kişinin otobüse binmesine
yardım ettiler ve daha sonra diğer insanlar otobüse binmeye başladılar. Hayran
olmamak elde değil. İnsanlara engelli değil de özel olduklarını hissettiriyorlar,
muhteşem bir davranış. Tekerlekli sandalyeye otobüsün öncelikli olması çık
şıktı. Ve kimse itiraz etmiyor. Burada insanlık her şeyin önünde, teknolojinin
de paranın da. Helal olsun…
Çok güzel manzaralı yollardan geçiyoruz ve otobüs virajlı
yollarda yukarıya çıkarken her dönemeçte farklı manzaralar seyrediyoruz. Bu
arada otobüs şoförümüz bölge hakkında bilgi veriyor. Tabii Japonca. Kısaca,
otobüs şoförleri çok konuşuyorlar ve girip çıkarken bilet soruyorlar. Araçlardan
inerken anonslar yapılıyor, “Lütfen eşyalarınızı unutmayınız” diye. Yolculuğumuz
40 dakika sürüyor.
12.00’de otobüsten iniyoruz. Burası daha mı serin ne, rakım
yüksek ondan herhalde. Göl kenarındaki küçük şirin kasabada bolca otel ve müze
bulunuyor. Ashi Gölü bir krater gölü. Durağımızın adı, Motohakone diye yazıyor
haritada. Bu arada tüm otellerde onsenler mevcutmuş. Özel olarak bu bölgeye
onsenler için gelenler çokmuş. Türkiye’den giden birilerinin anısını okudum ve
çok imrendim.
Feribota binmek üzere iskeleye doğru koşturduysak da
yetişemedik. Bir sonrakine kısmetmiş. Sağlı sollu şirin dükkânlar var.
12.15 rıhtımda bekliyoruz. Sevgili Figen Ümit Yaşar
Oğuzcan’ın “Rıhtımda” şiirini okuyor.
Bir beyaz gemiydi
ayıran onları
Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda
Şimdi unuttum yüzünü kadının
Adamın gözleri aklımda
Kana bulanmış bıçaklar gibi
Uzun kirpikleri ıslaktı
Adam dertli, adam darmadağın
Dokunsalar ağlayacaktı
Adam bitkindi, adam seviyordu
Kalan kederdi, giden gemiyse
Taş olduğu içindir dedim
Rıhtım taşları erimediyse
Derken bir düdük öttü ansızın
Bembeyaz gemi gitgide ufaldı
Korkunç yalnızlığıyla baş başa
Rıhtımda bir adam kaldı...
Teşekkürler Figen Özçürümez.
Kadın güvertedeydi, adam rıhtımda
Şimdi unuttum yüzünü kadının
Adamın gözleri aklımda
Kana bulanmış bıçaklar gibi
Uzun kirpikleri ıslaktı
Adam dertli, adam darmadağın
Dokunsalar ağlayacaktı
Adam bitkindi, adam seviyordu
Kalan kederdi, giden gemiyse
Taş olduğu içindir dedim
Rıhtım taşları erimediyse
Derken bir düdük öttü ansızın
Bembeyaz gemi gitgide ufaldı
Korkunç yalnızlığıyla baş başa
Rıhtımda bir adam kaldı...
Teşekkürler Figen Özçürümez.
12.40 Togendai seferi yapmak üzere, iki katlı sarılı kırmızılı,
yaldızlı, süslü püslü turistik tekne iskeleye yanaştı. Ama daha çok “Karayip
Korsanları”nın gemisine benziyordu. Çok eğlenceliydi. Çok kalabalıktı. Kuyruğa
girdik, yavaş yavaş ilerleyip halı kaplı tekneye bindik. Hava açık gibi ama
koyu renkli bulutlar pusuya yatmış vaziyette. Tekne hareket etti, rüzgar vardı
ve maalesef Fuji’yi göremedik. Kara bulutlar geldi oturdu gökyüzüne. Fuji hayal
oldu. Bir nokta daha varmış belki orada görürüz diye son bir ümitleniyoruz. Bol
manzaralı göl keyfimiz kısa sürdü.
20 dakikalık yolculuktan sonra gölün karşı kıyısına yani
Togendai-Ko’ya yanaştık. Buradan teleferikle daha da yukarılara çıkacağız. Belki
o ara, biraz da rüzgârın yardımına ihtiyacımız olacak. Bakalım.
İner inmez teleferik kuyruğuna giriyoruz. Uludağ’da tepeye
çıkan teleferikler gibi ama bu daha konforlu. 10 kişilik kabinler. Bizim
ekipten başka bir çift daha vardı kabinde. Teleferikteyiz ve Fuji’yi görüyoruz,
teşekkürler. Günün ödülüydü benim için.
İniyoruz Hakone’nin çıkılabilecek en yüksek noktasına.
Hakone’nin termal açıdan en aktif bölgesi ve sülfür deposu. Her tarafından
dumanlar tütüyor. Buram buram sülfür soluyoruz. Buranın adı; Owakudani. Bizim
için sülfür çıkan dağ. Elimdeki broşürde cehennem vadisi olarak da geçiyor.
Teleferikten indiğimiz noktada çok güzel bir tesis
bulunuyor. İçerisinde lokantalar, hediyelik eşyaların satıldığı dükkânlar,
ayrıca marketler, ufak tefek tezgâhlar bulunuyor. Yeme içme ve alışveriş için
en uygun mekânlardan birisiydi. Siyah dondurma bile gördüm kızın birinin
elinde.
Hemen girişte bir uyarı vardı. Solunum yolu vb.
rahatsızlıkları olanların uzun süre kalmamaları gerektiği yazıyordu.
Teleferikten inip yürümeye başlıyoruz, daha yükseklere
çıkmak için. Yaklaşık 300 metrelik bir patika çıkışı ve artan sülfür kokusu
bizim adımlarımızın geri geri gitmesine sebep olsa da varıyoruz gri mekâna. Her
bir yandan öbek öbek dumanlar çıkıyor.
Buraya geliş sebeplerimizden ve ritüellerden biri de bu
sülfür yataklarında pişen yumurtalara şahit olmak ve yemek. Büyük demir
sepetlerle suya bırakılan beyaz yumurtalar bir süre sonra siyah olarak
çıkarılıyor. Yiyebilenlere afiyet olsun, ben yiyemedim. Kokudan başım ağrımaya
başlamıştı ayrıca midem kaldıramazdı. Denilen o ki, sülfürde pişen yumurtadan
bir tane yedin mi ömrüne 7 yıl ekleniyormuş. Ömür katan yumurtaların 5 tanesi
500 Yen’e satılıyor.
Yumurtaların sülfürde pişme sürecini ve etrafını seyredip
birkaç fotoğraf çekip aşağıya tesise indik. Orada karnımızı doyurup biraz da
alışveriş yaptık.
Dönüyoruz teleferikten indiğimiz noktaya. Buradan tekrar
teleferiğe binip transfer yapacağız. Teleferiğin kalkmasını beklerken başka bir
şey dikkatimizi çekiyor. Daha doğrusu Nezihe gösteriyor pembe patatesleri.
Közlenip satılıyor. Gerçekten de çok tatlıydı, kabak tatlısı gibi bir şeydi.
15.15 teleferikteyiz. Bugün göreceğimiz her şeyi görmüştük.
Ama daha uzun bir yolumuz vardı. Teleferik yolculukları 10, 15 dakika
sürüyordu. Otobüs ve tren yolculuklarımız daha uzundu ama onlar da çok güzel
manzaralı yollardan gidiyordu. Hem dinleniyorduk hem de gözlerimiz bayram
ediyordu. Tokyo’nun neon ışıklı, yüksek gökdelenlerinden sonra buraların temiz
havası ve doğası hepimize iyi gelmişti.
16.35 yine bir trendeyiz. “Trene bindim de tren salladı, zalim
doktor ciğerimi dağladı”. Türküdeki kadar acıklı değildi halimiz ama vallahi
nereye gittiğimizi bilmiyorum. İn, bin başımız döndü. Bu arada, yazarken aklıma
gelen bu güzel türküyü sevgili Nazan Özçınar’dan dinlemek lazım.
16.55 bir tren daha, Şincukuya gidiyormuşuz. Bu istasyon çok
tanıdık. Yolumuz uzun, sohbet koyulaşıyor. Trenden bahsetmişken eklemek
istiyorum. Tüm trenlerde, metrolarda “özel koltuk” bölümleri var. Hem yazıyla
hem şekille öncelikli 5 özel durumu olanlar için ayrılmış koltuklar. Bunlar;
yaşlılar, hamileler, çocuklular, engelliler ve kalp sorunu olanlar. Diğer
bölümlerde oturulacak yer olmasa dahi Japon halkı bu özel bölümü kullanmıyordu.
Tek tük kullanan gördük bizim gibi, onlar da sahipleri gelince mutlaka
kalkıyorlardı.
18.50’de Şincuku’ya varıyoruz. Buradan da başka bir hata binip, otelimize varıyoruz.
18.50’de Şincuku’ya varıyoruz. Buradan da başka bir hata binip, otelimize varıyoruz.
Bu arada, eğer otobüsle gitmek isterseniz, Tokya’dan
Hakone’ye iki saat sürüyormuş.
Otele dönüp, paketlerimizden kurtuluyoruz ve 20.00’de yemek
için tekrar dışarı çıkıyoruz. Gün bitti ama bizdeki enerji bitmedi. Pirinçten
herhalde. Yağmur da deli yağıyor. Japonya’nın Laleli semtindeki güzide suşi dükkânlarından
birine gittik. Çok şirin, küçük bir rest. Tüm çalışanlar kibar, güler yüzlü ve
çok saygılıydı. Biraz kalabalık ama olsun, beklemeye razıyız. Tabure boşaldıkça
oturmaya başladık.
Ocak, mutfak mekânın ortasında. Etrafında tabaklar dönüyor.
Kaçırdığın olursa bekliyorsun devamı mutlaka geliyor. 1 tabak 120 Yen. Pirinç
ve diğerleri şeklinde. Karides, havyar, somon, ahtapot vs.)
Ortasında mutfak olan kare şeklindeki masada bulunan boş
taburelere yerleştik. Masanın üst kısmında dönen tabaklar ve önümüzde birkaç
çeşit sos, baharatlar, olmazsa olmaz yeşil çay bulunuyor. Ortadaki mutfakta
bulunan garsonlar ya da ustalar tabakları yeniliyorlar, sürekli akan hareket
eden bir mekân burası.
Yanımızdaki bir Japon bize suşileri nasıl yiyeceğimizi gösterdi.
Çubuklarla üzerindeki balığı alıp sosa daldırdıktan sonra tekrar pirinç
yumağının üzerine koyuyorsun ve tamamını ağzına atıyorsun. Bir tabak bir lokma
gerçekten de. Çıkarken de önündeki boş tabakların sayısı kadar para ödüyorsun.
Yemek sonrası gecelere aktık. Mini alışverişler, elektronik
mağazaları ve ayakkabı mağazasına uğradık. Büyük caddede yürürken müzik sesinin
geldiği yöne doğru yürüdük. Kana adlı tiz sesli, ümit vadeden bir Japon gencini
dinledik. Sevcan genç kızın imzalı cd’sini alarak daha çok mutlu etti.
Tüm Japonya’da gezilen şehirlerarasında hiçbir fark
göremedik. Küçük, büyük demeden tüm noktalara aynı hizmet götürülmüş. Kalite
bakımından hiçbir fark yoktu. Tokyo daha ışıklı ve daha kalabalıktı. Gençler
deli gibi eğleniyorlar. Gece yarısına kadar gruplar halinde kafelerde, caddede,
parkta, oyun salonlarında eğleniyorlar.
Bu arada Paçinko diye bir oyun varmış. Bir tür kollu kumar
makinesiymiş. Oyun makinelerinin içinde demir bilye dolaşıyor. Siz de bu demir
bilyeleri bir delikten sokarak şans çarkınızı döndürmeye çalışıyorsunuz. Para
değil de demir bilyeyle oynanıyormuş. Bu bilyeler karşılığında kasadan sigara
ya da kibrit çakmak gibi bir şey veriliyormuş. Hani kumar yasak ya, bu yüzden
bu tür hediyeler veriliyormuş. Fakat bu paçinko merkezlerinin yanında
hediyeleri paralarla satın alıyorlarmış. (E.Güven’in kitabından alıntıdır) Bu
tür makinelerin bulunduğu mekânları çok görmüştüm ama ne olduğunu tam
anlayamamıştım, bu yüzden eklemek istedim.
Kızlar, erkekler, gençler yaşlılar hepsi yarattıkları çizgi
film karakterlerine benziyorlardı. Çok şirinlerdi. Eminim biz de onlara garip
geliyorduk. Hele çocuklar çok tatlılardı, insanın alıp götüresi geliyordu. Çok
saygılı insanlar, şimdiye kadar ne bir kaba hareket ne ses yükseltme hiçbir şey
duymadık. Hatta sesli gülen bile görmedik. Trende olsun yolda olsun tiplerin
elinde iphone, kulağında kulaklık başlarını kaldırdıkları bile yok.
Tokyo’da dolaşırken onların koşuşturmalarına inat biz tam
tersi çok yavaştık. Kalabalık, kalabalık ve kalabalık. Çok az insan araç ya da
otobüs tercih ediyormuş. Tren (JR) ucuz ve en hızlı ulaşım aracı Japonya’da.
Patron olsun işçi olsun herkes raylı sistemi kullanıyor. Klâs meselesi değil
işe yetişme meselesi.
Tüm istasyonların girişinde ya kuş sesleri var ya da
istasyonun adı seslendiriliyor, görme engelliler için. Çok düzgün insanlar, çok
saygılılar. Metroda Nazan’la karşılıklı sohbet ederken, yanımdaki genç kız
kalkıp Nazan’a yerini vermek istedi. Belki de bize kibarca karşılıklı
konuşmayın, daha alçak sesle yan yana konuşun da demiş olabilirler. Her ikisi
de güzel bir davranış hem de öğretici.
Kızlar mini maksi durumunda. Kimse rahatsız etmiyor, hatta
bizden başka bakan da yoktu. Desenli dizüstü çoraplar ve ayaklarda platform
topuklar. Bu arada doğru yürüyebilene aşk olsun. Erkeklere gelince, özellikle
genç olanların çoğu deri çanta, bildiğin bayan çantası kullanıyorlar. Hem de
her renkten. Ama işlemeli, boncuklu falan değildi. Hepsi de çok sevimliydi. Tüm
gençlerin ellerinde iphone ve benzerlerinden vardı.
Japonya’yı üç kelime ile anlatsam; saygı, pirinç, iphone.
Akşam 23.00 de odaya çekildik. Yarın sabah 9’da otelden
çıkmamız gerekiyor.
Japon Atasözü: Sis yelpaze ile dağıtılmaz.
06 Nisan 2013 –
Cumartesi
Serbest gün.
Bugün Sevcan’ın Japon arkadaşı Nako ile gezeceğiz. Sabah
Nako gelene kadar dışarılarda dolaştık. Otele dönüp Nako ile buluşup tekrar
dışarı çıktık.
Tokyo’nun en büyük AVM’lerinden bizim Kanyon benzeri bir mekâna
gidip hem dolaştık hem alışveriş yaptık.
Tokyo’daki ilk günümüz de yağmurluydu son günümüz de.
Öğleden sonra bastıran yağmurdan dolayı fazla dolaşamadık. Genellikle kapalı mekânlardaydık.
Akşam 10.00 gibi, Japonya’daki son yemeğimiz için diğer
arkadaşlarla buluşuyoruz. Japon mutfağı mangal masada. Mangalda ise, et, balık,
jumbo karides. Balığın kurusu tazesi, saki bira toplam 1720 Yen ödedik.
Çok güzel bir atmosfer idi.
07 Nisan 2013 – TOKYO
– İSTANBUL
Oda arkadaşım Semra’nın gidişinden sonra ben de uyandım.
Hızlıca valiz hazırlama ve otelden çıkış işlemlerimizi de yaparak sabah 7.00’de
otelden ayrıldık. Kore havayollarıyla seyahat edecekler bizden daha erken
ayrıldılar otelden. Biz üç kişi; Sevcan, Nazan ve ben dünden rotamızı
belirlemiştik. JR line’den ilk biletimizi alıp Nippori durağında indik.
Havalimanı için ikinci biletimizi de (2400 Yen) alarak durağa geçtik. 1 numaralı
istasyondan, uzay aracına benzeyen hızlı tren ile yolculuğumuz 40 dakika sürdü.
Biletin üzerine her şey yazılıydı. Koltuk numarası, tren geliş saati, varışı
vs. Son durak olan Terminal 1’de uzay üstünden indik ve 4.kattaki THY’ndan uçak
biniş kartlarımızı aldık. Kalan paralarımızı dövize çevirdik ve 11.45’de
kalkacak uçağımıza vardık. Bir gezinin hatta dünyanın öbür ucundaki seyahatin
sonuna gelmiştik.
Son bölüm için Japon Atasözü: Öğretmek öğrenmektir.
Bu gezime katkıda bulunanlara teşekkür etmek
isterim. Hiç aklımda yokken, “Hadi Japonya’ya gidelim” diyerek öncülük ve rehberlik
eden arkadaşım Nezihe Güçlü’ye, gezi süresince dostluğunu esirgemeyen,
telefonunun tekini karşılıksız hibe eden can insan Sevcan Orbay’a, “İyiki de
gitmişim onunla tanışmışım” dediğim, kendisini bilmem ama benim için uzun
süreli dostluğu ümit ettiğim Figen Özçürümez’e, her daim sıcakkanlı, ilgili ve
her şeye sevgiyle bakan güzel gözlü Nursen Aydoğan’a tüm gezi süresince uyumuyla
ve oda sohbetlerimin baş aktörü sevgili oda arkadaşım Semra Teke,
yolculuklarımızın neşesi, bol kahkahası, güzel fotoğraflar çekip paylaşmayanı,
gözümüzün bebeği gözlükçümüz sevgili Nazan Ezen’e ve grubumuzun defansı, her daim pozitif olan
Ankara’lı kardeşlere çok teşekkür ederim.
Okuduğunuz için teşekkürler.
Yeni güzergâhlarda buluşmak üzere,
Sevgiler, Selamlar
Tezcan
Tezcan